Mevlânâ’yı mânen tutuşturan Şems; dönüp, mânen tutuşturduğu Mevlânâ’nın mânevî sıcaklığından, kendisi de istifade etmiştir, diyebiliriz.
     Tıpkı biraz önce söylediğimiz gibi, bazen bir şeyhin hâlis ve samîmî müridi, bir bakıma irfan sahasındaki öğrencisi; şeyhinden daha ileri gidebilmesi gibi. Sonra da dönüp şeyhini irşad etmesi, âdeta şeyhinin şeyhi olması gibi.
     Aslında Şems-i Tebrizî (Tebrizli Şems), Hz. Mevlânâ’nın kaalden yani söz’den hâl’e yâni yaşayışa, oluşa geçmesinin kendisine neler kazandıracağını gösterdi. Mevlânâ’nın hamlıktan, pişmiş hâle geçişini sağladı.
     Nitekim bir gün, Mevlânâ havuz başında oturuyordu. Yanında kitapları vardı. Şemseddin bunların ne kitabı olduğunu sorunca:
     “Bu kaaldir. Sen anlamazsın!” dedi.
     Şemseddin (Şems-i Tebrizî) kitapları suya attı! Mevlânâ buna çok üzüldü!
     Şemseddin elini uzatıp hepsini sudan çıkardı. Hepsi kupkuruydu.
     Mevlânâ: “Bu ne iştir?” diye şaşkınlığını ifade edince, bu sefer Şemseddin:
     “Bu hâldir. Sen anlamazsın!” der.
     Ve Mevlânâ’nın bir bakıma mânevî basîret ve gönül gözünün açılmasına vesile ve sebep olur.
     Hemen belirtelim ki:
     “Üstad ve mürşid (yâni mânevî rehberler) masdar ve menba (kaynak) telâkkî edilmemek (sayılmamak) gerektir. Belki mazhar ve ma’kes (sadece yansıtıcı) olduklarını bilmek lâzımdır.
     “Meselâ: Hararet (ısı) ve ziya (ışık), sana bir âyine (ayna) vasıtasiyle gelir. Senden Güneş’e karşı minnettar olmıya bedel, âyineyi (aynayı) masdar (kaynak) telâkkî edip (sayıp), Güneş’i unutup,ona minnettar olmak, divaneliktir. Evet âyine (ayna) muhafaza edilip (korunmalı). Çünkü mazhardır (yansıtıcıdır).
     “İşte mürşidin (mânevî rehberin) ruhu ve kalbi bir âyine (bir aynadır). Cenabı Hak’tan gelen feyze ma’kes (yansıtıcı) olur. Mürîdine (öğrencisine) aksedilmesine de vesîle (ve sebep) olur. Vesilelikten fazla feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır.”
     İşte Mevlânâ ile Şems birbirlerine ayna olmuşlar. Âdeta İlâhî feyzi birbirlerine aksettirmiş ve aktarmışlardır. Sanki birbirinin gözünü açmışlar. Yâni mâna, kalb ve gönül, kısaca basîret gözünün bir başka çeşit açılmasına vesîle olmuşlardır.
     Çünkü:
     “Kur’an, âyîne (ayna) ister. Vekil (aracı) istemez.”
     Zira Allah kulu ile kendi arasına kimsenin girmesini istemez.
     Zaten, İslâm’da ruhbaniyetin olmazlığı da canlarım bunu göstermiyor mu?