Zaten Şems de arayış içindeydi. Allah’a yalvarıp durmuştu. Allah’ın kendisini velîleri arasına katmasını istemiş. Duası kabul olmuştu.
     Ama aradığı kimsenin Anadolu’da olduğu da söylenmiş. Bunun Mevlânâ Celaleddin-i Rumî olduğu belirtilmişti. Böylece başını onun yoluna koymuş. Onun için yollara düşmüş. Zamanı geldiğinde ise, başını ona feda etmişti!
     Gerçi Mevlânâ da, Koca Yûnus’un “Ete kemiğe büründüm, Yûnus diye göründüm!” dediği gibiydi. O da ete kemiğe bürünmüş, bu dünyada görünmüştü. Ama aslında başka dünyaların insanıydı.
     Bu dünyada bir garipti. Yalnızdı. Yalnızlığını giderecek, kendisine sırdaş olacak birinin doğal beklentisi içindeydi.
     Ya Şems, O’ndan farklı mıydı? Ne gezer! Aslında ikisi de birbiri için biçilmiş kaftandı. Birbirinden habersiz olarak, birbirini arıyorlardı. Birbirini bilmeden, birbiri için İlahî canipten hazırlatılıyorlardı.
     Gün ola harman ola! Bu iki derya birbirine kavuşacak. Birbirine ayna olacak. Her ikisi de, kendilerini birbirinde görecekti.
     Mevlânâ bu vuslat, bu kavuşma sonucu habire yanıp duracak. Bugüne ulaşan uzun soluklu nefesler bırakacaktı ardında.
     Çünkü Mevlânâ, sûreta aralarında bulunduğu insanlardan bambaşkaydı. Keza Şems de içlerinde yaşadığı insanlara hiç benzemiyordu.
     Nitekim Şems’in hallerine, babası bile şaşıyor. Değişik hâl ve tavırlarına bir mânâ veremiyor. Başına bir şey gelmesinden korkuyor. Belki de aklından zoru var diye düşünüyor, hattâ aklından bile şüphe ediyordu!
X
     Babasının kendisi hakkındaki, biraz da haklı endişelerini küçük Şems, yaşından umulmayan bir büyüklükle cevaplandırdı. Bu muhteşem cevapta: Mevlânâ’nın da bambaşkalığının izahını buluyor, bir kat daha heyecanlanıyoruz. Sanki küçük Şems, ilerde hem-sohbet olacağı zâtı da vasfetmiş, nitelemiş gibidir.
     İşte Şems’in babasına o zamanki yaşından beklenmeyen hârika cevap ve yanıtı, mealen şöyle:
     “Babacığım der, endîşen yersiz. Benimle senin durumun, şuna benziyor: Kuluçkada olan bir tavuk düşün. Altındaki yumurtalara bir ördek yumurtası karışmış olsun.
     “Zamanı gelince yumurtalardan birer birer civcivler çıkar ve analarının peşinden ayrılmaz olurlar. Tabii ördek yumurtasından da ördek yavrusu çıkar. Doğal olarak tavuğu, anası olarak beller. O da tavuğun peşinden ayrılmaz. Tavuk da onu yavrusu bilir.
     “Derken, bir dere kenarında yemlenirlerken suyu gören ördek yavrusu, yaratılışından düşkün olduğu suya hemen atar kendini. Güzelce yüzmeye başlar. Ana tavuk, yavru ördeği suda görünce, aklı başından gider. Basar feryadı. Yavrusu boğulacak sanır! Kıyıda çaresiz çırpınıp durur.
     “Oysa yavru ördek, sâkin sâkin yüzmektedir. İşte der, seninle benim durumum buna benziyor. Sen merak etme! O ördek yavrusu gibi, ben de manevî deryalara dalmış bir hâldeyim!
     “Dedim ya endîşen yersiz. Ben sizden biriyim ama sizin gibi değilim. Anla artık bunu!”
     X
     İşte Mevlânâ’ya böyle biri refik ve yoldaş kılınmış. Mevlânâ’nın asıl Mevlânâ olması için Şems, Allah tarafından görevlendirilmiştir. Tabii aynı şey Mevlânâ için de geçerlidir. Sanki O da, O’nun için vazifelendirilmiştir.
     Nitekim Mevlânâ, Şems için hem mürid hem mürşid olmuş. Aynı şekilde şems de, Mevlânâ için hem mürid hem mürşit yerine geçmiştir.
     Tıpkı yumurta-tavuk ikilisi gibi. Nasılki yumurta tavuktan; tavuk da yumurtadan çıkar. Öncelik, bazen birinde bazen ötekinde olur. Mevlânâ - Şems ikilisi de aynen bunun gibi bir şey.
     Aynen, yetiştirdiği mürit şeyhini geçince; şeyhin, müridine mürid olması gibi.