Evet! “Mertlik, Kahramanlık, Asalet” bu üç unsur hemen her milletin hassasiyetle üzerlerinde durdukları nesnelerdir. Ne var ki, savaş alanlarında üçünün de değer ve hikmetleri derakap rafa kaldırılır... Bu niçin böyle olur? Böyle olur çünkü; Savaş alanları sadece mert veya asil olanlar için değil, aynı zamanda her nevi insanın yer aldığı, muhtelif ideoloji mensuplarının karşı karşıya geldiği bir boğuşma mahallidir....

Mertlik, Kahramanlık ve Asalet” sadece asıl kişilikleri örtmeye çalışan birer maske olarak yer alır. Boğuşma esnasında her kişi veya kişiler, hasmını ve hasımlarını bir şekilde yok edebilmenin dışında hiçbir düşünce taşımaz...

Böylesi durumlarda asıl söz sahibi olan veya olanlar; gayet kuvvetli “diplomasiye” sahip bulunabilenlerdir. Laf kalabalığıyla hakimiyet kurmaya çalışanlar ise, cephelerdeki askerlerinin tecrübesiz ellerde nahak yere şehit olmasıyla birlikte acı bir yenilgiyle karşı karşıya kalmakla kalmaz, aynı zamanda topraklarını da yitirerek, tarih sahnesinden silinir gider...

Bakıyoruz da günümüz Devletleri, önce diplomatik kanallarda mücadele vermeye çalışmadan; ufak tefek laf sürtüşmeleriyle doğrudan ipleri koparmaya çalışmaktan hiç mi hiç çekinmemekte ve medyaları da “muhtemel bir savaş” ihtimalleri üzerinde hassasiyetle durarak, cehennem senfonisini icra etmekten adeta zevk almaktadır!...

Türk yöneticileri ile Rus yöneticileri arasındaki farklı görüşler, Allah korusun, muhtemel bir savaşın izlerini taşımaktadır!... Peki, böyle bir durum zuhur edebilir mi?..

Şayet Batı, daha doğrusu ABD böylesi tehlikeli bir senaryoyu Milletler Cemiyeti sofrasına sürmüş ise, içlerinde en aç olanının büyük lokmayı kapabilme hırsı ile sofraya saldırması işten dahi değildir!...

Görülüyor ki, sadece Türkiye ve Rusya değil, aynı zamanda Cihan Milletleri’nin sadece milli değil, aynı zamanda dünyevi varlıkları da mevzubahistir!...

Dünyevi varlıkları diyoruz. Zira, iki devlet arasında dahi olsa, Allah korusun, muhtemel bir savaş sadece iki veya üç devlet arasında kalmayıp, Cihan devletlerini içine çekebilecek özelliklere haiz olacaktır...

Nitekim, Sayın Erdoğan ile Sayın Putin ve Obama’nın verdikleri ateşli beyanatlar, durumun vahametini açıklıkla meydana koymaktadır. Petrol ve aynı değeri taşıyan başka nesneler üzerinde kurulabilecek hakimiyet adına hareket edilmektedir. Süper Devletlerin başlıca hedefleri budur.

ABD başta olmak üzere, NATO cenahında bulunan Devletlerin Federal Rusya’yı bir takım yaptırımlara tabi kılarak, Suriye meselesini kendi lehlerine çevirebileceklerini umarak hareket etmeleri, bizce, yanlış bir değerlendirmenin ürünü olur. Zira, Federal Rusya’nın başında bulunan şahıs, bir zamanlar kuruluş itibarıyla, acımasız bir teşkilât olan KGB’nin başında hizmet vermiş, dolayısıyla da Batı Devletlerini hayati noktalarından tanıyabilme imkânı elde edebilmiş bir Rus Lideridir. Hoş, Batı Devletleri’nin İstihbarat Teşkilâtları da aynı imkânlara sahip olmuştur. Lakin, Sovyetler Birliği’ndeki katı idare tarzı, Batılıların idari mekanizmasında hiçbir dönemde yer almamış, dolayısıyla da Batı insanı katı bir rejimin boyunduruğunda hürriyetten yoksun kalmamıştır.

Günümüzde Rusya’nın başındaki şahıs, Sovyet rejiminin yetiştirdiği bir eleman ve Liderdir. Yani, “benden sonra tufan” diyebilecek bir sakat yapıya sahiptir!...

Sovyetler Birliği döneminin resmi gazetesi PRAVDA günümüz siyasilerince, “yalan makinesi” olarak, yeni nesillere tanıtılmak istenmektedir. Teşhis yerindedir ve doğrudur. Ancak, günümüzdeki “Batı Medyası”nın da o yılların Pravda’sından bir farkı kalmamıştır. Zira, büyük bir kısmı ya İktidar veya Ana-Muhalefet yanlısı olmasıyla, Basın’ın kendi görüş ve yorumu, tamamen rafa kalkmış durumdadır...

Batı dünyasının bir diğer kusuru da, hasımlarını her daim küçümsemesi ve böylesi sakat bir görüş zaviyesinden değerlendirmeye çalışması olmaktadır.

Batı’nın bu zaafı, İkinci Cihan Harbi tarihini, savaşın galipleri tarafından yazılmış olmasından kaynaklanmıştır.

1945 umum insanlığın dehşetli bir boğuşmanın girdabından kesin kurtulduğu tarihtir. Kesin kurtulduğu denir lâkin, bu durum sadece sözde geçerli olup, aslında tam aksi olarak, kısmi kurtuluş olmuştur.

Böyle olmasının sebebi ise, daha önceki satırlarda yazdığımız gibi, II. Cihan Harbi Tarihi’nin, savaşın galipleri tarafından yazılmış olmasındadır.

Bu hususta insanlığı uyaran ilk hareket, “1948 Filistin Katliamı” olmuş ve fakat, korkunç bir savaştan kurtulmuş olunması, acı gerçekleri görebilmesini önlemiştir...

Durum aynen şudur; “ABD, İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya”, Dünya Jandarmalığı’na birlikte soyunmuşlar ve zaman içinde Kızıl-Çin’e karşı kullandıkları ve Lideri’nin ünlü Mareşal Çan-Kay-Şek’in olduğu Milliyetçi Çin “Taiwan’ın, Kızıl-Çin ile anlaştıktan sonra, suyu almasıyla “Cihana hükmeden “Beşizler” olarak dünyanın merkezine çöreklenmişler. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’na üye diğer Devletler ise, ikinci derecede söz sahibi olduklarını öğrendiklerinde ise, iş işten çoktan geçmiş durumda idi: (1971).

1948 Filistin Katliamı ile 1971 Beşizler idari sistemi; olsun Savaş meydanlarında ve olsun Siyaset alanında; “Mertliğin, Kahramanlığın, Asaletin” sadece sözden ibaret olduğu açıklıkla görülebilmiştir. Lâkin, ne acıdır ki, Osmanlı tabiriyle, “Atı alan, Üsküdar’ı çoktan geçmiştir!...”

Gelelim günümüzdeki duruma; Uçak olayı meselesinde Ankara, Moskova’ya karşı nispet dahilinde yumuşak davranmaya, köprülerin külliyen uçurulmasına mâni olmaya çalıştı. Nitekim, Rus Pilot’un cenazesinin Askeri merasimle Rusya’ya teslim edilmiş olması, bunun başlıca göstergesidir.

Ne var ki, Moskova’nın bu durumu değerlendirerek; özür dilemek değilse de, bir pardon jestinde bulunulduğunu görerek, nisbet dahilinde yumuşama yolunu tercih ederek, iki komşu Devlet arasındaki gerginliğe son vermeye çalışmak olmalıydı. Lâkin, Putin tam tersini uygulayıp: (Türkiye tepkimizin ticari yaptırımlarla sınırlı kalacağını düşünüyorsa yanılıyor. Türkiye yaptığından pişman olacak. Allah Türk yönetimini akıldan yoksun bırakarak cezalandırdı.) diyerek, adeta köprülerin tümünü de atma hatasına düşmekten kurtulamamış ve böylece, karşılıklı söz düellosu, normal diplomasiyi aşmıştır!...

Putin, sıradan bir siyasetçi değildir. Olmadığını da cümlemiz bilmekteyiz. Bizce, onu bu yanlışa sürükleyen, ABD’nin Avrupa müttefikleriyle birlikte devamlı olarak Federal Rusya’ya sataşması, muhtelif yaptırımlarla Moskova’yı adeta canından bezdirir hale getirmesi olmuştur. Yani, Putin bunalım içindedir. Dünya Milletleri sosyetesinde, Rusya’nın eski itibarını bir daha bulamayacağı endişesi de değil, korkusu onu beklenmedik yanlışlara sürüklemektedir!...

Bu durum ise, dünyamızı akla gelmedik çapta çok büyük bir felakete sürüklemektedir... Yani, Federal Rusya’nın prestijini kaybetme korkusu, ABD’nin “Cihan Hâkimiyeti” sevdası, umum insanlığın sonunu hazırlamaktadır diyebiliriz!...

Durum onu göstermektedir ki, Obama-Putin çekişmesi, “Üçüncü Cihan Harbi”nin ilk sinyallerini verme eğilimi göstermektedir!...

Bu kritik durumda, bizim, yani Türkiye’nin daha hesaplı, daha soğukkanlı hareket ederek, ABD’nin bir nebze olsun daha akılcı hareket etmesini temine uğraşması ihtiyaç da değil, elzemdir.

Baştan beri çizdiğimiz bu tablo, ABD’nin Türkiye’ye olağanüstü ihtiyacı olduğunu açıkça göstermektedir.

Türkiye’ye son sistem silâhlar sokmak, Marmara Denizine Savaş gemileri göndermek, Hava Kuvvetlerini takviye etmek vs. Türkiye’nin selâmetinden ziyade, muhtemel bir savaşta NATO saflarında harekata iştirak etmesini sağlamaktan gayrı hiçbir mana taşımaz. Peki, bizim Milletimiz savaşa katılmak istiyor mu?...

İşte bütün mesele bu noktadadır!... Rusya’nın Suriye’de işi olamaz, görüşüne göre hareket edilmektedir. Peki, ABD’nin işi olur mu!... Suriye halkını düşünmek, onların haklarını aramak vs. Bütün bunlar göstermelik iddialardır. Mesele’nin aslı Petrol’e ve Orta-Doğu problemine dayanmaktadır. Bunun böyle olduğunu dağların zirveleri dahi bilmektedir!...

Milliyet Gazetesi” köşe yazarı Sayın Mehmet Tezkan, çok değerli bir yorumunda, finalini şu görüşle noktalamışlar ki, bahse değerdir ve bizim bu görüşe hiçbir ilavemiz olmayacaktır:

(Putin bu kulvara neden girdi? Niyeti ne?

Acaba diyorum, Ankara üzerinden Batı’yla mı hesaplaşmak istiyor?... Acaba diyorum, fırsat bu fırsat deyip krizin şiddetini büyüterek Batı ambargosunu kırmaya mı çalışıyor?...)

Değerli okuyucularım, görülüyor ki, her iki halde de, Türkiye topun ağzında görülmektedir!... O halde bizim de bir çift sözümüz olmalı ve ABD’yi uyarabilmeye çalışmalıyız!... Aksi taktirde, militarist çağrışımlar, bizlere sadece felâket kapılarını açar... Bizden hatırlatmak!..

Saygıdeğer okuyucularım, yeni bir yazımda buluşabilmek umudu ile cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim. Saygılarımla.