Tugay ULUÇEVİK, Eski Bonn ve Berlin Büyükelçisi Almanya Başbakanı Sayın Angela D. Merkel’in 11 Ocak 2011 tarihinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne” (GKRY) yaptığı günü birlik ziyaret sırasında Hristofyas’a “bu kadarını da beklemiyordum doğrusu” dedirtecek ölçüde gerçeklerle bağdaşmayan tek yanlı ifadelerle Rum Tarafı’nın Kıbrıs sorununa çözüm bulmayı amaçlayan müzakerelerdeki tutumundan “cesaret ve yaratıcılık” gibi nitelemeler de kullanarak övgüyle söz etmesi; Kıbrıs Türk Tarafı’nın Rumların “adımlarına karşılık veremediğini” öne sürmesi: Türkiye’ye sorununun çözümü yolunda “daha fazla gayret göstermesi” çağrısında bulunması; “biz Almanlar ve özellikle şahsen ben, bir ülkenin bölünmüşlüğünün ne demek olduğunu iyi biliriz” diyerek Kıbrıs’ın bölünmüş durumunun kabul edilemez olduğunu belirtmesi; bu duruma 1974’de Türkiye’nin sebep olduğunu ima eden sözler söylemesi ve gerçekçi ve kalıcı bir çözüme yönelik arayışların iki tarafından biri olan Kıbrıs Türk halkını ve onun siyasî iradesini temsil eden KKTC’nin Lideri ile “Kıbrıs Türk Toplumu’nun Lideri” sıfatıyla da olsa ziyaret vesilesiyle temastan kaçınması, Türkiye’de ve KKTC’de haklı bir tepkiyle karşılanmıştır. Merkel’in sözlerine ve tutumuna dair haberler, Merkel ile Hristofyas’ı dostane biçimde kucaklaşırken gösteren ve kimyalarının uyuştuğunu ortaya koyan fotoğraflar, bize, soğuk savaş ve Almanya’nın ve Berlin’in bölünmüş döneminde komünist Doğu Almanya’nın liderlerinin Kıbrıs Rum yöneticilerle ve özellikle AKEL’in mensuplarıyla buluşmalarında, Rumlardan yana verdikleri demeçleri ve fotoğraf kareleriyle yansıtılan dostluk manzaralarını hatırlatmıştır. Bu çağırışımı yapmamıza, sanırım, 1954 Hamburg doğumlu olan Merkel’in sonradan Doğu Almanya’da büyüyüp yetişmiş, eğitim ve öğrenimini tamamlamış ve orada meslek sahibi olmuş bulunması; Hristofyas’ın ideoloji bakımından komünist kökenli olup, tahsilini Moskova’da yapması ve her iki Lider’in de Rusça bilmeleri etken olmuştur. Muhtemeldir ki, Sayın Merkel, Kıbrıs konusundaki ilk temel bilgilerini, Doğu Alman Liderlerin 1974’deki gelişmeler hakkında yaptıkları ve Varşova Paktı Devletlerine mahsus basma kalıp sözler içeren Rumlardan yana demeçlerini sansürlü Doğu Alman basınından okuyarak edinmiştir. Bu yüzden de kişisel olarak Kıbrıs sorununun 1974’de ortaya çıktığını düşünüyor olması fazla şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı ve hattâ kabul edilmez olan, bu düşüncelerini Almanya gibi büyük bir Devlet’in adına dile getiriyor olmasıdır. Merkel’in Güney Kıbrıs’ı ziyaretindeki demecine haklı olarak tepki gösteren Başbakan Sayın Erdoğan’ın sözleriyle ilgili olarak bir açıklama yapan Almanya Hükûmet sözcüsü Steffen Seibert, Başbakan Merkel’in Kıbrıs sorunu hakkında “tarih dersi almaya ihtiyacı olmadığını" söylediğini gazetelerde okuduk. Ders almağa ihtiyaç duyup duymama kişisel bir tercihtir; karışılamaz. Bununla beraber, Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren bilgilerdeki kasıtlı veya kasıtsız yanlışlıkları ve eksiklikleri düzeltmede Türk vatandaşlarına da düşen görevler olduğunun bilinci içinde, bazı bilgilerimizi, ders verme niyeti taşımadan, paylaşmak istiyoruz. Alman Sözcü, Merkel'in “1974 yılında Türk askerlerinin adanın kuzeyini işgal ettiğini bildiğini" belirtmiş ve Kıbrıs sorununun “36,5” yıldır var olduğunu vurgulamıştır. Bu dahi, Merkel’de ve O’nun sözcüsünde, Kıbrıs sorununun tarihçesine ilişkin bir bilgi yetersizliği bulunduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü, Kıbrıs sorunu, 1960’dan sonraki aşamasında, Rumların iddia ettiği üzere Temmuz 1974’de değil, Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere saldırmaları üzerine 1963 Noel’inde ortaya çıkmış ve 26 Aralık 1963 tarihinde BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine girmiştir. BMGS son raporunda da Kıbrıs konusunun 47 yıldır BM Güvenlik Konseyi’nin gündeminde bulunduğunu hatırlatmıştır. “İşgal” konusuna gelince: Alman dostlarımızın, Makarios’un BM Güvenlik Konseyi’nde 19 Temmuz 1974 tarihinde yaptığı ve “Yunanistan’ı Ada’yı pervasızca istilâ ve işgal etmekle” suçlayan konuşmasını ve Yunanistan Büyükelçisi’nin de cevaben Makarios’u “Zürih’te ortaya çıkan anayasanın 13 hükmünü tadil etme teşebbüsünde bulunmak suretiyle 1963 Aralık ayında feci çatışmaların ortaya çıkmasına ve böylece Ada’nın yeşil hat boyunca fiilen bölünmesine sebep olmakla” itham eden sözlerini içeren S/PV.1780 sayılı toplantı zabtını tekrar tekrar okumalarını salık veririz. Yunanistan’ın ENOSIS amacıyla Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974 günü gerçekleştirdiği darbenin sonuçlarını önlemek için Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarına uygun olarak Ada’ya yaptığı askerî müdahaleden sonra Avrupa Konseyi Parlâmenterler Meclisi’nin 29 Temmuz 1974 tarihinde kabul ettiği 573 sayılı kararında “Yunan askerleri tarafından Kıbrıs’ta gerçekleştirilen askerî darbeyi kınadığını” ve “Türkiye’nin müdahalesini 1960 Garanti Antlaşması’nın 4. paragrafından kaynaklanan bir hakkın kullanılması” olarak nitelediğini hatırlatmak isteriz. Kıbrıs’taki bölünmüşlüğün simge kavramı “yeşil hattır”. Bu hat 1974’de değil, Rumların Kıbrıslı Türklere saldırmağa başlaması üzerine geçici olarak görevlendirilen Barış Gücü’nün Komutanı İngiliz Generali Young tarafından 1963 Aralık ayında harita üzerinde çizilmiştir. General Young, Lefkoşa’da Türklerin ve Rumların yaşadıkları yerler arasında bir güvenlik şeridi oluşturmak amacıyla bu hattı çizerken yeşil renkli kalem kullandığı için, bu çizgi Kıbrıs’la ilgili terminolojiye “yeşil hat” olarak girmiştir. Lefkoşa 1963 sonunda iki ayrı yönetim halinde ikiye bölünmüştür. Kıbrıs sorununun evveliyatını bilme açısından Almanya aslında önemli bir avantaja sahiptir. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasası’na göre Türk, Rum ve tarafsız bir hakimden oluşan bir Yüksek Anayasa Mahkemesi kurulmuştu. Üç üyeli Mahkeme’nin Başkanlığına Almanya’nın Heidelberg Üniversitesi’nden değerli Alman hukukçu Prof. Dr. Ernst Forsthoff getirilmişti. Yardımcısı da Alman hukukçu Dr. Christian Heinze idi. Makarios’un Kıbrıslı Türklere tanınan anayasal güvenceleri ortadan kaldırmak için yaptığı Anayasayı tadil teşebbüslerine bu dürüst ve namuslu Alman hukukçular kararlılıkla karşı çıkmışlardı. Yapılmak istenenlerin Anayasa’ya aykırı olduğunu açıklamışlardı. Rumların Forsthoff’u “basit Nazi memuru” olarak nitelemeleri; Heinze’ye karşı alenen iftira kampanyası başlatmaları üzerine Alman hukukçular 1963 yılı içinde görevlerinden istifa etmişlerdi. Bundan sonra da zaten Kıbrıs Cumhuriyeti yıkılmıştı. Dr. Heinze hayattadır. Kıbrıs ile ilgili kaynaklarda bu iki Alman hukukçunun 1960-63 döneminde Kıbrıs’ta yaşananlara dair yaptıkları açıklamalar yer almaktadır. Avrupa’nın siyasî coğrafyasında iki Almanya’nın ve Berlin duvarının var olduğu uzun dönem boyunca Batı Almanya Kıbrıs konusunda hiçbir zaman ön plânda rol alma hevesine kapılmamıştır. Kıbrıs sorununun tarafları arasında eşit mesafede durmağa ve tarafsız kalmağa özen göstermiştir. Doğu Almanya ise, Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki Varşova Paktı Devletleriyle birlikte daima Rumlardan yana hareket etmiştir. 1974 gelişmelerinden sonra Kıbrıs sorununun 1983’e kadar BM Genel Kurulunda 7 kez görüşülmesinde, Batı Almanya söz almamış ve Kıbrıs konusunda hazırlanan karar tasarılarının oylanmasında - Türkiye’nin de olumlu oy verdiği 1974 toplantısı hariç - Türkiye’nin aleyhte oy kullandığını dikkate alarak çekimser kalmayı tercih etmiştir. Doğu Almanya ise, Rum iddialarını ve tezlerini dile getiren konuşmalar yapmış ve Rumlardan yana karar tasarılarına Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile birlikte hep olumlu oy vermiştir. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra da Alman Federal Cumhuriyeti başlangıçta Kıbrıs konusunda Türkiye’yi rahatsız etmemeğe dikkat etmiştir. Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kurulması için kararın Türkiye-AB ortaklık Konseyi’nde 1994 Aralık ayında alınması plânlanmıştı. AB Dönem Başkanı Almanya idi. Rum Tarafı ve Yunanistan, Türkiye ile Gümrük Birliği kurulması karşılığında aynı gün Kıbrıs’ın AB tam üyelik müzakerelerinin başlaması için tarih belirlenmesini istemişler ve ısrar etmişlerdi. Dönem başkanı Almanya “Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs’ın AB üyeliğine karşı olduklarını” beyanla, gümrük birliği kararının alınmasını ertelemişti. Karar daha sonra Fransa dönem Başkanlığı sırasında 6 Mart 1995’de alınmıştı. Ancak, aynı gün, “Kıbrıs” ile katılım müzakerelerinin AB Hükûmetlerarası Konferansının tamamlanmasından 6 ay sonra başlaması kararlaştırılmıştı. Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın, Ortaklık Konseyi’nde AB zabıtlarına geçen kuvvetli bir çekince beyanı yaparak, “Türkiye’nin, Kıbrıs’ın tamamının veya bir bölümünün Türkiye de AB’ne tam üye olmadan AB’de üye kabul edilmesine hukuken ve siyaseten karşı çıkmağa devam edeceğini” 1960 Antlaşmalarına da atıfla açıklamıştı. Türkiye – AB Gümrük Birliği’nin 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmesini takip eden gelişmeler içinde, Almanya, Fransa, Hollanda ve İtalya Kıbrıs sorunu çözülmeden “Kıbrıs’ın” AB’ne katılımına karşı olduklarını beyan etmişlerdir. Bu irade, maalesef, Türkiye’ye AB katılım adaylığı statüsü veren Aralık 1999 AB Helsinki Bildirisi’ne yansımamış, aksine, Bildiri’ye “çözüm şartını” kaldıran bir hüküm konulmuştur. Almanya Kıbrıs sorununa dengeli biçimde yaklaştığını KKTC liderleriyle temaslarını sürdürerek de ortaya koymuştur. KKTC’nin 1. Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş beraberinde bir heyet olduğu halde 2000 Şubat ayında Almanya’yı ziyaret etmiş ve Dışişleri Bakanı Fischer ile heyetler halinde resmî görüşme yapmıştır. Haziran 2006’da da KKTC’nin 2. Cumhurbaşkanı Sayın M. Ali Talât Haziran 2006’da Almanya’ya ziyarette bulunmuş ve Dışişleri Bakanı Walter-Steinmeier ile görüşmüştür. AB’nin lideri konumunda olan ve 1 Ocak 2011 tarihinden itibaren Türkiye’nin yerine BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olarak göreve başlayan Almanya gibi bir Devlet’in Kıbrıs sorununun taraflarından birine husumet ilân edercesine davranmasının Kıbrıs konusuna ilişkin diplomaside etkili rol oynamasını imkânsız kılacağını kestirememiş olması düşünülebilir mi? Merkel’in ve yanındaki danışmanların 2003-2004 döneminde ve hattâ sonrasında Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümünü sağlamak üzere Kıbrıs Türk halkına baskılara varan yaklaşımlarla ne kadar gayret gösterdiğini bilmemeleri mümkün müdür? Annan Plânı’nı Kıbrıslı Türklerin kabul ettiklerini ve Rumların reddettiklerini hatırlamamaları sözkonusu olabilir mi? Yine, Merkel’in ve akıl hocalarının “2004’de Rumlar ANNAN Plânı’nı kabul etselerdi, bugün Kıbrıs sorunu çözülmüş olurdu” diye düşünemeyecek kadar hafıza kaybına uğradıklarını ve muhakeme yeteneğinden mahrum olduklarını insanın aklından dahi geçirmesine imkân var mıdır? Merkel Güney Kıbrıs’ta verdiği demeçlerde Kıbrıs sorununun bir an önce halledilmesinin AB ile NATO arasında sağlam bir ilişki ve işbirliği kurulabilmesi için de gerekli olduğuna işaret etmiştir. Bilindiği üzere, Türkiye Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs’ın NATO’ya girmesine haklı olarak karşı çıkmaktadır. AB’nin KKTC’ne ve Türkiye’ye Kıbrıs’ta sakat bir çözümü kabul ettirme telaşında bulunmasının sebeplerinden biri de bu NATO konusudur. Oysa, AB’nin kendisi, Kıbrıs’ta çözüm olmadan Kıbrıslı Rumları üye kabul etmekle esasen onları Kıbrıs’ta status quo’dan rahatsız olmaz duruma getirmişlerdir. Böylece AB – NATO işbirliğinin sağlıklı biçimde oluşmasını engellemişlerdir. Merkel’in Kıbrıs’taki tutumu Rum Tarafı’nı yeniden çözümsüzlüğe azmettirmek suretiyle, AB’nin NATO ile geliştirmek istediği kurumsal işbirliğinin önüne set çekmiş olmuyor mu? Almanya’nın bölünmesiyle Kıbrıs’ın bölünmüşlük durumu arasında benzerlik kurmak da Kıbrıs sorunuyla ilgili gerçekleri bilmemek demek değil midir? Almanya, Almanların birbirine karşı silâh kullanması sonucunda bölünmüş değildir. Oysa, Kıbrıs’ta birbirinden ırk, din, dil, kültür, ülkü bakımından farklı, biri Türk, diğeri Elen ulusunun uzantısı iki olan halk vardır. Bunlardan nüfus bakımından çoğunlukta olan taraf diğerine zor kullanarak kendi iradesini kabul ettirme teşebbüsünde bulunmuştur. Ada bu yüzden bölünmüştür. Almanya’da “Berlin duvarı” yıkılınca aynı ulusal kimliğe sahip Alman halkı birbirleriyle kucaklaşmışlardır. Doğumundan hemen sonra 35 yılını Doğu Almanya’da geçiren bir siyasetçi yeniden birleşen Almanya’nın Başbakanı olabilmiştir. Bugün Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs’ta bir birleşme halinde bir Türk’ün Cumhurbaşkanı olmasını kabullenecek bir zihniyete sahip olduklarının işaretlerini vermekte midirler? Bugün Kıbrıs’ın bölünmüşlüğünden - bu bölünmeye Rumların ve Yunanistan’ın sebep olduğunu hatırlamak istemeden - yakınanlar, timsah göz yaşı dökenler, 1990 yılına kadar uzanan devrede Rumların, Almanya’nın bölünmesinin sembolü olan “Berlin Duvarını” inşa eden Doğu Almanya ve müttefiki Sovyetler Birliği ile sarmaş dolaş olmalarından rahatsızlık duymamışlar mıdır? Almanya’nın bölünmüş olduğu soğuk savaş döneminde, Almanya dahil Batı Avrupa’nın savunması için Türkiye’nin yaptığı aşırı fedakârlık ve Doğu Almanya konusundaki tutumunu Batı Almanya’nın politikasını dikkate alarak ayarlamak suretiyle Türkiye’nin gösterdiği dostluk, ne çabuk unutulmuştur? Kanaatimizce, Merkel’in Güney Kıbrıs’ı ziyareti sırasında, hem de BMGS’nin 26 Mart 2011’de Cenevre’de Eroğlu ve Hristofyas ile yapacağı önemli bir değerlendirme toplantısının arefesinde, ortaya koyduğu Rumlardan yana tutum rastgele bir hareket değildir. Sanırız, Almanya, Kıbrıs sorununa çözüm arayışlarının sonuç vermeyeceğini; bundan da yine Kıbrıs Rum Tarafı’nın sorumlu olacağını gerçekçi biçimde görmeğe başlamıştır. Bunun için de, görüşmelerin kesilmesi halinde AB üyesi Rumların suçlanmasının önünü alma gayreti içinde, Güney Kıbrıs’ta yaptığı tek yanlı değerlendirmelerle Kıbrıs Türk Tarafı’nın ve Türkiye’nin suçlanmasına kamuoyu önünde zemin hazırlamaya çalışmaktadır. Ayrıca, Almanya, bugüne kadar Kıbrıs konusunda izlediği nispeten tarafsız politikanın, kendisini, bölgedeki çıkarlarını gözetme bakımından diğer güçlere nazaran geride bıraktığının farkına varmış ve bundan böyle de Doğu Akdeniz’de sırf Almanya’nın somut çıkarlarını gözeten bir politikayı görülür biçimde uygulamaya karar vermiş olabilir. Bu çerçevede hatırlayalım: ABD Kıbrıs sorununun ortaya çıktığı 1954’den bu yana Ada’da ağırlık sahibi olmuştur. Kıbrıs sorunuyla ilgili politikalara İngiltere ile birlikte yön veren bir güçtür. Ada’nın ABD’ne sağladığı stratejik imkânlar bilinmektedir. İngiltere, 1956 yılındaki Süveyş kanalı bunalımından sonra Süveyş’ten çekilmek zorunda kalmıştır. Sonunda, İngiltere, ABD’nin de desteğiyle, 1960 Antlaşmalarıyla Ada’da iki askerî üsse sahip olmuş ve özel olarak Süveyş’te ve genel olarak Doğu Akdeniz’de uğradığı stratejik kayıpları belirli ölçüde telâfi edebilmiştir. Doğu Akdeniz’deki varlığını bu suretle daimî kılmıştır. Bu üslerin muhafazası, 1960’dan sonra İngiltere’nin Kıbrıs’a olan yakın ve doğrudan ilgisinin devamının sebebini ve Kıbrıs sorunu hakkındaki politikasının temel amacını oluşturmuştur. En son olarak ANNAN Plânı dahil, oluşturulmuş olan bütün çözüm plânlarına İngiltere’nin şekil vermesi veya vermeğe teşebbüs etmiş olmasının nedeni budur. BMGS tarafından ortaya konulmuş bulunan çözüm plânlarında, Ada’nın belirli şartlarla askersizleştirilmesinin de öngörülmüş olunmasına rağmen, Ada’daki İngiliz üslerine hiçbir şekilde dokunulmamıştır. Ada’daki üsler İngiltere’nin egemen topraklarıdır. İngiltere AB’ne katılırken Kıbrıs’taki bu iki üssünü AB’nin yetki alanının dışında bırakmıştır. Fransa Rum Yönetimi ile Savunma İşbirliği Anlaşması yapmıştır. Rumların Sovyetler Birliği ile sürdürmüş olduğu yakın ilişkiler ve işbirliği Rusya ile de artarak devam etmektedir. Rumlar, AB forumlarında Rusya’nın çıkarlarını koruyup kollama görevini üstlenmiş bulunmaktadır. Güney Kıbrıs’taki Komünist AKEL Rusya ile ilişkilerde tarihî ve özel bir misyonu yerine getirmektedir. Almanya, belki, Kıbrıs’taki görüşmelerden bu sefer de bir sonuç çıkamayacağını ve bunun da Kıbrıs Rum Tarafı’nın uzlaşmaz tutumundan kaynaklandığını gerçekçi biçimde görmüş bulunmaktadır. Bu sebeple de, görüşmelerin kesilmesi halinde AB üyesi Rumların suçlanmasının önünü alma gayreti içinde, sorumluluğun Kıbrıs Türk Tarafı’na ve Türkiye’ye yüklenmesi için şimdiden zemin hazırlığına girişmiş olabilir. Merkel’in Lideri olduğu CDU ile Bavyera’daki kardeş parti CSU’nun Türkiye’nin AB tam üyeliğine kesin olarak karşı oldukları bilinmektedir. Merkel daha başbakan olmadan önceki aylarda 2005’de CSU Başkanı Stoiber ile birlikte Avrupa’nın muhafazakâr hükûmetlerine Türkiye’ye “tam üyelik” değil “imtiyazlı ortaklık” verilmesi için çağrıda bulunmuştur. Merkel, ayrıca, Fransız Le Figaro ve İtalyan La Repubblica gazetelerine Mart 2007’de verdiği demeçte “Türkiye ile gelecekteki bir üyelik için müzakereler yapıyoruz. Bu, ucu açık bir süreç. Her halükarda, 50 yıl sonra Türkiye ve Avrupa arasındaki ilişkiler bugünkünden daha sıkı olacak” demiş ve “AB’nin’ genişlemesinin üyeliği gerektirmediğini ve üyeliğin, mutlaka en iyi çözüm olmadığını” sözlerine eklemiştir. Merkel aslında Kıbrıs sorunu çözülmeden ve özellikle Türkiye de AB üyesi olmadan sadece Rumlardan oluşan “Kıbrıs’ın” AB’ne üye kabul edilmesinin hem Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe mahkûm ettiğinin, hem de böylece Türkiye’nin tam üyelik süreci için ciddi bir engel oluşturduğunun farkındadır. Bizzat kendisi bunun bir “hata” olduğunu Temmuz 2007’de Alman Parlâmentosunda itiraf etmiştir. Ancak, Merkel’in bu değerlendirmeyi yaparken o zaman ne kadar samimi olduğu da sorgulanmaya değerdir. Şimdi, Merkel’in, açıkça Kıbrıs Rum Tarafı’ndan yana tutum almak suretiyle Kıbrıs sorununu iyice çözümsüzlüğe mahkûm etme ve böylece Türkiye’nin AB üyelik sürecinin temelli askıya alınmasının şartlarını yaratma niyetiyle hareket ettiğini de düşünmek sanırım yanlış olmaz. Çünkü, Almanya’dan böyle açık bir destek alan Hristofyas’ın, özellikle Mayıs ayında Güney Kıbrıs’ta yapılacak parlâmento seçimlerinin arefesinde dengeli bir çözüm için esneklik göstermesi beklenemez. 2013 başında da Rum kesiminde başkanlık seçimleri yapılacaktır. Ayrıca, tutum ve davranışlarıyla Türkiye’nin AB tam üyelik ümidini gözle görülebilir bir vade için hemen hemen yok etmiş bulunan Merkel Hükûmeti’nin elinde KKTC’nin ve Türkiye’yi Kıbrıs’ta çözüm için zorlayabilecek bir siyasî manivela kalmamıştır. Almanya’nın Kıbrıs konusunda bu aşamada tarafsızlığını bozma pervasızlığının göstermesinin elbette başkaca somut sebepleri de vardır. “Kıbrıs” 2012’nin ikinci yarısında AB dönem başkanı olacaktır. Dönem başkanlarının AB içinde sahip oldukları önemli ve ağırlıklı mevki, oynadıkları belirleyici rol bilinmektedir. Merkel’in “Kıbrıs’ın” dönem başkanlığı sırasında AB mekanizmalarını Almanya’nın çıkarlarına uygun amaçlarla kullanabilmek ümidiyle şimdiden Kıbrıslı Rumlara hoş görünme gayreti içine girmiş olduğu düşünülebilir. Ekim 2013 Almanya için seçim zamanıdır. Alman armatörlere ait 200’den fazla geminin “Kıbrıs” bandırası taşıdığı bilinmektedir. Bununla ilgili çıkarlar, Merkel’i, Rumların Kıbrıs müzakerelerindeki aslında olumsuz olan tutumlarından sitayişle bahsetmesine yol açmış olamaz mı? 2004’de ANNAN Plânına “evet” diyen Kıbrıs Türk Tarafı’na AB’nin verdiği sözlerin hiçbirisi yerine getirilmemişken, AB’nin ve özellikle Almanya’nın Türkiye’nin limanlarını “Kıbrıs” bandıralı gemilere açma konusunda ısrarlarını sürdürmesinin arkasında “Ek Protokolün uygulanması gereğinden” çok Almanya’nın Rum bandırası taşıyan kendi ticaret gemileriyle ilgili çıkarlarının yattığı düşünülemez mi? Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Doğu Akdeniz’de deniz alanlarını sınırlandırma, münhasır ekonomik bölge ilânı ve petrol ve gaz arama maksadıyla yaptığı tek yanlı girişimler, bu çerçevede bölgenin zengin kaynaklara sahip olduğuna dair yayılan bilgiler, Almanya’yı da bölgeyle bu açıdan ilgilenmeye ve Rumların faaliyetlerine ortak olma çarelerini araştırmağa sevketmiş olacağı öne sürülemez mi? Mavi Marmara olayından sonra Türkiye – İsrail münasebetlerinde yaşanan gerginlik ortamında İsrail’in Kıbrıs Rum kesimiyle ilişkilerini geliştirme çabasına girdiği ve 2010 Aralık ayında Rumlarla Doğu Akdeniz ile ilgili olarak ''münhasır ekonomik bölge'' anlaşması imzaladığı bilinmektedir. Oysa, Kıbrıs sorununun gelişmeleri içinde İsrail, Kıbrıs konusunda, geleneksel olarak Türkiye’nin siyasetinin temel çizgileriyle çelişmeyen bir tutum takına gelmiştir. İsrail, BM Genel Kurulunda Kıbrıs konusunda yapılan oylamalarda çekimser kalmayı tercih etmiştir. Bazı yöntemsel taktik oylamalarda Türkiye ile aynı yönde oy vermiştir. Nazi döneminin acılarla dolu hatıralarını ortadan kaldırma gayreti içinde olagelmiş bulunan Almanya için İsrail’in özel bir yeri vardır. Musevî unsurlar Almanya’nın siyasî, sosyal ve ekonomik hayatında nispî bir ağırlık taşımaktadır. Merkel’in Kıbrıs konusunda açıkça Türk tarafına karşı tavır koymasının sebepleri irdelenirken İsrail faktörünün ihmal edilmemesinin gerektiğini düşünmek yanlış mıdır? Almanya’daki CDU’nun ve CSU’nun Türkiye’nin AB’ne tam üyeliğine karşı olduğunu vurgularken, Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) Türkiye’nin üyeliği için açık çek vermiş olduğu izlenimini yaratmaktan kaçınmak isteriz. Türkiye’ye adaylık statüsünün verilmesinin öncülüğünü yapan Gerhard Schröder Başkanlığındaki Sosyal Demokrat Partisi (SPD) – Yeşiller koalisyon Hükûmeti’nin dahi, işbaşına geldikten iki ay sonra üstlendiği AB dönem başkanlığı münasebetiyle 1999 ocak ayında yayınladığı “başkanlığın öncelikleri” başlıklı belgede, AB içinde tanınabilecek statü bakımından, Türkiye’yi, Rusya ve Ukrayna ile birlikte mütalâa etmiş olduğunu hatırlatmakta fayda görürüz. Bununla beraber, 1999 Şubat ayının ortasından itibaren Türkiye ile bağlantılı olarak Almanya’da cereyan eden bazı olaylar, Schröder Hükûmeti’ni Türkiye’ye adaylık statüsü verilmesinin Almanya’nın çıkarlarına uygun düşeceği değerlendirmesini yapmağa sevketmiştir. 3 Haziran 1999’da Almanya’nın başkanlığında toplanan Köln zirvesinde Türkiye’nin adaylığı sağlanamamıştır. Türkiye’ye “katılım adaylığı” statüsü veren karar 10-11 Aralık 1999’da Helsinki Zirvesinde alınabilmiştir. Bu kararı alabilmek için de AB, Yunanistan’a ve “Kıbrıs” a, Türkiye bakımından hayatî önemde tavizler vermişlerdir. “Kıbrıs sorunu çözülmeden Kıbrıs’ın üye olabileceği” hükme bağlanmıştır. SPD – Yeşiller Hükûmeti, 1999 Aralık ayından sonra dahi, verilen demeçlerde, Türkiye’nin adını o zamanki diğer 12 aday ülke ile birlikte zikrederken “13 aday ülke” değil, sürekli olarak “12 aday ülke ve Türkiye” ifadesini kullanmışlardır. Örneğin, 4 Eylül 2000 tarihinde Almanya’nın yurtdışındaki büyükelçilerinin katılımıyla Berlin’de yapılan “1. Büyükelçiler Konferansı’nda” açış konuşmasını yapan Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer, yeri geldiğinde “onikiler ve Türkiye” ifadesini kullanmıştır. O zamanki AB dönem başkanı Fransa’nın Dışişleri Bakanı Hubert Védrine de konuşmasında "genişleme konusunda Balkanlar bakımından bir sorun yoktur. Burada genişlemenin sınırları bellidir. Tartışma Türkiye, Beyaz Rusya ve Ukrayna bakımından ortaya çıkmaktadır. Bu ülkelerin Avrupa sınırları içinde olduğu kuşkuludur ve tartışmalıdır” şeklindeki ifadelerle Türkiye’nin AB bakımından nasıl görüldüğünü ortaya koymuştur. Almanya’nın yetiştirdiği büyük siyasetçi ve devlet adamı Hıristiyan Demokrat Partisi’nin ilk Lideri ve eski Şansölye Konrad Adenauer 1954’de Türkiye’yi şu sözlerle tanımlamıştır: “Türkiye Cumhuriyeti, Almanya'nın da bu yıllarda bütünleşmeye başladığı Batı Topluluğunun bir parçasıdır…..Bizler daha sıkı bir araya geldiğimiz zaman, dünyamız daha güçlü olacaktır….Türkiye Cumhuriyeti Batı kuruluşlarına girmekle bu fikrin icabını yerine getirmiştir….Bizim beraberce hür dünyaya ait olmamız, ikili münasebetlerimizin de temelini oluşturmaktadır…” Konrad Adenauer’in Türkiye hakkında o günlerin şartları altında ortaya koyduğu bu vizyon, aslında bugün için de geçerli değil midir? Hristofyas, Merkel’in ziyareti vesilesiyle yaptığı konuşmalarda Almanya’nın federal yapısının Kıbrıs sorununun çözümüne örnek teşkil edecek veçhelerinin bulunduğunu ifade etmiştir. Bunu olumlu bulmamak mümkün değildir. Yalnız sormak istiyoruz: Almanya’nın anayasasına göre, federe birimlerin federal hükûmetin mutabakatıyla yabancı devletlerle “antlaşma” (treaty) yapma yetkisi vardır. Rum Tarafı bunu kabul ediyor mu? Örneğin, “Hür Bavyera Devleti’nin/Eyaleti’nin” Anayasasında “halk” (people) kavramı vardır. Anayasa’nın 2. Maddesinin başlığı “halk devleti/eyaleti” (people’s state) şeklindedir. Maddenin 1. Fıkrasının hükmü şöyledir: “Bavyera bir halk devleti/eyaletidir. Devlet/eyaletin gücü halktan kaynaklanmaktadır (Bavaria is a people’s state. The power of the state emanates from the people). Rum Tarafı federe birimlerin anayasasında “halk” kavramının yer almasını kabul ediyor mu? 3 (a) maddesinde “Bavyera kendisinin birleşik bir Avrupa’nın parçası olduğunu ilân eder…” (Bavaria declares itself as part of a United Europe…” hükmü vardır. Böyle bir hükmün veya benzerinin, Kıbrıs’ta federasyon kurulabilirse, federe birimlerin anayasasında yer almasına Rum Tarafı rıza gösterebilir mi? Ülkesinde 3 milyon’a yakın Türk’ün yaşadığı Almanya’nın Başbakanı’nın Türkiye’yi doğrudan ilgili önemli konularda Türkiye’ye karşı açıktan tavır koyabilmesi de çeşitli yönlerden düşündürücü değil midir? Kıbrıs konusuyla ilgili yakın geçmişi hatırlamamızda fayda var: İlgili uluslararası çevreler, Türkiye’nin AB tam üyeliği için başvurduğu 1987’de başlayarak ve özellikle ANNAN Plânı’nın hazırlanmağa başladığı ve müzakere edildiği 2002 – 2004 döneminde yoğunlaşarak, kasten “Kıbrıs’taki çözümsüzlük Türkiye’nin AB tam üyeliği yolunda bir engeldir; çözümsüzlük Türk Tarafı’nın ve özellikle Denktaş’ın tutumundan kaynaklanmaktadır; Türk Tarafı çözüm için çalıştığını göstermelidir; Kıbrıs’ın AB üyelik sürecinin başlamış olması Kıbrıs sorununun çözümünü kolaylaştıracak bir faktördür” şeklinde iddialar öne sürmüşlerdi. Bu iddialar giderek Türk kamuoyuna yönelik bir kampanya halini almıştı. Sanki Kıbrıs sorununu yaratan Kıbrıslı Türkler ve Türkiye imiş; sanki Kıbrıs sorununun siyasî çözüme ulaştırılmasının anahtarı sadece Türkiye’nin ve KKTC’nin elindeymiş ve sanki Kıbrıs sorunun çözümünü Rum-Yunan ortaklığı istiyormuş da bunu KKTC ve Türkiye engelliyormuş gibi, Türkiye’de ve KKTC’de bu iddiaların etkisi altında kalan çevreler olmuştur. Bunun neticesinde de, “Avrupa’da nereye gidersek ayağımıza Kıbrıs dolanıyor; Kıbrıs konusunun pek çok alanda Türkiye'nin önünü tıkadığı görülüyor; AB sürecinde bizi tehdit eden bir konu var, o da Kıbrıs; Kıbrıs sorununun çözümünde Türkiye’nin hayatî çıkarı var; biz bu sorunu çözeceğiz; AB Kıbrıs konusunda daha da dayatmacı olmadan sorunu bizim çözmemiz lâzımdır; Kıbrıs yüzünden AB ile ilişkilerimizi feda edersek Türkiye'ye yazık olur; bir Kıbrıs için ülkemizin AB üyeliğini mi feda edeceğiz; çözüm olmazsa Kıbrıs AB’ne üye olduktan sonra Türkiye Ada’da işgalci durumuna düşer; AB’den müzakere tarihi alacaksak Kıbrıs’ta taviz verilebilir; önceki hükûmetler ve bürokratlar çözümsüzlük çözümdür zihniyetiyle hareket etmişlerdir; siyaset sorun yaratma değil, çözüm üretme ve sonuç alma sanatıdır; çözüm arayışlarında biz daima bir adım önde olacağız; masaya gelirken ben çözmeğe geliyorum diye gelirsen bir şeyler olur; Denktaş istiyor mu? Klerides istiyor mu? çözmek niyetiyle gelseler çözüm bulunurdu; biz dünya gerçekleri ile hiçbir zaman çelişmeyi, çatışmayı düşünmüyoruz; dünya gerçekleri neyi gösteriyorsa biz de bu gerçekler içerisinde yerimizi almaya mecburuz; biz onyıllarca Kıbrıs'la ilgili mevcut politikaları sürdürmüş olsaydık bugün bizim durumumuz nereye benzerdi biliyor musunuz? Aynen Lübnan ile Suriye arasındaki duruma benzerdi. Ve birileri gelir dayatır, 'Kıbrıs'tan çıkın' derdi. Bir yere kadar dayanır, ondan sonra kuzu kuzu çıkardık mealinde, sanırız, Kıbrıs sorununun gerçek mahiyeti; ortaya çıkış şekil ve zamanı; Rum – Yunan ortaklığının emelleri ve hedefleri ve nihayet Kıbrıs müzakere sürecinin tarihçesi hakkında yeterli bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan sözler dile getirilir olmuştu. Türkiye’nin aktif teşvik ve desteğiyle Kıbrıs Türk halkı Plan’a yüzde 65 oyla “evet” dedi. Rumlar yüzde “76” oyla reddettiler. BMGS Rumların “bir taslak plânı değil çözümün kendisini reddettiğini” raporunda açıkladı. Kıbrıslı Türklerin üzerindeki ambargonun kaldırılmasını BM Güvenlik Konseyi’ne tavsiye etti. AB Konseyi ANNAN Plânı üzerindeki referandumdan iki gün sonra aldığı kararla, Kıbrıslı Türklerin üzerindeki tecridin kaldırılması yönünde somut tedbirler alınacağını açıkladı. Bu çerçevede, Kıbrıslı Türklerin AB ile doğrudan ticaretini sağlamak için bir Tüzük hazırlanacağını vurguladı. ABD Kıbrıslı Türklerin lehinde atacakları adımları değerlendirdiklerini duyurdu. Sonuç ne oldu? Kıbrıs sorunu çözülemedi. Kıbrıslı Rumlar referandumdan bir hafta sonra “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak AB’ne tam üye oldu. Kıbrıslı Türklerin üzerindeki ambargoda kaldırılma veya hafifletilme yönünde bir değişiklik olmadı. Uluslararası çevrelerin Kıbrıslı Türklere ve Türkiye’ye verdikleri sözlerin hiçbiri yerine getirilmedi. AB tam üyeliği yolunda Türkiye’nin önü açılmadı; aksine tıkandı. BMGS’nin 24 Nisan 2004 referandumlarının sonuçları hakkında yayınladığı raporu BM Güvenlik Konseyi’nin önüne dahi gelemedi; rafa kaldırıldı. Aradan geçen 7 yıl içinde, daha önce Kıbrıs Türk Tarafı’ndan ve Türkiye’den AB süreci ile bağlantılı olarak Kıbrıs ile ilgili olarak yapılan taleplerin tekrarına devam olundu. En son olarak da AB’nin lideri konumundaki Almanya’nın Başbakanı, yakın geçmişte yaşananların üzerine sünger çekerek, Kıbrıslı Rumların çözüm arayışlarındaki tutumundan övgüyle söz etti; Kıbrıs Türk Tarafı’nı Rumların “cesaretli ve yaratıcı” adımlarına “mukabele edememekle” suçladı. Türkiye’den “çözüm için daha fazla gayret göstermesini” istedi. Merkel’in ziyaretinden sonra son 9 yıldır KKTC’de ve Türkiye’de “millî dava” Kıbrıs konusunda yapılan hatalar gözden geçirilip, gereken sonuçlar çıkarılabilirse, Merkel’in GKRY’ne ziyaretinin yine de faydalı sonuçlar vermiş olduğu söylenebilir. Bununla beraber, ülkesinde 3 milyona yakın Türk’ün yaşadığı Almanya’nın Başbakanı’nın Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren Kıbrıs ve AB gibi konularda Türkiye’ye karşı açıktan tavır koyabilmesi ve bunu hem de Güney Kıbrıs’ta yapabilmesi çeşitli yönlerden düşündürücü değil midir? --------------------------------------------------------