Bu soruya cevap; hem evet hem hayır olabilir. Toplumlar kendi yapısına uygun lider seçebildikleri gibi, zor şartlarda ortaya çıkan liderlerde toplumu değiştirebilmektedirler. Toplumun sözcüsü, onların mağduriyetlerini karşılamak suretiyle ortaya çıkan liderler genellikle toplumun sureti olarak görünürler.
Her toplumun lider seçimleri, o toplumların gelenek, görenek ve demokrasiye inançları, aile yapısı ve o an içinde bulunduğu ekonomik ve ruh haliyle yakından ilgilidir. Sovyet Rusyası komünizm geçişi, ezilmiş işçi sınıfının sorunlarına değinerek, güç kazanarak iktidara gelmişlerdir. Ve sonuçta daha fazla kazanma, adalet ve eşit dağılım söylemleriyle gelen rejim devleti güçlü kılmasına rağmen, halkına yıkanacak sabunu dahi tedarik edememesiyle son bulmuştur. 70 yıllık dönemde, halkın manevi ve dini duyguları zayıflamış. Vatan sevgisi yok olmuş. Müteşebbis duyguları törpülenmiş. Halk tembelliğe alışmış. Yaratıcılık ruhu yok olmuş.  Yanlışı ve doğruyu sorgulamayan yığınlar haline dönüştürülmüştür. Alkol kullanımı alkolik bir hal almıştır. Birey olmanın zevkine varamadan, hayatları son bulan milyonlarca insan, bu şekilde hayatlarını yaşamışlardır. Hukukun olmadığı, sadece kendisine verilen hakla yetinen bir kalabalıklar yığını vaziyetine getirmiştir.
Dünyada baskıcı rejimler, halen dünyanın birçok ülkesinde uygulana gelmektedir. Bu rejimler, yönettikleri ülkedeki toplumları, dini ve ahlaki gelişimlerinin önünde büyük engeller teşkil etmektedir. Dil ve dinlerinde değişiklik olabilmektedir. O toplumun geleneklerine ve genlerine uymayan sistemleri yerleştirmeye çalışan yönetimler, istedikleri sonucu alamadıkları gibi ülkelerini kaosa sürüklemektedirler.
Bugün Ortadoğudaki maalesef çekilen savaş ve gözyaşları İslam’dan değil İslam’ın emirlerine uymadıklarından veya anlayamadıklarından. Tüm bu olumsuzluklara, bir de petrol yataklarının zenginliği, emperyal güçlerin bu bölgedeki hesaplarından kaynaklanmaktadır. Çünkü Ortadoğudaki demokrasi ve hukukla yönetilen bir ülke, asla ağa babalarının işine gelmez. Hele, hele İslam’ın anlayarak yaşayan bir toplumu, asla istemezler. Eğer İslam’ı anlamış olsalardı, bugün asla mezhep savaşları yaşanmazdı. İşte Ulu Önder Atatürk tüm bunları görmüş ve İslam’ı hurafelerden temizlemeye çalışmış, İslam’ın şekil dini değil, merkezinde insan olduğunu anlatmaya çaba sarf etmiştir. Allah’ın yarattığı her varlığı yaratandan dolayı sevmemiz gerektiğidir. Allah (c.c.)’ı seven onun yarattığına nasıl kıyabilir veya efa cefa edebilir. Halkı müslüman, demokrasi ile yönetilen dünyadaki en iyi örnek Türkiye’dir. Mezhep çatışması yaşanmayan örnek bir ülkedir, Türkiye.
İslam hoşgörü dinidir. Aynı toprak parçasında yaşayan dini, dili, mezhebi ne olursa olsun, ülkeyi yöneten zatların, herkese eşit mesafede durması gerekmektedir. Aksi halde % 1’in bile nefretini kazanmak, farklı görmek ülkeyi huzur içinde kardeşlik içerisinde yönetmeniz mümkün değildir. Atatürk; laiklik, ülkesini herkesin paydasına olan, huzurun teminatı olarak yasalarımıza koymuştur. Bunu anlamayan, aklı kıt zevatlar dinsizlik olarak halka sunmaya çalışmaktadırlar.
Tekrar lider konumuza dönersek. Eğer bir liderin, nasıl bir ruh yapısına sahip olduğunu öğrenmek istiyorsak, yönettiği ülkedeki vatandaşların refah seviyesi, mutlu ve kendilerini güvende hissetmeleri, gelecek kaygısı taşımamaları ve en önemlisi ülkelerini sevmeleri, adalet duygularının zedelenmemiş olması ve bu gözle bakmaları, o ülkede her şeyin yolunda gittiğidir. Liderlerin, genelde geçmişleri travmalarla doludur. Gücü elde eden kişi, yaşadığı acı olaylardan dolayı, kimseye güvenmeyen “ben çektim onlarda çeksin”, herkesi düşman gören güvenmeyen, olumsuz davranışlar sergileyebildiği gibi kendini yetiştirmiş, kendi çektiği sıkıntıları başkasına çektirmeyen, geçmişten ders çıkaran, bilge biri de çıkabilir. Burada sanırım, asalet öne çıkıp belirleyici olabilmektedir.
Aynı durum şirketleri yöneten patronlar içinde geçerlidir. O şirketteki insanlara bakmak lazım. Ben şahsen en ufak bir şirkete dahi gitsem. İlk girişte o işyerinin patronu hakkında azda olsa fikir sahibi olurum. Çalışan insanlara bakarım. Yüzleri gülüyor mu, zoraki gülümsememi var. Yoksa asık bir suratımı var veya neşeli çalışanlar, kılık ve kıyafetleriyle işyeri disiplini ve temizliğiyle mutlaka size bilgi verecektir. Patronların ruh halleri sinirli, neşeli, mutlu, disiplinli halleri, ister istemez çalışanlara mutlak yansır.
Aynı durumda ülkeleri yöneten liderlerin, karakteristik özellikleri topluma yansır. Çünkü lider; örnek alınan kişi demektir. Halk önünde kim varsa onu kendisine örnek alacaktır veya kısmen yansıyacaktır malûm. Belli eğitim almış, ev kendini yetiştirmiş bireyler, buna direnebilir değişim göstermeyebilirler. Ama, halkın daha aşağı eğitim ve gelir seviyesi düşük insanları örnek davranışlarıyla, daha yukarı taşıması gereken lider, bu vasıflara sahip değilse işte o zaman, toplumun daha geri gitmesi kaçınılmaz olacaktır.
İşte bu noktada, eğer ülke demokrasi ve hukukla yönetiliyorsa, bu gidişe dur diyebilir, diyebilmelidir. Yok eğer totaliter bir rejim varsa veya baskıcı bir iktidar işbaşındaysa, işler daha bir zor olacaktır.
Liderler toplumla sağlıklı bir iletişim kurmalı, halkın beklentilerini bilmeli, ona göre davranmalıdır. Ortadoğu toplumlarında, demokrasi gelişmediği üzere, onun nimetlerini bilmeyen halk, genelde güce taparlar ve onun yanında yer almak isterler. Kendilerini böylelikle daha güvende hissetmek isterler. Bu demokrasi ve hukukun herkese eşit davrandığını ve daha sağlıklı olduğunu bilmediklerinden kaynaklanmaktadır. Batı toplumlarında ise; kişilere değil sisteme güvenirler, çünkü kişiler iktidarın verdiği güçle kendi ihtiraslarına kapılmamaları çok zordur. İktidarlar, sadece yasalar çerçevesinde hareket etmelidirler. Seçilmiş olmakla, kendi hukukumu kendim yaparım anlamı çıkmamalıdır. Hukukun evrensel olduğunu bilmeyenlerin, güç sahibi olmaları elim bir durumdur.
Sağlıklı bir demokrasi için, eğitimin ne kadar önemli olduğu devletin vatandaşlarını eğitmesi, onu sahiplenebilecek bireyler yetiştirmemiz şarttır. Cahil bir halk kitlesinin, millet olarak hayatta kalması güçtür. Zulme ve haksızlığa dur demesini bilen, hakkını kimseye ipotek etmeyecek. Dili, dini, kültürü, vatanının bekası için bilinçli bireyler yetiştirmemiz şarttır. Hiçbir Türk vatandaşımızın, fikren, manen çalınmasına asla müsaade etmemeliyiz.
Cahil derken, tabii ki az okuyan veya okuma yazma bilmeyenlerden bahsetmiyorum. Bu konuda Atatürk’ün tespiti, mükemmel anlatmaktadır;
Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa, okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören, gerçek âlimler çıkabilir.
Gaspıralı’ın söylediği gibi;
Dilde, fikirde, işte birlik