Komşularla “Sıfır Sorun”; KKTC ile Sorun “Komşularla sıfır sorun” hedefini güden bir politikayı uygulamakta olan Türkiye, Akdeniz’deki güney komşusu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile ilk defa olarak kamuoyuna da yansıyan ve Kıbrıslı Rumları sevindiren ciddi bir sorun yaşamaktadır. Bu vahim çelişki karşısında, “acaba, ‘sıfır sorun’ politikasının özellikle belirli komşularımızla ilgili olarak başarıya ulaşabilmesi için KKTC ile olan ilişkilerimizin sıfırlanması mı gerektiği” sorusunu sormaktan kendimizi alamıyoruz. Bu sorumuzda fazla şüpheci görülsek bile, KKTC ile dahi dünyanın gözü önünde sorunlar yaşayan Türkiye’nin uyguladığı “komşularla sıfır sorun” politikasının samimiyetine koşularımızın inanamayacağını düşünüyoruz. “Besleme Sorunu” ve Karşılıklı Hatalar Tarihe “besleme sorunu” olarak geçeceği anlaşılan ihtilâfın ortaya çıkmasına ve tırmanma istidadı göstermesine KKTC’de ve Türkiye’de yapılan karşılıklı yanlışlıklar sebep olmuştur. Gerçekler KKTC ile olan ilişkilerimizin içine düşürüldüğü durumun bütün boyutlarıyla isabetli olarak değerlendirilebilmesi için öncelikle Kıbrıs konusuyla ilgili temel gerçeklerin hatırlanmasına ihtiyaç bulunduğu düşüncesindeyiz. Lozan Dengesi Stratejik ve jeopolitik sebeplerle bölgesel ve küresel güçlerin daima ilgisini çekmiş ve onlar arasında rekabet konusu olmuş bulunan Kıbrıs adası, 352 yıl Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında kaldıktan sonra 1923 Lozan Barış Antlaşmasıyla İngiltere’nin egemenliği altına konulmuştur. Bununla beraber, Ada, Lozan’da Türkiye ile Yunanistan arasında kurulan hassas stratejik dengenin bir unsuru olma niteliğini muhafaza etmiştir. “Millî Davanın” Doğuşu “Oniki Ada” olarak bilinen adalar grubunun 1947 Paris Antlaşmasıyla Yunanistan’a verilmesinden sonra Yunanistan “megali idea” doğrultusunda Kıbrıs’ta da hakimiyet kurma yollarını aramağa başlamıştır. “Self- determination” ilkesinden yararlanarak Kıbrıs adasını ilhak etme maksadıyla 1954-58 döneminde BM Genel Kurulunda girişimlerde bulunmuştur. Bu gelişmeler, Kıbrıs konusunu, Türkiye’nin dış politikasında öncelikli bir gündem maddesi haline getirmiştir. Yunan generali Grivas’ın komutasında kurulan EOKA adlı terör örgütünün Ada’daki soydaşlarımızı da hedef alarak 1 Nisan 1955’de şiddet hareketlerine girişmesi üzerine de, konu, Türk basınının öncülüğünde “millî dava” olarak benimsenmiştir. Menderes Hükûmeti Millî Dava’yı Benimsiyor Konuya, ilk defa olarak, Sayın Adnan Menderes tarafından 9 Aralık 1955 tarihinde kurulan 22. Hükûmet’in programında “milletimizin üzerinde büyük bir hassasiyetle durmakta olduğu Kıbrıs meselesi” şeklindeki bir ifadeyle yer verilmiştir. Menderes başkanlığında 25 Kasım 1957 tarihinde oluşan son hükûmet olan 23. Hükûmet’in programında da Kıbrıs konusu “millî dava” olarak nitelenmiştir. Daha sonra kurulan birçok hükûmetin programında ve TBMM’nin konu hakkında kabul ettiği kararlarda ve bildirilerde “millî dava” kavramına yer verilmiştir. Neden “Millî Dava” Bu neden böyle olmuştur? Çünkü, Türkiye, tarihî bağlarının olduğu ve güney sahillerimizden 70 km güneyde yer alan Kıbrıs adasının stratejik ve jeopolitik bakımdan kendi güvenliği ve bölgesinde etkili rol oynayabilme yeteneği ile doğrudan ilgili bulunduğunu Devlet ve Ulus olarak isabetle değerlendirmiştir. ( Kıbrıs adasının doğrudan Türkiye’nin güvenliği açısından taşıdığı önem, Sayın Mesut Yılmaz başkanlığında 30 Haziran 1997’den 11 Ocak 1999 tarihine kadar görev yapan 55. Hükûmetin programında “Hükûmetimiz Kıbrıs’ın yalnız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için değil, doğrudan doğruya Türkiye’nin güvenliği açısından da yaşamsal önem taşıdığının ve bu önemin arttığının bilincindedir” şeklindeki ifadelerle belirtilmektedir ) Yunanistan’ın Kıbrıs’ı da ilhak suretiyle Anadolu’yu güneyden de kuşatma emeline kararlılıkla karşı koyma iradesini taşımıştır. Çünkü, Türk Ulusu’nun ayrılmaz bir parçasını oluşturan Kıbrıs’ta yaşayan soydaşlarımız varoluş mücadelelerinde anavatan olarak benimsedikleri Türkiye’yi tek güvence olarak gördüklerini ortaya koymuşlardır. Çünkü, Türkiye, Kıbrıslı soydaşlarının varoluş mücadelesine destek vermenin, kendisi için tarihî, insanî ve ahlâkî bir vecibe olduğu kadar, Anadolu yarımadasının güvenliğine ve ekonomik yaşayabilirliğine olan katkılar açısından da hayatî önem taşıdığının farkında olmuştur. Böylece, Türkiye ve Kıbrıslı soydaşlarımız, kaderlerinin ve çıkarlarının ortak olduğunun bilinci içinde “anavatan – yavru vatan” söyleminde ifadesini bulan bir içtenlikle ve haklı olduklarına inananlara mahsus bir kararlılıkla “millî dava” etrafında birbirleriyle ayrılmaz biçimde kenetlenmiştir. Bu ortak kararlılık, Türkiye’ye Kıbrıs’ta fiilî ve etkili hukukî hak ve yetkiler kazandıran; bu çerçevede, 1878’de Ada’dan ayrılan Osmanlı askerinin yerine kahraman Türk Silâhlı Kuvvetlerine mensup bir birliğin Ada’da konuşlandırılmasını sağlayan 1960 Andlaşmalarının ortaya çıkmasında en temel etkenlerden biri olmuştur. Bu Antlaşmalar, Türkiye’nin dış politika tarihinde Adnan Menderes Başkanlığındaki Hükûmet zamanında sağlanan en parlak başarılardan birini oluşturmuştur. İç Denge 1960 Antlaşmaları, Kıbrıs’taki iki topluma ayrı ayrı kurucu ortaklık statüsü tanımış, onları eşit hak ve yetkilerle teçhiz etmiştir. Böylece Ada’daki çözüm şeklinin “iç dengesini” sağlamıştır. Dış Denge Türkiye ve Yunanistan’a Kıbrıs ile ilgili olarak tanıdığı eşit hak ve yetkiler ve garantörlük statüsü ile de anılan Antlaşmalar iki Devlet arasında Kıbrıs bakımından stratejik bir denge kurmuştur. Bu da çözüm şeklinin “dış dengesini” oluşturmuştur. “Millî Dava” Vasfı DP iktidarına karşı 27 Mayıs 1960 askerî darbesini gerçekleştiren ve DP Hükûmeti’nin icraatını her yönden suçlayıp mahkûm eden ekibin, mimarlığını Sayın Adnan Menderes ile Sayın Fatin Rüştü Zorlu’nun yaptıkları 1959 Zürih ve Londra belgelerini 16 Ağustos 1960 tarihinde Antlaşma olarak imzalayıp yürürlüğe koyması da, Kıbrıs konusunun kazandığı “millî dava” vasfının bir başka tezahürüdür. “Millî Dava” Külfet Değil Kıbrıs sorununun Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk halkının yönetimlerinin tutumlarından kaynaklanmayan sebeplerle günümüze kadar uzanan gelişmelerinin seyri içinde, Türkiye ve Kıbrıslı soydaşlarımız, “millî davanın” ortak hedeflerimize ulaştırılabilmesi için her türlü feragat ve fedakârlığı ortaya koymuştur. Türkiye, demokratik rejimin işleyemediği iç siyaset bakımından en istikrarsız dönemlerde, “70 sente muhtaç kalındığı”, devlet dairelerinde ısıtma için yakıt bulunamadığı ve ABD’nin silâh ambargosunun uyguladığı yıllarda dahi “millî davayı” yürütmede aciz göstermemiştir. “Millî davanın” kendisi için bir külfet olduğu izlenimini yaratmamıştır. Ortak Çıkarlar Türkiye Kıbrıslı soydaşlarımızın varoluş mücadelesini desteklemek suretiyle aynı zamanda Ada ile ilgili kendi çıkarlarını korumuştur. Kıbrıslı soydaşlarımız da 21 Aralık 1963’den itibaren Rum-Yunan ortak tehdit ve saldırılarına karşı 11 yıl feragat, fedakârlık ve kahramanlıkla direnerek, hem Ada’daki varlıklarını korumuşlar, hem de Türkiye’nin yüksek çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Barış Harekâtı Sayın Bülent Ecevit başkanlığındaki 37. CHP – MSP koalisyon Hükûmeti Türkiye’nin Kıbrıs’taki soydaşlarımıza yönelik tarihî ve ahdî vecibelerini yerine getirmek üzere 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı’nı gerçekleştirmek için karar alırken ve Türk Ulusu’na daima övünç kaynağı olmuş bulunan kahraman TSK 5 gün gibi kısa bir zaman zarfında hazırlanıp harekâtı zaferle sonuçlandırırken, Türkiye’nin harekâtının parayla ifade edilen bir maliyet hesabı yapılmış değildir. “Millî Davaya” Hizmet Heyecanı Türkiye, bir zamanlar Ada’da “azınlık” olarak görülen soydaşlarımızın varoluş mücadelesini desteklerken; çeşitli aşamalardan geçen devlet olarak teşkilâtlanma gayretlerine arka çıkarken ve 15 Kasım 1983 tarihinde ilân edilen KKTC’ni uluslararası toplumun eşit bir üyesi olarak tanıma kararını alırken, ortak çıkarlara dayalı “millî davaya” hizmet etmeninin bilincine ve heyecanına sahip olmuştur. Şehitlerimiz Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye ortak “millî dava” uğruna yüzlerce şehit vermişlerdir. Karşılıklı Sevgi ve Saygı Türkiye ve KKTC, “millî davanın” yürütülmesinde zaman zaman ortaya çıkmış olan görüş ve tutum farklılıklarının üstesinden kapalı kapılar arkasında gelebilmişler; karşılıklı taleplerini, sitemlerini ve kırgınlıklarını, karşılıklı sevgi ve saygı esasları dairesinde davaya zarar vermeden ifade edebilmişlerdir. “Toplumsal Varoluş” Mitingi KKTC’de Hükûmet’in, her zaman olduğu gibi, Türkiye ile de istişare halinde uygulamaya koyduğu kemer sıkma amaçlı ekonomik tedbirleri KKTC’de mükemmel işleyen demokrasinin nimetlerinden yararlanılarak protesto etmek için Lefkoşa’da 28 Ocak 2011 günü adına “toplumsal varoluş” denen bir miting düzenlenmiştir. Bu miting, amacından saptırılarak Türkiye karşıtı bir hareket haline dönüştürülmüştür. Mitingde “Kurtarıldık mı HAS..KTİR”; “Ankara ne paranı, ne paketini, ne memurunu istiyoruz”;“Ayşe evine dön, bilet bizden” şeklinde şuursuzluğun ifadesi olan iğrenç ifadelerin yer aldığı pankartlar ve sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bayrağı açılmıştır. Etkinliğe destek veren partilerin isimlerini öğrendiğimiz zaman bu hadise aslında bizim için şaşırtıcı olmamıştır. DP Katılmamalıydı Ancak, hemen belirtelim ki, mitinge katılmaktan beklediği iç siyaset kazancı ne olursa olsun, Serdar Denktaş’ın başkanı olduğu DP’nin isminin mitinge destek veren CTP, TDP, BKP ve YKP gibi siyasî partilerin isimlerinin arasında yer almasını yadırgamış bulunuyoruz. Trodos Eylemi Basında çıkan haberlerden CTP, TDP, BKP ve YKP gibi siyasî partilerin gençlik kollarının mitingden sonra Trodos dağına çıktığını; Rumlarla ve AKEL’in gençlik örgütü EDON ile birlikte ortak etkinlik düzenlediklerini ve bu çerçevede “İşgale Son Vermek İçin Hep Birlikte – Yeniden Birleşmek İçin Hep Birlikte”; “Atilla Kıbrıs’tan Dışarı” gibi ifadeler içeren pankartlar açıldığını öğrendik. Rumlar tarafından kullanılmalarına izin verdikleri için kendilerine acıdık. Kınıyoruz KKTC halkının büyük çoğunluğunun tasvip etmemiş ve hattâ kınamış olduklarına inandığımız ve inanmak istediğimiz KKTC’deki bazı partilerin Türkiye’ye karşı ortaya koymakta beis görmedikleri bu hasmane tutumu nefretle karşılıyor ve kınıyoruz. KKTC’de “Anavatan” Kavramını Benimsemeyen Unsurlar Yukarıda zikredilen Partilerin temel belgelerinde ve programlarında Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak TBMM’nin Kıbrıs konusunda bu vakte kabul ettiği çeşitli kararlar ve bildirilerde yer alan unsurlar yer almamakta ve bu partilerin söylemlerinde “anavatan Türkiye” ve “millî dava” kavramları bulunmamaktadır. CTP ve AKEL - Yoldaş CTP’nin ve AKEL’in liderlerinin birbirlerini “yoldaş” olarak nitelemektedirler. Oysa AKEL Kıbrıs konusunda tam bir Elen milliyetçisi gibi hareket etmektedir. AKEL 1966’da ENOSIS kararı almış bulunmaktadır. Hristofyas, “ben Makarios’un izini takip etmekteyim ve EOKA’nın mücadelesinden ilham almaktayım” şeklinde konuşmayı sürdürmektedir. KKTC ve Gözyaşı CTP’nin eski lideri Talât’ın KKTC’nin kuruluşu vesilesiyle üzüntüden ağladığını itiraf ettiğini biliyoruz. Hristofyas: “Talât ile Aynı Safta Savaş Savaşıyoruz – Özker Özgür ile Aynı Vizyon” Sayın Talât’ın KKTC Cumhurbaşkanı olarak 1 Ekim 2008’de AKPM’de yaptığı konuşmada bir kere olsun KKTC’nin ismini zikretmediğini; oysa, aynı kürsüde bir gün önce konuşan Hristofyas’ın sık sık “Kıbrıs Cumhuriyeti” kavramını dile getirdiğini ve “Kıbrıs Halk Hareketi’nin savaşçıları olarak başlattığımız asil mücadelede Kıbrıs Türk Toplumu’nun şimdiki Lideri Mehmet Ali Talât ile 1980’li yılların başından itibaren aynı safta savaştığımı ifade etmekten memnuniyet duyuyorum…..sizi temin ederim ki Bay Talât ile ve O’nun selefi hatırasını saygıyla selâmladığım müteveffa Bay Özker Özgür ile AKEL ve CTP’nin liderleri olarak oluşturduğumuz vizyona bağlı olmağa devam etmekteyim…” şeklinde konuştuğunu hatırlamaktayız. YKP: Garantörlük Kalkmalı 28 Ocak mitingine destek veren YKP’nin programında “..ada koşulsuz ve istisnasız tamamen silâhsızlandırılmalı, garantör ve garanti diye adamızı devamlı müdahale altında tutan kurallar kaldırılmalıdır” şeklinde Rumların görüşlerini yansıtan ifadelerin yer aldığını biliyoruz. Ortak Hatalar Sorun Yarattı “Millî Davada” yaşanmakta olan sorun KKTC ve Türkiye tarafından yapılan hataların sonucu ortaya çıkmış bulunmaktadır. KKTC Açıklama Yapmadı KKTC’nin resmî makamları mitingin tamamlanmasından hemen sonra açıklamalar yaparak “anavatan” Türkiye’ye karşı takınılan ve KKTC halkının çekmekte olduğu ekonomik sıkıntılara ilişkin olanlar da dahil, hiçbir gerekçenin haklı gösteremeyeceği hasmane tutumu kesin bir dille kınamaları ve açıklama metinlerini süratle Ankara’ya ulaştırmaları gerekirdi ve bu kendilerinden beklenirdi. Bu nedense zamanında yapılmamıştır. Türkiye Diplomasi Kanalını Kullanmalıydı KKTC’nin bu ihmali karşısında, KKTC ile “millî davanın” yürütülmesinde bir ihtilâfa düşüldüğü görüntüsünü yaratmamak için, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın diplomatik kanaldan gecikmeksizin KKTC nezdinde bir hatırlatma da bulunması gerekirdi. Yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Hatırlatmaya rağmen KKTC makamları sessiz kalmış ve bir kınama bildirisi yayınlamamışlarsa, bu da ziyadesiyle düşündürücüdür. “Ülkemizden Beslenenler” Tepkisi 28 Ocak mitinginde yaşananlar, Türk kamuoyuna ertesi gün bütün çıplaklığıyla yansımış değildi. Hadise, Başbakan Erdoğan’ın Kırgızistan’a vaki ziyaretinin sonunda düzenlenen basın toplantısında kendisine Lefkoşa’daki miting hakkında yöneltilen bir soru üzerine düşüncelerini ve hissiyatını dile getirirken kullandığı ve içinde “ülkemizden beslenenler” nitelemesinin de geçtiği bilinen sözlerle 4 veya 5 Şubat’ta, esasen yüklü olan Türkiye’nin gündeminde “KKTC’de ‘sen kimsin be adam!’ bombası” ve “Erdoğan KKTC’ni bombaladı” gibi başlıklarla üst sıralarda yer almıştır. Anavatan – Yavru Vatan Arasında Başa Kakma Olmaz Lefkoşa’daki mitingde “millî dava” ruhu ile bağdaşmayan Türkiye aleyhtarı çirkin bir tutum sergilenmesinden ve buna KKTC makamlarınca sessiz kalınmış olmasından üzüntü duymamak ve tepki göstermemek mümkün değildir. Yine de, Sayın Başbakan’ın konu hakkındaki tepkisini diplomatik kanallardan izhar etmesini “millî dava” açısından tercih ederdik. Tepki göstermekte ne kadar haklı olunursa olunsun “millî dava” anlayışı içinde “anavatan – yavru vatan” kucaklaşması çerçevesinde “besleyen – beslenen” düşüncesine ve “başa kakma” tavrına yer olmadığını düşünüyoruz. “Ülkemizden beslenenler…” sözünün maksadı çok aşan bir ifade olduğu görüşündeyiz. Lefkoşa’daki ve Trodos dağındaki gösteriyi yapan çevrelerin ve onların tavrına alkış tutacağından emin olduğumuz Rumların bu sözü istismara yelteneceklerini tahmin ediyoruz. Asıl Hata ANNAN Plânı Döneminde İşlendi Söylememiz gerekir ki, asıl büyük hata Türkiye’de ve KKTC’de ANNAN Plânıyla ilgili süreç boyunca ve bir süre de sonrasında işlenmiştir: Kıbrıs sorununda 1963 sonundan itibaren süren çözümsüzlüğün sorumlusu sanki Türk Tarafıymış gibi bir dil kullanılmış ve tutum takınılmıştır. 1968 – 2002 arasındaki dönemde bütün çözüm teşebbüslerinin Rumlar ve Yunanistan tarafından baltalanmış ve engellenmiş olduğu gerçeği hatırlanmak istenmemiştir. Türkiye’nin ve KKTC’nin çözüm arayışlarında “bir adım önde yürümeleriyle” sorunun çözüleceği zannedilmiştir. AB çevrelerinin Türkiye’nin AB tam üyelik sürecinde başlıca engelin Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlük olduğu yolundaki kasıtlı beyanlarının etkisi altında kalınmış ve hattâ buna inanılmıştır. Türkiye de AB’ne tam üye olmadan Kıbrıs Türk halkının “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne” yamanarak AB’ne katılmasının sakıncası göz ardı edilmiştir. On yıllar boyunca “millî davanın” bayraktarlığını yapmış ve çözüm arama sürecinde millî çizgiyi titizlikle korurken bir taraftan da gereken her türlü esnekliği göstermiş olan Sayın Rauf Denktaş’ın yerine, fikren ve ruhen “millî dava” anlayışında olmayan ve Türkiye’yi “anavatan” olarak görmeyen ve ayrıca Kıbrıs sorununun çözümü hakkında Türkiye’nin ve KKTC’nin millî çizgisinden farklı bir vizyona sahip bulunan, Lefkoşa’daki son menfur mitinge de destek veren güçlerden Kıbrıs sorununun ortak millî çıkarlara uygun bir çözüm elde edilmesi için medet umulmuştur. Türk Tarafı’nın ANNAN Plânı’nı Kabul Etmesi Umulanları Getirmemiştir Hatırlamak icap ederse, o dönemde Türkiye’nin ve KKTC’nin açıkça çözüm isteyen yaklaşımı ve göze aldığı fedakârlıklar Kıbrıs sorununun çözümünü sağlamamıştır. Türk tarafının aşırı olumlu tutumuna rağmen “Kıbrıslı Türklerin” üzerinden ambargolar, bırakınız kaldırılmayı, hafifletilmemiştir bile. Örneğin, Temmuz 2007’de Çetinkaya futbol takımının İngiliz Luton Town takımıyla maç yapması, KKTC Devlet ricalinin stadyumda yerlerini almış olmalarına rağmen, son dakikada, GKRY, İngiltere ve AB’nin işbirliği ile engellenebilmiştir. AB’nin Kıbrıslı Türklere 26 Nisan 2004’de resmen vadettikleri hususlar da çoktan unutulmuştur. Türkiye’nin AB sürecinde önü açılacaktır ümidiyle ANNAN Plânı dolayısıyla verilen tavizlere ve ortaya çözüm için konulan desteğe rağmen AB’nin Türkiye’yi tam üye olarak kabul etme iradesini taşımadığı 2004’den sonra giderek belirginlik kazanmıştır. BMGS’nin ANNAN Plânı üzerindeki referandumun sonuçlarını KKTC ve Türkiye lehinde değerlendiren 28 Mayıs 2004 tarihli raporunun BM Güvenlik Konseyi’nin önüne getirilmesi dahi mümkün olamamıştır. Oysa, Güvenlik Konseyi Mart 2003’de Lahey’de gerçekleşen Kıbrıs buluşmasının sonuçsuz kalmasının sorumluluğunu haksız biçimde alelacele sadece Sayın Denktaş’a yüklemekte beis görmemiştir (1475 sayılı karar). 2003’deki “İşgal Ordusu” Pankartı ANNAN Plânı’nın 28 Şubat 2003’e kadar kabul edilip Anlaşmaya ulaşılmasını hararetle isteyen güçlerin o günlerde Lefkoşa’da düzenledikleri bir mitingde “işgal ordusu” pankartı açmış olduğunu konuyla ilgi eski kaynaklara yeniden bakınca hatırlıyoruz. O zaman bu ihaneti yapmış olanların 28 Ocak 2011 günü Türkiye’ye küfür eden unsurlardan başkası olmadığını da biliyoruz. ABD’nin Muhalefete Desteği ANNAN Plânı döneminde Sayın Denktaş'ın KKTC Cumhurbaşkanlığından ayrılmasının soruna çözüm getireceği sanılmıştır. ABD, İngiltere ve AB, KKTC halkını ANNAN Plânı lehinde etkilemek için Rauf Denktaş’a karşı KKTC’nin içişlerine müdahale teşkil eden davranışlarda bulunmuşlardır. Kongre için hazırlanmış bulunan ve internette yer alan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” yazılıdır. Burada zikredilen “siyasî muhalefet” 28 Ocak mitinginde Türkiye aleyhtarı pankartlar açan ve Trodos dağında Rumlarla birlikte etkinlik yapan siyasî partilerdir. Türkiye’de Söylem Değişikliği 24 Nisan 2004 referandumlarının sonuçları yanılgıları ortaya koymuştur. Özellikle son iki yıldan bu yana Türk Hükûmet ricali Kıbrıs ve AB konularında daha gerçekçi davrandıklarını gösteren demeçler vermektedirler. Bu çerçevede, Başbakan Yardımcısı Sayın Cemil Çiçek’in “Türkiye katiyen ′Ya Kıbrıs ya Avrupa Birliği, kırk katır kırk satır′ açmazına giremez, biz bunu kabul etmeyiz′′; Sayın Başbakan Erdoğan’ın, Hristofyas’ın Papadopulos’tan farklı olmadığını göstermek için, “hepsi aynı değirmenden çıktıkları için mamûl olarak fark etmiyor”; Yine, Sayın Erdoğan’ın AP’nin Türkiye’nin Kıbrıs konusunda 2002 – 2004 döneminde takındığı tutumu takdir etmeyen tek yanlı bir rapor yayınlaması üzerine Ankara’daki AB Büyükelçilerine “bu AP kör müdür” şeklindeki ifadelerini ve benzerlerini hatırlamaktayız. Bu gerçekçi ve isabetli ifadeler kuşkusuz Lefkoşa’daki mitinge destek vermiş olan güçlerin hoşuna gitmemektedir. Kıbrıs sorununun çözümü bahsinde 2002 – 2004 döneminde kendilerine destek vermiş bulunan Ankara Hükûmeti’nin söylemlerindeki değişikliğin, sözkonusu güçleri Türkiye’ye karşı tavır koymaya sevketmiş olabileceği de hatıra gelmektedir. Maaş Mukayesesi Türkiye’de yapılan bir yanlışlığın da, KKTC’nin refah düzeyini, memurların aldıkları maaşları, Türkiye’deki durumla mukayese etmek; KKTC’nin Başbakanı’na basın toplantısında maaşını sormak ve “benim başbakanlık müsteşarımın aldığı 5 milyar küsur, beyefendi 10 bin lira alıyor; bir de bu eylemi yapıyor utanmadan” şeklinde konuşmak olduğunu düşünüyoruz. Kıyaslama Rum Tarafıyla Olmalı Görüşümüze göre, KKTC’nin şartlarında, oradaki memurların maaşlarının Türkiye’dekilerden daha yüksek olması kaçınılmazdır. Ayrıca, Kıbrıslı Türkler, ister iki ayrı devlet halinde, ister bir federal yapı içinde olsun, Ada üzerinde Rumlarla beraber yaşayacaklarına göre, mukayesenin Kıbrıs Rum kesimindeki refah seviyesi esas alınarak yapılmasının ve KKTC için hedefin, Türkiye’nin de yardım ve desteğiyle, güney Kıbrıs’ın refah düzeyine ulaşmak olarak tespit edilmesinin, Ada’da kalıcı ve her yönden istikrarlı bir barış ortamının yaralatılabilmesi için zorunlu olduğunu düşünmekteyiz. Gül: Daha İyi Ekonomi Sayın Cumhurbaşkanı Gül’ün de aynı görüşte olduğunu TBMM’nin zabıtlarında görmekten memnuniyet duyuyoruz. Filhakika, Sayın Gül Dışişleri Bakanı olarak hizmet verdiği dönemde TBMM’de yaptığı konuşmada şunları dile getirmiştir: “Otuz sene geçti, bugünleri düşünerek, Türkiye, KKTC’de çok daha iyi bir ekonomi sağlayabilir, çok daha sağlam – öbür tarafta 15.000 dolar olurken burada 4000 – 5000 dolara bile ulaşamayan bir kesim bırakmazdı- millî, manevî değerlerle mücehhez kılabilirdi……orası ekonomik olarak, bütün zorluklara rağmen, cazip hale getirilebilirdi….” (TBMM Genel Kurul Tutanağı, 22. Dönem, 2. Yasama Yılı, 53. Birleşim, 17 Şubat 2004 Salı). “Cuma Sövdüler, Pazartesi Parayı Aldılar” Türkiye’de dile getirilen “28 Ocak’ta bize küfredenler 31 Ocak’ta Türkiye’den giden 145 milyon liradan 13. maaşlarını aldılar. Cuma günü sövdüler, pazartesi parayı aldılar” şeklindeki sözlerin “anavatan – yavru vatan” ilişkilerinin ve “millî davanın” ruhuyla bağdaşmadığı görüşündeyiz. Bu sözlerden, eminiz kasıt böyle olmamakla beraber, Lefkoşa’daki “küfür” hadisesinin bütün KKTC halkına mal edildiği sonucunun çıkarılmasından endişe ederiz. Büyükelçi Sorunu 28 Ocak hadisesinden hemen sonra Türkiye’nin Lefkoşa Büyükelçisi’nin geri çağrılmasının yanlış bir tutum olduğu görüşündeyiz. Büyükelçi’nin yurtdışı görev süresini tamamlamış olduğu şeklindeki bir gerekçe de inandırıcı olmamakta; bir hata düzeltilmek istenirken bir başka hatanın yapılmış olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. Devletlerin, bir başka devlet nezdine görev süresinin sona ermesine 5 veya 6 ay kalmış bir Büyükelçi göndermeleri teamülden değildir. Devletler arasındaki karşılıklı saygı ve nezaket kuralları buna cevaz vermez. Şayet Türkiye Lefkoşa’ya böyle kısa süreli bir Büyükelçi göndermişse KKTC ile olan ilişkilerinde gereken dikkati ve itinayı göstermemiş demektir. Ayrıca, bir Devlet nezdindeki Büyükelçi’nin yerine, aynı ülkede geri çağrılan Büyükelçiye veya Büyükelçiliğe bağlı olarak görev yapan bir memurun atanması da, sanırız, Türk diplomasi tarihinde emsali olmayan bir uygulama olmaktadır. Bu da KKTC ile ilişkilerimize bakış açımız bakımından ziyadesiyle düşündürücüdür. Hristofyas’ı Sıkıştığı Köşeden Kurtarma Operasyonu KKTC’deki malûm çevreler, halen “yoldaşları” Hristofyas’ı müzakere masasında sıkışmış olduğu köşeden kurtarma operasyonu içindedirler. Talât – Hristofyas arasında 2008’de oluşmuş bulunan sakat çözüm çerçevesi sebebiyle görüşme masasını çok geçmeden terk edeceğini sandıkları Sayın Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun, geçirdiği ciddi sağlık sorununa rağmen Devlet’inin işini kendi sağlığının da üstünde tutarak müzakereleri aksatmadan yapıcı biçimde sürdürmekte olması olgusu karşısında hayal kırıklığına uğramış durumdadırlar. Türkiye ile KKTC arasındaki mevcut sorunu çeşitli veçheleriyle istismara yeltenecekleri bellidir. Bu sebeple, Türkiye ve KKTC gecikmeksizin yeniden “millî dava” etrafında kenetlenmelidirler. Bunu da kısa sürede başaracaklarından emin bulunmaktayız.