Kurgan, eski Türklerde geniş ve kubbe şeklindeki mezara verilen isimdir. ‘Höyük’ olarak da anılır. ‘Neolitik çağ’ olarak isimlendirilen M. Ö. 10.000 yılından 7000 yılına kadar devam ettiği belirtilmektedir. Bu dönemde insanlar, avcılık ve toplayıcılıkla besleniyorlardı. İklim şartlarının değişmesi sebebiyle ziraat yoluyla üretimin başlamasıyla Neolitik çağ sona erdi.

Neolitik çağda başlayan kurgan yapımı, M.S. 10. yüzyıla kadar devam etti. Kurganların değeri, ölü ile birlikte gömülen ziynet eşyaları ile ölçülmektedir. Türklere ait en zengin kurgan, Kırgızistan’da Issık Göl yakınındaki Esik Kurganı’dır. Burada yapılan kazıda, görenleri hayrete düşüren muhteşem işçilikle yapılmış sanat eserleri bulundu. Eserlerin önemli bölümü Kazakistan’da teşhir edilmektedir. Muhteşem bir işçilikle altından yapılmış zırhın renkli fotoğrafları bile son derece göz alıcıdır. 18-23 yaş aralığında olduğu tahmin edilen cesede giydirilmiş zırh, tamamen saf altından yapılmıştır. Hükümdar oğlu olduğu tahmin edilen cesedin üzerinde bir kaftan, çizme ve külah şeklinde bir başlık bulunmaktadır. Başlığının üzerinde ise kuş tüyleri, tuğlar, boynuzlu kanatlı iki at motifi ve keçi kabartması yer alır. Bunun yanı sıra elbisesinde ve kemerinde de at, koyun, pars gibi hayvanların kabartmaları vardır. Cesedin belindeki kemerin sağ tarafında her iki yanı keskin bir kılıç bulunur. Kılıcı taşıyan kemer, altın plakalarla süslü ve kaplan başlı bir tokayla tutturulmuştur. Solunda ise tahta ve deri kını olan bir kama (hançer) asılıdır. Bazı kaynaklar bu devasa eserin Hunlara ait olduğunu iddia eder. Ancak Altın Elbiseli Adam’ın ömrü, yapılan karbon testiyle M.Ö. 5. yüzyıla kadar dayanınca, târihçiler bu yüksek medeniyet ürününün ‘Bozkırın Kuyumcuları’ lakabıyla nam salan Saka Türklerine (İskitler) ait olduğunu kabul etmişlerdir.

Prof. Dr. Yaşar Çoruhlu, eski Türklerin muhteşem bir medeniyete sâhip olduklarını ortaya koyan kurganlar üzerinde yaptığı araştırmaların neticelerini eserinde okuyucuya sunuyor. Eser Orta ve İç Asya’nın erken dönemine ait kurganları ihtiva ediyor. 2015 yılında basılan kitap târihî bir kaynaktır.

Eserde yer alan çizimlerden iç içe çemberler hâlindeki farklı odalara insanların ve atlarının gömüldüğünü öğreniyoruz. Kurganlar, belli bir şahsa ait olabileceği gibi, toplu mezar şeklinde de olabiliyor. Çıkan eşyalardan o dönemde yaşayan Türklerin gelenekleri, hayat tarzı, zenginlikleri ve medeniyet seviyeleri hakkında bilgi edinmek mümkündür.

Kurganlardan çıkan eşyalar üzerinde radyokarbon ve deondrokronoloji gibi teknikler kullanılarak târih tespiti çalışmaları da yapılabilmektedir.

Kitapta yer alan Kazakistan bozkırlarındaki Sintaşta kurganları Orta ve İç Asya'nın sonraki devir mezar anıtı mimarilerini önemli oranda etkilemesi açısından ve geliştirilmiş kurgan tipleri bakımından dikkati çekmektedir. Her ne kadar yabancı araştırmacıların bir bölümü tarafından Hint-İran kültürüne ait oldukları iddia edilirse de bu hususun, sâdece tarafgir bir yorumdan ibâret olduğu ispat edilmiştir. Deliller, bu dönemde bu bölgedeki kurganların târihleri itibariyle Türk kültür çevresi paralelinde ele alınabilecek bir kültür numuneleri olduğunu ortaya koyuyor. Aynı şekilde Türk kültürünün devamı olduğunu bu şekilde yorum yaparak Türklerin değişen kurgan kültürü özelliklerinin temsilcisi olduğunu daha iyi anlaşılıyor. Böylece batılı ilim adamları kabul etmeseler bile Türklerin târih sahnesine çıkış târihleri hususunda mühim ipuçlarına ulaşılmaktadır. Kazılara ve araştırmalara devam edildikçe, inkârı mümkün olmayan hakikatlere ulaşılacağı şüphesizdir.

Kitapta abide, anıtmezar külliyesi, tapınak, bark kelimelerinin kullanımı ve ifâde ettikleri mânâ özellikleri açısından târih boyunca farklı dönemlerde değişime uğramaları ve detaylı olarak yapılara karşılık gelen kullanımların bölgedeki kültürü yansıtması açısından önemli bilgiler verilmektedir. İdil-Ural kurgan kültürünün yerleşim yerleri, bölgede yaşayan Türklerin ve diğer Avrasya Türk halklarının arasındaki temel kültür unsurların, kurganların Hint-Avrupalılara ait olduğu zannedilen özelliklerin belirlenebilmesi açısından önemli şifreleri barındırmaktadır. Prof. Çoruhlu eserinde; Orta Asya ile bağlantılı mezar odalarına resim yapma geleneğinin, târihî sürecine dikkat çekiyor. Kültiginden örnekler vererek Kültigin Külliyesindeki ‘bark’ denilen kare biçimdeki çizimlerden Moğolistan’daki Göktürk kurganları arasındaki benzerlikler üzerinde hassasiyetle duruyor.

Çin kaynaklarında Göktürk cenâze merasimleri ile ilgili bazı ifâdeler, batı kaynaklı söylentilerin yanlışlığını ortaya koyan tamamlayıcı bilgileri, Prof. Abdülkadir İnan’ın tercümesiyle veriyor. Kitapta Tang Sülâlesi târihi ile ilgili bölümde şöyle deniyor:

‘Ölüyü çadıra koyarlar. Oğulları, torunları, erkek, kadın başka akrabası atlar ve koyunlar keserler ve çadırın önüne sererler. Ölü bulunan çadırın etrafında at üzerinde yedi defa dolaşırlar. Kapının önünde bıçakla yüzlerini kesip ağlarlar. Yüzlerinden kan ve yaş karışık olarak akar. Bu töreni yedi defa tekrar ederler. Sonra muayyen bir günde ölünün bindiği atı, kullandığı bütün eşyayı ölü ile beraber ateşte yakarlar; külünü, yılın muayyen bir gününde, mezara gömerler. İlkbaharda ölenleri sonbaharda, otların ve yaprakların sarardığı zaman gömerler. Kışın veya güzün ölenleri çiçekler açıldığı zaman (ilkbaharda) gömerler. Defin gününde ölünün akrabası, tıpkı öldüğü günde yaptıkları gibi, at üzerinde gezer ve yüzlerini keser ağlarlar. Mezar üzerinde kurulan yapının duvarlarına ölünün resmini çizerler, hayatında yaptığı savaşları şekillerle anlatırlar. Bu ölü ömründe bir adam öldürmüş ise mezar üzerine bir taş (balbal) koyarlar. Bazı ölülerin mezarında bu taşlar yüze hatta bine baliğ olur. Atlar ve koyunların kurban ettikten sonra kafalarını kazıklar üzerine korlar. Yerleştirirler.’ (s. 373).

Ölü gömme kültürünün kitapta da bahsi geçtiği üzere Göktürkler döneminde Kazakistan bölgesinde çocukların koyunlar ve koçlarla; yaşlı ve savaşçıların atlarla birlikte gömüldüğünü öğreniyoruz. Yerin üstünde ise yaşayış şekillerine veya geleneklerine dair kalıntıların resmedildiğini savaşçının öldüğünde gittiği yerde yalnız kalmaması için değerli eşyaları yanlarında yer aldığı düşünülmektedir. Bu gibi çeşitli inanışlar eserde örneklerle anlatılmaktadır. Prof. Çoruhlu’un bin yıllar boyunca vatanı ve milleti ve de milletinin insanlık ideali için canını veren, aziz Türk şehitlerine ithaf ettiği eser, 16,5 X 23,5 santim ölülerinde 600 sayfadır. ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş. İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50 Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: [email protected] www.otuken.com.tr

Prof. Dr. YAŞAR ÇORUHLU: 1 Ocak1964 târihinde Trabzon’da doğdu. İstanbul’da Dâvutpaşa Lisesi’nden ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Târihi Bölümünden mezun oldu. Çalışma hayatına mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Târihi Bölümü’nde asistan olarak başladı. 1986 yılında yüksek lisansını tamamladı. 1993 yılında Yrd. Doç. Dr., 2002 yılında Doç. Dr., 2006 yılında Profesör oldu. Eserlerinden bâzıları: *Türk Sanatının ABC’si (1993), *Türk Sanatında Hayvan Sembolleri (1995), *Türk Mitolojisinin ABC’si (1999), *Türk İslâm Sanatının ABC’si (2000), *Türk Mitolojisinin Ana Hatları (2002, 2013), *Erken Devir Türk Sanatı (2013). Milletlerarası ve millî kongrelerde sunulmuş çok sayıda tebliğ ve bildirileri, ilmî makaleleri vardır. Ansiklopedilerde maddeler yazmıştır.

KUŞBAKIŞI

MEHMET AKİF ERSOY - HAYATI - SECİYESİ - SANATI

Ülkemizde edebiyat tarihçiliği sâhasında en parlak örneklerin bir kısmını veren Mithat Cemal Kuntay, içten dili ve kıvrak kaleminde otuz beş yıldan fazla devam eden bir dostluğun hikâyesini anlatıyor. Kuntay’ın çocukluğundan itibâren hayatının her yönüne kelimenin tam mânâsıyla hâkim olan Mithat Cemal Kuntay, kısa kısa dokunuşlarla dindar bir şairin İstanbul’da nasıl gelişip olgunlaştığının tablosunu çiziyor. Hayatı, Seciyesi ve Sanatı adlı üç ana bölümden oluşan bu eseri okumayı bitirdiğinizde İstiklal Marşı şâirimiz Mehmet Âkif Ersoy’un şiirini, hakîkat uğruna hayatını gözünü kırpmadan veren bir adamın, çevresindeki bütün kalabalığa rağmen yalnızlığını korumayı seçen bir adamın bütün insanî yönlerini, acılarını ve düşüncelerini öğreneceksiniz; hem de en yakın dostlarından birinin akıcı satırlarından… ‘Âkif, benim doğduğum aynı ayın aynı gününde, benim bir zamanlar oturduğum Mısır Apartmanı’nda, benim yatak odamda, benim yattığım noktada ölüyordu...’ Millî şâirimiz Mehmet Âkif’i en iyi anlatan söz yine O’nun bir mısraıdır: ‘Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir!’ Ağustos 2018 târihinde yayınlanan kitap, 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 454 sayfadır. ALFA YAYINLARI: Alemdar Mahallesi Ticârethane Sokağı Nu:15 Eminönü, Fatih, İstanbul. Telefon: 0.212-511 53 03, Belgegeçer: 0.212-519 33 00, e-posta: [email protected] // www.alfakitap.com.tr

SURİYE KRİZİ VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI

‘Arap Uyanışı’nın bir uzantısı olduğu söylenen, gerçekte ise dış tahriklerin ve desteklerin ürünü olarak 2011 yılında patlak veren ve son 7 yıldır devam eden, zamanla da milletlerarası politikanın çözümlenememiş bir düğümü hâline gelen Suriye Krizi, bütün Ortadoğu bölgesinin geleceğini şekillendirecek çok önemli bir hâdisedir. Prof. Dr. Ömer Göksel İşyar tarafından yazılan, 16 X 20 santim ölçülerinde, 610 sayfa hacimle, Ağustos 2018’de yayınlanan bu kitapta kronolojik olarak Suriye krizinin geçirdiği safhaları ve bu safhalar içinde Türkiye’nin, problemle alakalı dış politik yaklaşım ve eylemlerinin analizi de bulunuyor. SAYDA YAYINCILIK: Ziya Gökalp Caddesi Nu: 21 Kat: 3 Kızılay, Ankara Telefon: 0.312-435 19 19 Belgegeçer: 0.312-435 96 97 e-posta: info@sayda yayincilik // www.saydayayincilik.com

FÂTİH SULTAN MEHMED HAN:

‘İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.’ Hz. Muhammed (sav) Dünya târihi çok az zamanlarda İstanbul’un Fethi gibi eşine az rastlanan olaylara şâhit olmuş, çok nâdir zamanlarda târihin seyrini değiştiren büyük komutanlar görmüştür. İşte bunların hiç şüphesiz belki de en başında sayılacak olanlarından biri de Fatih Sultan Mehmet Han’dı. Fâtih, dünya üzerinde eşine az rastlanan bir devlet başkanı idi. Devlet yönetiminde kendisine rehber edindiği yegâne kişi Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sav) olmuştu. Hz. Ebubekir’in sadakati, Hz. Ömer’in adâleti, Hz. Osman’ın yumuşak huyu, Hz. Ali’nin cesâreti adeta Sultan Fatih ile tekrar yeryüzüne inmişti... İşte bu sebeple özellikle hayatımıza ışık tutması açısından O’nu tanımak ve gelecek nesiller tarafından tanınmasını sağlamak bizim yegâne görevlerimizden biri olacaktır. Şeref Yumurtacı’nın telif ettiği eserde; İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimizin övgüsüne nail olan Cihan Pâdişahı Fatih Sultan Mehmed Han’ın nasıl yetiştirildiğini anlatıyor. 13,5 X 19,5 santim ölçülerinde 96 sayfalık kitap, Ağustos 2018’de yayınlandı. PERGOLE YAYINLARI: Yayla Mahallesi, 1601. Sokak Nu: 15 Isparta. Telefon: 0.505-472 81 06 e-posta: [email protected] // www.pergoleyayinlari.com

KISA KISA / KISA KISA…

1-BENLİK VE VAROLUŞ: Vefa Taşdelen / Hece Yayınları.

2- ÖNCE ÇOCUKLAR VE KADINLAR: Sunay Akın / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

3- BALKAN SAVAŞI’NDA NEDEN BOZGUNA UĞRADIK? Ali İhsan Sabis / Alfa Yayınları.

4- EDEBİYAT TARİH İLİŞKİSİ: Prof. Dr. Sema Uğurcan / Dergâh Yayınları.

5- ESKİ İSTANBUL’DAN HÂTIRÂLAR: Ahmed Cemaleddin Saracoğlu / Kitabevi Yayınları - Mehmet Varış.

DERKENAR:

KİTAP OKUMAK…

Kitap okuma oranları üzerine yapılan anketlerin ortaya koyduğu rakamlar çoğu zaman iç açıcı değildir. Yayın dünyamıza kuşbakışı bakıldığında açıklanan rakamların gerçeği yansıtmadığı söylenebilir. Eski yayınevlerinin, yeni kitaplar basıp piyasaya sürmesi; bisiklet üzerindeki şahsın, düşmemek için pedal çevirmek mecbûriyetinde oluşuna benzetilebilir. Karamsar olanlar, ‘kitap basılması başka, satışı ve okunması bambaşka’ diyebilirler. Bu düşünceye ‘Eyvallah’ denilse bile, yeni yayınevlerinin kuruluşu ve faaliyete geçmesi nasıl izah edilebilir?

Karamsarların bu soruya verecekleri cevap da hazırdır: ‘Kitap yazanlar, özellikle ismi duyulmamış, tanınmamış yeni yazarlar, tanınmak ümidiyle kitaplarını bütün masraflarını kendileri karşılamak şartıyla yayınevleri ile anlaşıp kitaplarını bastırıyorlar. Yayınevi, 10.000 liraya basılacak kitap için 15.000, 20.000 lira alıyor. Bu şekilde bir kazanç sağlıyor. Basılan kitabın yarısını yazarına veriyor. Diğer yarısını sıfır mâliyetle vitrinine ve raflarına koyuyor. Satabildiği kitaplar ekstra kârı oluyor.’

Bu da mâkul bir izah. Sayılarının ne kadar olduğu bilinmese bile, bu şekilde basılan satılan kitap vardır mutlaka…

İşin daha da kötüsü var: Yayınevinin, parasını aldığı kitabı yazarına teslim etmediği de olabiliyor. Suçu, sayfa düzenlemesini yapan grafikere, kâğıtçıya, matbaacıya atıyor veya bir ay sonra, iki ay sonra diyerek oyalıyor. Yazar, heyecanlı ve sabırsız… bir an evvel kitabının çıkmasını istiyor. Dolandırılmış olmanın mahcubiyeti içerisinde şikâyetçi olamıyor. Olsa ne olacak, mahkemeden 3 seneden önce karar çıkması mümkün değil… ‘Lânet olsun!’ Deyip, başka bir yayınevine gidiyor.

Bâzı yayınevleri, yazara telif ücreti yerine, basılan kitabın % 5’i, - % 10’u oranında kitap veriyor. Kitabın satış şansı varsa, 2000 adet bastırıyor; yazara, 1000 adet basıldı diyor. Bandrol ile kâğıt ve matbaa faturaları ile kontrol mümkün değil. Çark böylece dönüyor. Yayınlanan kitaplarda çeşit zenginliği var. Yayıncılarımız her okuyucuya hitap edebilecek seviyeye ulaşmış durumda.

Kapağında, sayfa düzenlemelerinde, ciltlerinde albenili kitaplar; insanları, okumaya değilse bile kitap satın almaya özendiriyor.

Diğer taraftan, insanlarımızda, az olsa bile, okuma alışkanlıklarının geliştiğini söylemek de mümkün. Metroda, metrobüste, tramvayda, uzun hatlardaki otobüslerde ayakta olsa bile kitap okuyan genç-yaşlı, bay-bayan sayısında, hissedilir ölçüde artış var.

Kitap fuarlarındaki kalabalıklar, kitap satış mağazalarındaki müşterilerin çokluğu, görenlerde iyimserlik duygularını artırıyor.

Gazetelerin magazin sayfalarında, plaj müdâvimlerinin gün boyu kitap okuduklarına dâir haberler, resimli olarak yer alıyor.

Bunlar reklâm olsa bile, görüp etkilenerek kitaba yönelenler mutlaka vardır.

Yoksa bile mâsum iyimserliklerden kim zarar görmüş ki…