“Karakolda ayna var ayna var
Kız kolunda damga var
Gözlerinden bellidir Cevriye’m
Sende kara sevda var…”


Her dinlediğimde kara sevdayı anımsatır. Cevriye’nin türküsünü bilir ama çoğumuz hikâyesini bilmeyiz.  1947 yılında seyrediyor olaylar. Cevriye’nin hikâyesi evrensel… Eski İstanbul’un acılı yüzü Fosforlu Cevriye. Bir İstanbul masalı fonunda anlatılan yitirilmişlik. Türküsü can alıcı,  hikayesi toplum baskısının en şiddetli uygulandığı konular.
Onu bu kadar sevmemizin nedeni içimizden biri olması.  Cevriye sokak kadını olsa bile içinde bulunduğu koşullarda kendi başının çaresine bakabilen, güçlü bir kadın. 
Suat Derviş’in 1940’lı yıllarda yazı dizisi olarak yayınlanan ve ilk kez 1968’de okuyucuyla buluşan romanı. Fosforlu Cevriye’yi, Türkay Şoray ile Kadir İnanır’ın başrollerini paylaştığı filmden tanıyorduk. 1972’de Derviş tarafından senaryolaştırılıp Gülriz Sururi’ye ithaf edilen hikaye, 2008’de müzikale dönüşmüş.
Cevriye sokakta büyümüş, İstanbul’un ta kendisi olan bir kadın. Şehrin tüm kaldırımlarını, kapı eşiklerini, köprü altı yaşamlarını bilen ve kendi deyimiyle karpuz kabuğu kokan denizlerde yüzmüş, denizlerin kumu, balıkların pulu, cesur ve cilveli bir kadın. Adalet duygusu gelişmiş, ruh bekaretine  inanan bir kadın. Onun sokaklarda yaşaması, sokak işçici olması onu namussuz yapmıyor. Cevriye, ne olduğunu bilmediği ve eline tutuşturulan paket yüzünden, işlemediği bir suç yüzünden sürgün ediliyor ve “suçlu” ilan ediliyor
Zaten oyunda anlatılan da bu. Cevriye’nin hayatına ismini bile öğrenemediği, hiçbir şekilde tensel bir ilişkide bulunmadığı bir adam giriyor. Cevriye ona aşık oluyor, çünkü hayatında ilk defa biri ona kadın muamelesi yapıyor, insan yerine koyuyor. Onun kadınlığından istifade etmeye çalışmıyor. İstanbul'un karanlık, soğuk ve yalnız geceleri ay ışığında yaşanan romantizm ile Cevriye kara sevdaya tutuluyor. Cevriye’ye kadın muamelesi yapan,  sevdalandığı adam, düşüncelerini bildirilerle yayınladığı için idama mahkûm ediliyor.
 
Bugün gitme şansı bulduğum müzikal


Buruk bir aşk öyküsünün yanında insanlığı oluşturan değerlerle ilgili hikaye ve seyirciye aktarılan birçok duygu var oyunda.  Aşk olayına bambaşka gözlerle bakmanıza olanak sağlıyor. 
İki buçuk saate sığdırılan koskoca bir hayatı tiyatro sahnesinde izlerken İnsan olmanın ne demek olduğunu anladım.  Bir kaç kez sahneye çıkıp, Cevriye’nin kolundan tutup o hayatın içinden çekip çıkarmak istedim.  İnsan yerine konmanın,  değer görmenin bedelini canı ile ödedi. Tek kelime ile mükemmel bir oyun. 
 
Cevriye’nin sevdalandığı adamın, güzelim ses tonuna ve sade oyunculuğuna en içten alkışlarımı göndermekten kendimi alamıyorum.  “ Bir işin temelinde samimiyet, iyi niyet, dürüstlük varsa korkmayın, dayayın sırtınızı.” diyen sahneler. İnsan karakterlerini harmanlayan oyunda, saatler bir ömür bir su gibi akıp gitti. Fosforlu Cevriye beni ağlatmayı başardı. Tiyatronun en güçlü yanı bu olsa gerek. Başka bir dünyaya girip gerçekliğimizden uzaklaşıyoruz. Özellikle bugünlerde bu duyguya çok daha fazla ihtiyaç duyar olduk.

Hüzün bu kadar mı yakışır?


Ne acı hayat yaşamış “Moriye de fosforlum .”  Günümüzde aynı sosyal huzursuzluk, aynı düşünce suçu, aynı kadın dramı, aynı kara sevda, aynı güçlü kadın modeli.
“Zaman geçiyor, saatler geçiyor, dünya dönüyor, ömür bitiyor.” diyen,  fosforlu,
 Huzur içinde uyu, her kayan yıldızda sen varsın…
Genel sanat yönetmeni Nedim Saban olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunarım.