Kilis Valisi Güner Özmen’in  “Kırsal Câzibe Merkezleri”  kuracaklarını;  bu yöntemle iç göçü önleyerek, köylüyü üretken kılmayı amaçladıklarını söylemesi (“Gelin köyümüze geri dönelim.”  Sağduyu gazetesi, 23 Nisan 1998) hele televizyonda bir ailenin, kendi istekleriyle, hem de yeni bir heyecan ve sevinçle köylerine dönüş hazırlığı içinde olduklarını görünce, uzun zamandan beri düşünüp de henüz kaleme alamadığım, hayatî bir konuyu hemen yazmak istedim.
     Her ne kadar, gözle görülür bir yavaşlama sürecine girmekle beraber, köyden şehre göç, tam mânasıyla durmuş değil.
     Büyük şehirlerimiz, başta İstanbul olmak üzere, büyük birer köy görüntüsüne bürünmüş vaziyette.
     Nitekim, “Bir taşına Acem mülkü fedadır.”  dediğimiz dünya cenneti İstanbulumuz, beton yığını olmakta. “İstanbul Efendisi”  diye parmakla gösterilen İstanbullu vatandaşımızın yerinde yeller esmekte; o güzelim Türkçe’nin yegâne / tek mümessili / temsilcisi olan  “İstanbul Türkçesi”  unutulmaya yüz tutmuş bulunmaktadır.
     Şehre gitmenin kolaylaşması, yolların, vasıta ve araçların uzakları yakın etmesi; geride kalanların, gidenlere yerli yersiz özenmesi, köyde yaşamanın dün -her şeyin insan gücüne dayanması yüzünden- günümüze nazaran daha zor ve meşakkatli olması, köylerin şuursuzca boşalmasının başlıca sebepleri arasındadır.
     Şüphesiz, artan nüfus karşısında mevcut arazilerin herkesin ihtiyacına yeterince  cevap vermemesi, şehre göçü zarurî ve zorunlu kılıyordu. Fakat bu, köylerin tamamen boşaltılması şeklinde tecellî etmemeli, öyle sonuçlanmamalı. Temel nüfus  yerinde kalmalı; köy her zamanki hayatını devam ettirmeliydi.
     Meselâ  -hatırladığım kadarıyla-  1955’lerde 150 haneli 1000 – 1500  arası nüfûsu barındıran, Orta Karadeniz’in dağlık iç kesiminde yer alan köyümde,  -o zamanlar-  cıvıl cıvıl bir hayat vardı. Her sabah sığır, dana ve davar / koyun olmak üzere, üç ayrı sürü yayılmaya, otlamaya çıkardı. Yazın bir iki ay yaylaya göçülür; kış için hazırlıklar görülürdü.
     Bu kadar insanı barındıran köyün, maalesef bugün; evleri metrûk / terk edilmiş, bostanları harabeye dönmüş, tarlaları yabanî otlar bürümüş, hayvan nâmına hiçbir şey kalmamış, yollarını ise otlar kaplamış durumda.
     Şimdilerde daimî köy halkı, ne yazık ki beş on haneyi geçmemekte. Kaldı ki bu husus Türkiyemizin bir çok yöresi için böyle.
     Köylerin ancak, fazla nüfûsunu şehre aktarması icap ederken, köyde normal hayatlarını sürdürmesi gereken tabiî nüfûsu da; sırf; “desinler” belâsı yüzünden;  “Ben ne güne duruyorum?”  gibi yersiz bir düşünce sebebiyle lüzumundan fazla azalmıştır.
     Böylece halkımızın vâridâtı / geliri azalmakta, sarfiyatı / gideri artmakta, yâni üretici olmaktan tüketici olmaya doğru hızla gidilmekte; netîcede iktisadî / ekonomik dengeler bozulmakta, bu da pahalılık, işsizlik ve enflasyonu körüklemektedir. Nitekim şu anda nüfûsumuzun yüzde 30’u köylerde, yüzde 70’i şehirlerde yaşamaktadır.
     Şehre göçenlerin çoğu, daha iyi hayat şartlarına kavuşmuş olsa neyse. Durum hiç de iç açıcı değil. Şehrin izbe, kenar gecekondu semtlerinde, çok defa susuz, elektriksiz, hattâ yolsuz, küçük, derme çatma evlerde sıkışıp kalıyorlar.
341
     Kalabalık ailelerin, bir iki odada tıkışıp yaşamalarının doğurduğu ahlâkî mahzurlar da işin cabası. Üstelik bu elverişsiz ortamda geçimlerini doğru dürüst sağlamak için büyük küçük, kadın kız aile fertlerinin tamamının çalışması şart.
     Emin olun, köyde kalması gerekenler, şehirde katlandıkları bunca eza cefayı kendi topraklarına hasretmiş olsalar, daha rahat,  daha güzel bir hayat yaşıyacaklardır.
     Kira, su parası, vasıta gideri vb. gibi harcamalardan ve zaman kaybından uzak olmaları sayesinde, bütün çabalarını sadece evlerinin etrafındaki tarla ve bostanlarına sarfetmeleri hâlinde bile, o toprak onları  -inanın-  yeterince besleyecek, gurbet acısı duymadan bağrında barındıracaktır. Hele birkaç tane de tavuk, koyun gibi hayvanları oldu mu, mes’ele yok.
     Kaldı ki, artık hemen hemen yolsuz, elektriksiz, okulsuz, susuz köy yok gibi. Zaten elektriğin olduğu yerde, medeniyetin bütün nimetlerini bulmak  mümkün.

     Velhasıl Âşık Veysel-vâri:

          “Dost dost diye nicesine sarıldım
            Benim sâdık yârim kara topraktır
            Beyhûde dolandım, boşa yoruldum
            Benim sâdık yârim kara topraktır.”

Diyerek  soruyorum:

     -Ne dersiniz, artık köye dönmenin zamanı gelmedi mi?