GUREBÂ-İ MÜSLİMÎN HASTAHÂNESİ!..

Vakıf Gurebâ-i Müslimîn Hastahânesi, İstanbul’da, Şehremini semtindeki Yenibahçe Mevkii’nde kurulan, Anadolu Selçûkî, Osmanlı Devlet’lerimizdeki Büyük Külliye’ler içerisinde kurulan Dâruşşifâ’lardan sonra, “HASTAHÂNE,” teriminin kullanıldığı ilk Sağlık Kuruluşu...

Vâlide Sultan, İstanbul’daki Gurebâ-i Müslimîn Hastahane’sinden başka o gün için, Memâlik-i Osmaniyye’den olan, Mekke-i Mükerreme’de de bir Gurebâ-i Müslimîn Hastahane’sinin inşâine başlamış ise de, ömrü bu Hastahâne’nin itmam ve ikmâline vefa etmemiş, torunlarından, 2.Abdülhamid Han Hazretleri tarafından ikmâl edilmiştir. Bu Hastahâne’nin âkibeti hakkında maalesef herhangi bir malumât bulunmamaktadır.

Günümüzde, Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi, Tıp Fakültesi Hastahânesi olarak Türk Tıbbına hizmet veren, Gurebâ-i Müslimîn Hastahânesi, adından da anlaşılacağı üzere, Müslüman ve erkek olmak kaydiyle sadece muhtaç ve kimsesiz, “gariplerin,” meccânen tedâvi edileceği vakfiye ve nizamnâmesinde şart koşulmuştu.

Vâlide Sultan, Hastahâne’nin varlığının korunması ve tedâvî hizmetlerinin en iyi şekilde yürütülebilmesi için, zengin gelirli pek çok vakıf malı bağışlamıştı. Başta İstanbul olmak üzere, Edirne, Kırklareli ve Tokat illerinde pek çok sayıda, dükkân, fırın, haram vakfettiğini biliyoruz. Sadece Tokat’ta vakfedilen irâd getirici dükkân sayısının, ikiyüz kadar olduğu tesbit edilmişti. En dikkati çeken irâd vakıf, İstanbul-Çatalca yakınlarındaki eski ismi, Terkos Gölü, şimdiler’de “Durusu,” Gölü olarak bilinen göldür. (Bu göl, İstanbul Belediyesi İSKİ Kurumu ve Gurebâ Hastahanesiyle alakalı olarak ayrıca uzunca bir parantez açacağım.)

Vakıf Gurebâ Hastahânesi, 04 Nisan 1845 tarihinde zamanına göre modern bir şekilde inşa ettirilmiş ve günün şart’larına göre en son Tıbbî cihaz’larla teçhiz edilmiş, devrine göre en hâzik hekimler Hastahâne kadrolarına dahil edilmişti.

Gurebâ-i Müslimîn Hastahane’sinde şartlar değiştikçe ve geliştikçe, vakfiye ve nizamnâme şartları da değiştirilmiştir. İlk önce, yalnız, fakir ve kimsesiz erkeklerin tedâvîleri şart iken, daha sonraları, fakire ve garibe Müslüman kadınların da tedâvîleri imkanı getirilmiştir. Daha önceleri, yalnız Müslüman hekimlerin çalışmaları şart koşulmuşken, daha sonraları, gayrimüslim hekimlerin de çalışmaları imkân dahiline girmiştir.

Türkiye’de, Fizik Tedâvî Merkez’lerinin kurulduğu ilk hastahâne’lerden birisi Vakıf Gurebâ Hastahane’sidir. Bu merkezi kuran ve uzun yıllar bu merkez’de, tedâvî hizmeti veren, hekim, Sümer Bey adında bir Ermeni Vatandaşımızdı. 1970’li yılların ortalarında, Merhûme Annemi, kötürüm bir halde ve sırtımızda bu Merkez’e taşımıştık da, on beş seanslık bir tedaviden sonra sağlıklı olarak ve çok rahat yürüyerek Hastahâne’den ayrılmıştık.

Bezmiâlem Vâlide Sultan, Vakfiye ve Nizamnâmelerle Gurebâ-i Müslimîn hastahane’sinde yatıp-tedâvî olanlar için, öylesine şartlar vaz’etmişti ki, günümüzde, SGK ile anlaşmaları olmasına rağmen, hiçbir devlet hastahanesi, hiçbir üniversite hastahanesi, hiçbir vakıf hastahanesi, hattâ, Bezmiâlem Üniversitesi, Vakıf Gurebâ Tıp Fakültesi Hastahânesi de dahil, aradan 172 yıl geçmiş olmasına rağmen, Vâlide Sultan’ın tespit ettiği şartlara ulaşamamıştır. Vâlide Sultan, hastaların tedâvî ve rehabilitasyonu zımnında, hiçbir masraftan kaçınılmamasını, hekimlerin reçete ve tavsiyelerinin noksansız yerine getirilmesini ta’yin ve tesbit etmiştir. Gerektiğinde, hekimlerin reçete’lerinin uygulanması zımnında, “bir baş soğan bir Osmanlı altınına bedel bile olsa alınacak hastaya sunulacaktır.” Hastahâne’nin yanı başında bulunan Camii’de, iki imam, iki müezzin-kayım ve bir de vâiz, 24 saat esasıyla nevbette kalıp, Sekerât-ı Mevt’de olan hastalara, Yâsin-i Şerif ve Tebâreke Sûrelerini okurlar ve usulüne uygun Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehâdet telkininde bulunurlar.

Hasta Biizni’llâh! şifa bulduğunda, evine, hastahâne yetkililerinin refakatinde götürülür, nekâhet döneminde neler yapılacağı hasta yakınlarına bellettirilerek, hasta, yakınlarına teslim edilirdi. Hasta taşradan ise, uygun bir vasıta ile refakatinde bir hekim ve bir de yardımcı sağlık elemanı olduğu halde, memleketine götürülür, yaklaşık, bir hafta müddetle hasta yakınlarına, hastanın nekâhet döneminde neler yapması gerektiği ve nelere dikkat etmesi gerektiği fiîlî olarak gösterilir, belletilir dönerdiler.

(Hastahâne’lerde tedâvî giderlerini karşılayamadıkları için günlerce rehin tutulan, birilerinin araya girmesiyle, borç senedi imzalayarak hastahâne’den çıkabilen ve bu bono’ları ödeyemedikleri için de icra dairelerinde sürünen insanları bir hatırlayalım.)

Son onbeş yılda, Sağlık sahasında, hekime, ilaca ulaşma, poliklinik ve klinik’lerde tedâvî şartlarında olağanüstü hamleler yapıldığı inkâr edilemez. Sağlık Sigortası’nın yaygınlaşması, az geliri olanların çok düşük primlerle bütün sağlık imkanlarından faydalanmaları, hiç geliri olmayanların, Yeşil Kart uygulamasıyla devlet tarafından tedâvî edilmeleri ve ilaç’larının verilmesi elbette Şâyan-ı Şükrandır.

Adı’nın başında “Vakıf,” kelimesi bulunan Vakıf üniversiteleri hastahâne’leri veya Vakıf hastahâne’leri, aslâ Vakıf ruhuna ve Vakf’ın ifade ettiği ma’na’ya uygun davranmıyorlar.

Kazara, adı’nın başında Vakıf Üniversitesi Hastahânesi veya Vakıf Hastahânesi bulunan kurumların yakınlarında bir kaza geçirse veya bayılsa da o kurumlardan birisine kaldırılsa, tedâvisi tamamlandıktan sonra, hastahâne çıkışında kendisine kesilen faturayı ödeyebilmek için velevki, Sosyal Güvenlik Şemsiyesi tahtında olsun, evini, arabasını satmak zorunda kalmaktadırlar.

172 yıl önce, bir Vâlide Sultan, Sultan Abdülmecîd’in annesiyken, bu hizmetlerinden dolayı, bütün bir Millet’in, Azîz Türk Milleti’nin Vâlidesi olma şerefine nâil olan, Bezmiâlem Vâlide Sultan, 19.Asr’ın ortalarında başarmışken, biz, 21.Asr’ın ilk çeyreğinde niçin başaramayalım?

Tarihimizde, önümüzde, Dârüşşifâ’lar, Vakıf Gurebâ-i Müslimin Hastahanesi gibi çok güzel örnekler varken, insan’ların dert ve hastalıklarından para kazanmak için müesseseler kurmak, hastahâne’ler açmak meşrû da değil, ahlâkî de değildir. Yeri gelmişken söylemek istediğim ba’zı hususlar var. Mevzu’umuzla çok yakından alakası olmasa da, Vakıf Müessese’leri ve Vakıf ruhunu yakından alakadar oldukları için bir şeyler söylemek gerekiyor.

Bilindiği üzere, memleketimizde, Hac ve Umre ziyâret’leri, 1979 yılından beridir, Diyânet İşleri Başkanlığı organizasyonu şemsiyesi altında yürütülmektedir. Hac ve Umre ziyâretleri Diyânet’in organizesiyle veya Diyânet’in yetki verdiği, birinci sınıf Seyâhat Acenteleri veya onlarla anlaşmalı şirketler tarafından organize ediliyor. Hac ve Umre ziyaretleri için kurulmuş şirketler’den %90’ı maalesef, muhtelif câmia ve cemaatlere aittir. Ticârî şirket’lerin başlıca gaye’leri kâr’dır-hep kazanmaktır. Oysa, Hac, yol ve azık bakımından vüs’ati olanlar için ömür boyu bir kerre farz bir ibadettir. Hac günleri hariç, senenin bütün günleri Ka’be-i Muazzame’yi tavaf ve Safa ve Merve tepeleri arasında say, nâfile ibadettir. İbâdetler kat’iyyetle ticarete konu edilmemelidir.

Hac ve Umre için Mukaddes Topraklara niyet edenlerden, “kellebaşı, ne kazanabilirim,” mantığı ile reklâm yapmak, zaman zaman, ma’nevî baskı ile onları yönlendirmek yerine, güçlü vakıflar kurarak, onlara yol gösterici ve yardımcı olmak gerekmez mi?

Hac ibâdetini kazanç vesiylesi yapmak da, en az, kâr için hastahâne kurmak ve insanların dert ve hastalıklarını ticarete vesiyle etmek kadar, meşru ve ahlâkî değildir.