TUNA’NIN TÜRK’Ü, TUNA’NIN TÜRKÜSÜ

Bey’im Aman’ isimli eserinde okuyucusuna, Can Azerbaycan’dan esintiler sunan Afşar Çelik, Tuna’nın Türk’ü, Tuna’nın Türküsü isimli yeni eserinde okuyucularını Tuna Boyları’nda gezintiye çıkarıyor.  12,5 X 19,5 santim ölçülerinde, 103 sayfalık kitapta, her biri ‘yaşanmış hâdise’ intibaını uyandıran 14 hikâye var.  Duru ve selis bir Türkçe ile akıcı ve sohbet tarzında kaleme alınmış. Okuyucu, sanki okumuyor, hâdiseleri yaşayanın sohbetinden dinliyormuş gibi…

Kitapta her ne varsa, bizden ve yerli.

Her birinde Türk’ün gücünü, asâletini, yardım ve hayırseverliğini, muhteşem târihini, gönül zenginliğini, dostluğunu, misâfirperverliğini… velhasıl Türk’ün binlerce hasletini dantel örer gibi işleyen hikâyeler…

Hikâyelerin daha doğrusu hâdiselerin kahramanları; evinin anahtarını cebinde taşır gibi, memleketinin hâtırasını şuurunda, sevgisini gönlünde taşıyan, yaşayan, yaşatan ve hayatı çoğaltan duygu insanları… bizim insanlarımız. Onlar hikâye kahramanı değil; belki babamız, belki dedemiz, Mutullah amcamız, Safiye teyzemiz, Dudu halamız, bacımız ve kardeşimiz…, komşumuz Dürdâne Hanım… Hepsini tanıyorsunuz.

Her bir hikâyede Türk’ün şarkısı, türküsü, hitap tarzı, içtenliği, samîmiyeti var. Sayfalara da kitaba da sığmıyorlar, gönüllerimize yerleşiyorlar.

Be Gemici’ başlıklı bölüm; temelinde İslâm bulunan Türk kültürüne gönül vermekle yetinmeyen, hayatının ve şahsiyetinin bir parçası hâlinde yaşayan,  A’dan Z’ye kadar mükemmel bir aile ortamı anlatılıyor. Ailenin fertleri, birbirlerine olduğu kadar okuyucuyu da sarıp sarmalıyorlar.

Evin torunu konservatuarda öğrencidir.  O gün öğrendiklerini bir çırpıda anneannesine anlatır. Anneanne, öğrendiği türküyü okumasını ister.

Sonrasını, yazarından dinliyormuş gibi kitaptan okuyabilirsiniz:

Genç kız, sazını öyle benimsemişti ki, bu insanlarda bırakınız takıntıyı, herhangi bir hastalıklı duygu olduğundan şüphelendiğim için kendimden utandım.

Açıştan sonra türkünün bağlantısını çalmağa başladı. Türküye girdiğinde, ürperdim. Çünkü kızıl sarı akşamların parlaklığında bir sesi vardı. Ve o ses, bir gemide, çaresizce bekleşenlerden geriye kalan hüznü ne güzel anlatıyordu. Tuna'yı hiç görmemiştim, Karadeniz'de, bir iki defa bulunmuştum. Dalgaların o iri hırçınlığına, şâhit olmuştum. Karadeniz'in, hırçın küçük kardeşi gibi bir nehir canlandı gözümde. Karanlıklar içinde ve dipsiz karanlıklar üzerinde yüzen bir teknede, birbirlerine tutunup da bir kurtuluş bekleyen genç insanların, çaresizlikleri belirdi...

Ve o gençlerin korkularını anlatan kelimeler, belirdi kulaklarımda... Sesleri, sözleri, isimleri ne kadar tanıdıktı. Türkü, belki umursamazlığımın mâzeret sınırlarındaydı; ama sözleri ve hayali, kapı komşumdu. Türkü, acılı bir nehir gibi akıp giderken, kalbimin kapısından giriveren tanıdıklık, o güne kadar inkâr etmeyi insanlık saydığım bütün değerleri, önüme seriverdi.

Türkü bittiğinde, herkesin gözü yaşlıydı; ben ağlıyordum.

Müzeyyen Hanım geldi; omuzumu pışpışladı; başımdan öptü; evladını öper gibi.

Böyledir Rumeli'nin türküsü oğlum; ne et'çen?’ dedi.

Ben ona, türkünün hüznünden ayrı bir de utancım olduğunu söyleyemedim; zaten dediğim gibi pek ârif insanlardı; onlar da bana öyle bir şey söyletmezlerdi. (s: 34-35)

Yazar; kadim dostum, kocaman yüreği vatan sevgisiyle dolu rahmetli babasından tevârüs ettiği nakışlanmış duygularla, toprak parçasının ‘vatan’ hâline getirilişini, zer ü sîm fikirlerle işlenmiş satırlarda anlatıyor. Özellikle; ‘vatanım ruy-i zemin, milletim nev’i beşer…’ diyen kültürden beslenen beynelmilelci hümanistler tarafından okunmalı.

Sivas’ın meşhur vâlilerinden Halil Rıfat Paşa (1827-1901); ‘Gidemediğin yer senin değildir!’ Demişti.

Bir başka kelâm-ı kibar da Rumeli halk filozofundan:  ‘Fidan dikmediğin yerin sâhibi değilsin!’

Bilenler bilir: İki cihan serveri Paygamberimiz Hazret-i Muhammed (sav) Efendimiz buyurmuştu: ‘Bir dakika sonra kıyâmetin kopacağını bilsen bile, elindeki fidanı toprağa dik!’

Afşar Çelik’in eserinde ana tema, vatan olmakla birlikte sâdece vatanı terennüm eden türküler değil. Bütün unsur ve şartlarıyla, bütün imkânlar kullanılarak, vatan şuuru en ince tığlarla örülüyor.

Kullanılan imkânlardan biri daha, Anadolu’nun kavruk kasabalarından birinden Kırcaali’ye türkü derlemeye giden ekibin yaşadıkları üzerinden veriliyor. Ekip, birbirleriyle çok uzun yıllardan beri dargın olan Uzun Hanife ve Topalak Fadime ile görüşmek üzere ikiye ayrılıyor. Sonrasını yazardan dinleyelim:

Uzun Hanife, Şebnem Hanım'ın ekibini, güler yüzle karşıladı. Gölgeli bahçesinde, izzet-ikram ferahlatıcı bir yağmur gibi yağdı derleyicilerin üstüne. Sonra, çekinmeden başladı türküler söylemeğe... ‘Gözümüzün nuru Türkiye'den gelmişsiniz, Türk'ün, Türküsü için gelmişsiniz... Ya bizim burada bir kuru canımızla Türkümüzden gayrı elimizde ne kalmıştır? İkisi de fedâ olsun Türk'ün, Atatürk'ümün yoluna! Bunları saklayın da unutmayın hocam bizi; olur mu?’ Sonra yaşmağının ucuyla gözlerinin yaşını sildi. Şebnem Hanım da duygulandı; kadına sarıldı. ‘Biz, sizi nasıl unuturuz Hanife Hanım? Unutsak buralarda işimiz ne?’

Şebnem Hanım'ın ekibi, evin bahçe katındaki hayata alındı. Şebnem Hanım orada, bol bol fotoğraf çekti.

Kapının yanındaki, Saatli Maarif Takvimi soyundan takvime, gülümseyerek baktı. Artık örneği kalmamış bir Türk markasının reklâm afişini, duvarda asılı görmek; içini burktu. Ne kadar fakir olsa da insan, demek böyle tutunmak istiyordu zamana... Hele o zaman, dikenli tel gibi acı bir ayrılıkla koparıyorsa insanı sevdiği diğer topraktan...

Diğer ekip de Kutad, aynı derecede şanslı değildi. Çaldığı kapıyı, gençliğinin sonlarında bir erkek açmıştı. Annesinin meşgul olduğunu, üç gün önce teyzesini kaybettiklerini söylüyordu ki, içeriden kuş cıvıltısına benzer bir ses geldi.

-Mehmet! Eve misâfir gelmiş; sen neler diyorsun? Ulen, misâfir kapıdan çevrilir mi? Gelin, gelin bakalım çocuklarım. Nereden geliyorsunuz siz?

-Biz Türkiye’den geliyoruz teyzeciğim. Kırcaali ve çevresinden derlemeler yapıyoruz.                                                             

-Ne derliyorsunuz; bakalım?                                                                                                                                                                        

-Türkü, mani, tekerleme, masal. Türk Halk Bilimi Topluluğu'ndanız biz.                                                                                     

-Anaaa! Ulen niye başta demediniz ya? Tövbeler olsun! Geberteceğim len seni Mehmet! Koş meyve neyin topla! Oturun bakalım, siz de uşaklar; şöyle serinliğe, gölgeye!                                                                                                             

-Biz, sonra mı gelseydik acaba? Tâziyeniz, yasınız...                                                                                                                       

-Çocuğum! Burada her gün biri ölüyor ya her gün Türkiye'mizden çocuklarımız gelmiyor! Demek, türkü neyin derlemeye geldiniz. Pek güzel etmişsiniz; hoş gelmişsiniz! Ayağınıza sağlık!

Bu, tertemiz Türk evinin her köşesinde, temizliğin nişânesi danteller, yaşlı ve hoşgörülü eski zaman kadınları gibi mütebessim süzüyorlardı; misafirleri.

Bir köşede, eski model bir tüplü televizyon, pek âtıl duruyordu. Bir lâmbalıkta duran eski radyo, ona tepeden bakar gibiydi.

…..

Topalak Fadime; ‘Ablam rahmetli, daha iyi bilirdi; türkü mürkü ama…’  diyerek konuya girer ve beklenenden fazlasını verir.

O gün, iki ekip de pek verimli çalıştı. Heybelerini, bir sürü türküyle maniyle, tekerlemeyle, masalla doldurdular. Türk halk kültürünün ağacından bir sürü meyve derlediler.

Zaman, yel gibi geçti. İki yaşlı kadın da misafirlerini, gözleri yaşlı uğurlarken; onların, dâvetine şaşırdılar. Ekiplerin her biri, onları, otellerine dâvet etti.

Birbirlerinden habersizce ve biraz da dizleri titreyerek akşam otele gelen kadınlar; birbirilerini görünce, önce suratlarını astılar.

Şebnem Hanım, ikisinin de ellerinden tuttu, onları yaklaştırdı.

-Biz Türkiye'den buraya, kendi soydaşlarımızın, kendi dilimizin, kendi türkülerimizin izini tâkip ederek geldik. Sizin sâyenizde, köklerimizin bir ucunu daha bulduk.

İki kadın da yüzleri pembeleşerek; başlarını eğdi. ‘Estağfurullah ne haddimize’ diye fısıldadılar.

-Biz, sizin türkülerinizde, manilerinizde, kendi köylerimizi, kendi köylülerimizi bulduk. Ama sizin bu küslüğünüz, bizi çok üzdü. Olur mu böyle? Ben, sizin misafirinizim. Azıcık hatırım varsa onu da saymazsanız; hadi, sizden derlediğimiz; derleyip de sevindiğimiz türkülerin hatırına, anlattığınız masalların hatırına, artık küslüğü bir kenara bırakın.

İki kadın, birbirlerine ilk defa açıkça baktı. Şebnem Hanım, hâlâ onların ellerini tutuyordu.

İki kadın, gözyaşlarıyla birbirlerine sarıldı. Hanife, Fadime'nin yasını, Şebnem'in daha önce işitmediği bir ağıtla paylaştı.

Kutad elini, kayıt cihazından hiç çekmedi. Türkçenin, kıvılcımlı mısraları, işlek deyimleri, rengârenk urbalar giymiş gibi ekipteki gençlerin, her birinin dağarcığını dolduruverdi.

Ertesi gün, iki eski arkadaş da Şebnem Hanım'ın ekibini uğurlarken; birbirlerine sarılmışlardı. Bir yandan gülüp bir yandan ağlıyorlardı.

Devamını ve daha nice güzellikleri, yazarın karakalem desen çalışmalarıyla zenginleştirilmiş kitabından okuyabilirsiniz.

TÖRE DEVLET YAYINLARI / DAĞITIM-SATIŞ:  BİLGE KÜLTÜR SANAT YAYIN DAĞITIM SANAYİ VE TİCARET LTD ŞTİ.                                             

Nur-u Osmaniye Caddesi, Nu: 3 Kardeşler Hanı Kat: 1 Cağaloğlu, İstanbul.  Telefon: 0.212-520 72 53,                                          

0.532-774 11 23 E-posta: [email protected]  

AFŞAR ÇELİK

1971 yılında İstanbul'da doğdu. 1988 yılında Kayseri Fen Lisesi'nden mezun oldu. 1995 yılında Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ni bitirdi. 2008 Yılında, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Veteriner Fakültesi Mikrobiyoloji ve Amerika’da yüksek lisans öğrenimini tamamladı. 2011 Yılında Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü Fizikokimya ve Amerika'da doktora programına başladı.

1991'den bu yana kısa hikâye yazarlığı yapıyor. Çeşitli dergilerde yayınlanmış kısa hikâyeleri var.

2012 Kurgu Kültür Merkezi Edebiyat Ödülleri’ne ‘Eprimiş Hikâyeler’ adlı kitap çalışmasıyla katıldı ve birincilik kazandı. Kitabı,  Nisan 2013’te yayınlandı. Ekim 2013’te ‘Beyi’m Aman!’ adlı kitabı Töre Devlet Yayınları tarafından yayınlandı.

Ayrıca 1998'den bu yana resimle profesyonel olarak ilgilenmektedir. Dördü şahsî olmak üzere yirmiden fazla sergiye katılmıştır.

Orta-üstü seviyede İngilizce bilmektedir. 1999'dan bu yana evlidir ve üç çocuk babasıdır.

KIRIM ATEŞİ

Azerbaycan Türklerinden Gönül Şâmilkızı, Kırım Ateşi isimli, 13,5 X 21 santim ölçülerindeki 238 sayfalık eserine; Kırım topraklarına Türklerin yerleşmeye başladığı tarihlerden başlıyor. 1440’lı yılllarda kurulan Kırım Hanlığı târihini efradını câmi, ağyarını mâni ölçüsünde özetliyor.  8 Nisan 1783 tarihinde Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhakını, işgal yıllarını, Gaspıralı İsmâil’in Türk dünyasını aydınlatışını heyecanla gözler önüne seriyor.  Sonraki sayfalarda Gamalı Haç ile Orak Çekiç arasındaki yıllar yer alıyor.  Kırım Türklerinin Millî İstiklal Hareketini ve Numan Çelebi Cihan başkanlığında kurulan Kırım Devleti’ni,  18 Mayıs 1944 topyekûn sürgün faciasını,  sürgünde Millî Hareket’in doğuşunu ve vatana dönüşü anlattıktan sonra, târihîn ibresini, 25 Şubat 2014’teki işgal ve ilhak hâdisesine getiriyor. 

Titiz bir gözlemci hassasiyeti ve gazeteci kimliğiyle gelişmelerin perde arkasını, usta kalemiyle mâcerâ romanı hareketliliğinde okuyucuya sunuyor. Çevrilen entrikaların iç yüzü, Putin’in yalanları, Kırımoğlu’nun yardım çağrısı, batı dünyasının ve uzak batı ABD’nin üç maymun oyunu, Kırımoğlu-Putin görüşmesi, referandum oyunu, Kırım’ın yasak ve korku adası hâline geldikten sonraki gelişmeler, kitabın ana konusu olarak işleniyor. En eski Türk yurtlarından biri olan Kırım’da sahneye konulan oyunun adı: ‘Gönüllü Sürgün’ veya ‘Yeni Kırımlı Oluşturma Operasyonu’dur. Operasyonun özeti: Kırım’ın Ruslar tarafından ilhakını kabul etmeyenler ya sürgün edildi veya hapse atıldı. Kırım Tatar Millî Meclisi (KTMM) lağvedildi, Mustafa Cemiloğlu, Rifat Çubar ve yardımcılarının Kırım’a girmeleri yasaklandı. KTMM binasının sâhibi Kırım Vakfı’nın bütün mallarına el konuldu ve 50.000 Ruble para cezâsına çarptırıldı. Câmilere baskınlar düzenlendi. 

Ekler bölümünde; tutanaklar, siyâsî tutuklular, işkence mağdurları, ‘Teröristler ve Aşırıcılar’ listesi, işgal güçlerince el konulan varlıklar ve kayda geçmiş imha vak’aları başlıkları yer alıyor.

Azerbaycan Türklerinden Türklük savdâlısı bir bayanın, Kırım Türklerinin karşılaştığı trajediyi, acıları yüreğinde hissederek yazması ve anlatması, Türk dünyasının bir bütün olduğunu dünyaya ilân ediyor. Eser bu yönüyle de târihî değer taşıyor.

ÖTÜKEN NEŞRİYAT A.Ş.

İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50

Belgegeçer: 0.212-251 00 12

e-Posta: [email protected]  www.otuken.com.tr 

MAİ VE SİYAH

Türk romanının usta kalemlerinden ve Servet-i Fünûn edebiyatının öncülerinden olan Hâlid Ziya Uşaklıgil (1886-1945) ilk büyük Türk romanı olarak kabul edilen ve Aşk-ı Memnû isimli romanın da yazarıdır.

Romanlarında süslü ifâdelerle, daha çok üst tabakadaki okuyucuya hitap eden Hâlid Ziya, 1895 yılında yazdığı Mai ve Siyah isimli eserinde; realizmin öncülüğünü yapmıştır. Ruh tahlillerine geniş yer vermiş, böylece okuyucuyu romanın içerisine çekmiştir.

Romanın kahramanı Ahmet Cemil, Mülkiye’de okur. Babası öldüğü için annesi ve kızkardeşine o bakar. Akşamları, okuldan sonra, kitapçlara polisiye hikâyeler çevirir. Edebiyatı seven duygulu bir gençtir. Yaptığı işi sevmese de geçinebilmek için çalışmak mecburiyetindedir. Ayrıca, zengin aile çocuklarına özel dersler verir. Onların türlü kaprisleri, şımarık tavırları kendisini sıkar. Çaresizlik içinde kıvranırken bir gazetenin, ‘ roman tercüme eden eleman’ aradığını öğrenir. Gatede işe başlayınca maddî durumu biraz düzelir. Bu arada Mülkiye imtihanlarına da girerek okulu bitirir. Hedefi edebiyat alanında tanınmış bir isim olmaktır. Bunun için, boş zamanlarında bir esere başlar ve tatlı hayaller kurar. Gazeteden arkadaşı olan Hüseyin Nazmi’nin kızkardeşi Lâmiaya âşık olur. Şöhrete erişip zengin olduktan sonra onunla evlenmeyi tasarlar. Fakat hâdiseler, arzularının aksi istikamette gelişir. Gazeteden kovulur, kızkardeşi ölür, Lâmia’nın bir subayla nişanlandığını öğrenir.

Bu acı olaylar Ahmet Cemil’in mânen yıkılmasına sebebiyet verir.  İtinâ ile ve çok emek vererek yazdığı, sonuna yaklaştığı romanı yakar. Dâhiliye Vekâleti’ne başvurarak uzak bir yerde kaymakamlık yapmak istediğini belirtir. Tâyini çıkar ve annesiyle birlikte İstanbul’dan ayrılır.  

Günümüzün yavan romanlarında aradığı zevki bulamayanlar için farklı bir dünyâdan edebî râyihalar sunan Mai ve Siyah, zevkle okunacak bir eser.

13,5 x 21 santim ölçülerinde, 294 sayfalık kitap, 2017 yılında yayımlandı.

BİLGEOĞUZ YAYINLARI:

Alemdar Mahallesi Molla Fenarî Sokağı Nu: 35/B Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-527 33 65

Belgegeçer: 0.212-527 33 64

e-posta: [email protected]  www.bilgeoguz.com.tr

AHISKA SÜRGÜNÜ / MENEMŞE

Mikdat Topçu’nun kaleme aldığı 13,5 X 21 santim ölçülerinde 320 sayfalık kitap, 2018 yılında yayınlandı.

Abastuman çok yakındı. Kısa sürede köye vardı. Abastuman'da gördüğü manzara Sahan'dakinden daha kötü idi. Daha vahimdi. Orası daha viran bir halde idi. Sokaklar cesetlerle doluydu. Cesetlerden başka kimse yoktu. Issız mı ıssızdı! Acaba köylü baskına karşı direnmiş miydi? Çatışmaya girmişlerdi de bunun için mi ölü sayısı çoktu! Abastuman büyük bir köydü. Burada Sovyet askerlerle köylü çatışmaya girmiş olabilirdi. Köylü gitmemek için direnmiş olabilirdi. Aklına Yunusbeg geldi. Yiğit bir adamdı! Acaba Yunusbeg baskına karşı direnmiş olabilir miydi? Ben olsam ne yapardım, diye geçirdi içinden. Sonra cesetler arasında Yunusbeg'i aradı. Yüzünden tanıması mümkün değildi. Tanınmayacak halde idi. Ceketinin iç cebinden kırmızı bayrağın ucu görünüyordu. Yunusbeg her zaman Türk Bayrağı'nı koynunda taşırdı. Bayrağı görünce cesedin Yunusbeg'e ait olduğunu anladı. Ağladı. Çok ağladı. Öfkesini dindiremedi. Bayrağı Yunusbeg'in koynundan aldı. Güzelce katladı. Öptü alnına götürdü. Kendi koynuna soktu. Sahan Köyü'nden alıp sakladığı toprak gibi Türk Bayrağı'nı da vatan bildi. Onu da sonsuza kadar saklayacaktı.

BOĞAZİÇİ YAYINLARI:

Alemdar Mahallesi Çatalçeşme Sokağı Nu: 44 Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul Telefon: 0.212-520 70 76

Belgegeçer: 0.212-526 09 77

www.bogaziciyayinlari.com.tr 

e-posta: [email protected] 

[email protected]

KISA KISA…  KISA KISA…

1-TÜRKLERİN DÜNYASI / Dil-Kimlik-Siyâset: Bilgehan Atsız Gökdağ / Akçağ Yayınevi.

2-TÜRK TÂRİHİNİN GÖZYAŞLARI: Ulvi Emre / Berikan Yayınevi.

3-EVREN’İN YARATICILIĞI: Doğan Erçetin  / İrfan YayıncılıkB

4-BOĞAÇ HAN DESTANI: Hatice Gülensoy / Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.

5-KRAL KAPANI: Ünal Sakman / Akıl Fikir Yayınları.