HÜSN Ü AŞK

Şeyh Galib’in yazdığı Hüsn ü Aşk isimli eser, tasavvufî bir hikâyedir. Sembollerden faydalanarak tasavvufta seyr-ü sülûk'u anlatır. Hüsn ü Aşk'ta birinci sembol Hüsn, sevileni yâni mutlak güzelliği, olan Aşk ise seveni yâni dervişi, / mânevî yolcuyu temsil eder. Diğer semboller ise şöyledir: ‘terbiye okulu’ olarak ifâde edebileceğimiz Mekteb-i edeb: dergâh ;Munlâ-yı Cünûn: mürşid; Suhan: aracı / yardımcı; Gayret: bildiğimiz gayret / başarmak için sarfedilen çaba, verilen mücâdele; ismet: dürüstlük; Kalb kalesi: gönül; yoldaki olaylar, felaketler ve gam harabeleri: tahammül; Hûş-Rübâ: aklı çelen nefs denilen kavramları temsil ederler.

Benî Muhabbet (sevgi oğulları) adındaki Arap kabilesinin büyüklerinden birinin oğlu; başka bir kabilenin büyüklerinden birinin de kızı olur. Erkeğe ‘Aşk’, kıza da ‘Hüsn’ adı verilir. Gençler, Edeb denen okulda Munlâ-yı Cünûn adındaki hocadan ders okudukları sırada birbirlerine âşık olurlar. Bazen içinde Feyz havuzu bulunan Ma'nâ isimli gezinti yerinde buluşmaktadırlar. Buranın görevlisi olan Suhan, bilgili ve yol gösteren bir ihtiyardır.

Kabilede ‘Hayret’ adlı biri, iki sevgilinin bir arada bulunmasına engel olunca birbirinden ayrılan âşıklar Suhan vasıtasıyla mektuplaşırlar. Aşk'ın Gayret adlı bir lalası, Hüsn'ün de İsmet adlı bir dadısı vardır. Aşk, Gayret'in de yardımıyla Hüsn'ü istemeye gider.

Fakat, kabile büyükleri, Kalb ülkesine gidip oradaki kimyayı getirmedikçe Hüsn'ü vermeyeceklerini söylerler. O da bunun üzerine Gayret'le yola koyulur. Yolda içine düştükleri derin bir kuyuda karşılaştıkları bir cadı bunları hapseder. Bu sırada Suhan yetişir ve kuyu dibinde İsm-i A'zam (Allanın en büyük adı) yazılı ipe sarılıp kurtulmalarını söyler. Buradan kurtulduktan sonra yolları Gam harabelerine uğrar.

Kış mevsiminin hüküm sürdüğü burada bir cadı Aşk'a gönül verir. Aşk, cadının aşkına karşılık vermeyince O’nu çarmıha gerdiği sırada gene Suhan yetişir ve Aşk'a Hüsn'den bir kılıç ile bir at; Gayret'e de iki kanat getirir. Yolda gulyabânîlerle savaşırlar. Bu sırada Ateş denizine rastlarlar. Cinler, onun kıyısındaki mumdan gemilere binmelerini teklif ederlerse de kabul etmezler. Buradan kurtulup Çin ülkesine varırlar. O sırada bir dudukuşu şekline bürünen Suhan, Aşk'ı îkaz eder. Der ki, ‘Çin padişahının Hüş-Rübâ adlı kızına aşık olursan seni Zâtu'ssuver kalesine hapsederler. Dikkatli ol!’ Fakat Aşk, Hüsn'e benzettiği Hüş-Rübâ'ya gönlünü kaptırır. Huş-Ruba Aşk’ı sarhoş eder ve kılıcını elinden alır. Hüs-Rübâ’nın babası da Aşk’ı, maddî varlığı, insan benliğini temsil eden Zâtu's-Suver kalesine kapamıştır. Gayretle burada hapsedildikleri sırada gene Suhan yetişir ve Aşk'a kaleyi ateşe vermesini söyler. O da böyle yaparak kurtulurlar. Nihayet, kutlu bir sabah vakti Suhan, bir hekim kılığında gelir ve Aşk'ı, Kalb kalesine götürür orada Hüsn'ün sarayına ulaşırlar. O anda Hayret, İsmet, Munlâ-yı Cunûn ve diğerleri gelirler. Ma'nâ gezinti yeri de görünür. Bu sırada Suhan, cadıyı öldürenin, yolları temizleyenin, hekim kılığına girenin hep kendisi olduğunu, Aşk'a yanlış yol tuttuğunu ve Aşk'ın Hüsn; Hüsn'ün de Aşk'tan ibâret olduğunu, birliğe ikiliğin sığmadığını anlatır.

Sonunda Hayret, Aşk'ı alıp Hüsn'e götürür ve gayp perdeleri (bilinmezlik, sır perdeleri) açılır. Aşk, Hüsn'ün kendisi olduğunu anlar. Yani, kendisi kendisine kavuşur.

Hikâye bunlardan ibârettir. Fakat okuyanların yorumları farklıdır. Gönlü Allah (cc) aşkı ile dolu olanların yorumları ise çok engin ve çok derindir.

Hayatta mânevî yolculuğa çıkmayanlar tabiat âleminde kalırlar. Manevî yolculuk ise o yolları bilen birinin terbiyesine girmek; irâdesini onun irâdesine vermekle mümkündür. Tarikata giren bir kişi bağlandığı şeyhin bilgi, irâde ve kontrolü altında yaradılışın sırrını anlamaya çalışır. Mânevî yolculuğa giren kişi, olgunluğa üç durakta / merhalede ulaşır. Birinci durakta bütün işlerin Tanrı işi olduğunu; hayır, şer, iyi, kötü diye bir şey olmadığını; ikinci merhalede bütün sıfatların Tanrının tek sıfatı olduğunu; üçüncü merhalede Tanrı zuhurundan ibâret olan kâinatın Tanrıdan ayrı bir varlığı olmadığını anlar. Böylece, olgunlaşan insan, kâinatla Tanrıyı ayrı görmez; hiçbir şeyi inkâr etmemekle beraber hiçbir şeye de bağlanmaz.

Manevî yolculuğa çıkan kişi yâni sâlik bu devre içinde alışkanlıklarını terk etmeye çalışır az yer, az içer, ibâdet eder, zikirde bulunur, kendi nefsini daima kontrol altında tutar, tevekkülün, sabrın, kanâatin mânâlarını anlar.

Hüsn ü Aşk'ta Aşk, bütün engelleri aşmış, olgunluğa ulaşmış ve hakîkati anlamıştır.

Hüsn ü Aşk, mesnevî tarzında ve 1782 yılında yazılmıştır, 2041 beyittir.‘Batı tesirinde Türk edebiyatı’ akımının henüz başlamadığı bir dönemin eseridir. Şeyh Galip denilebilir ki İslâmî temele oturtulmuş edebiyat türünün mühim temsilcilerinden biridir. Sonraki yıllarda Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi Efendi’nin (1865-1914) ‘Amâk-ı Hayâl isimli eserine ilham kaynağı olmuşsa da, kısa bir süre sonra, bu tarz eserler, batı tesirinin çığ kütlesi altında kalmıştır. Mehmet Rauf’un (1875-1931) Eylül; Hâlit Ziya Uşaklıgil’in (1867-1945), 1896-1897 yıllarında yazdığı Mai ve Siyah ve 1898-1900 yıllarında yazdığı Aşk-ı Memnu isimli romanları ön plana çıkmış, Peyami Safa (1899-1961) bile bu türde roman yazmak mecburiyetinde kalmıştır. Açık ifâdesiyle Hâlid Ziya Uşaklıgil, Türk romanlığında çok keskin bir dönüş noktasıdır. O noktada durup düşünenler şu soruyu soruyorlar: Sonraki yıllarda, toplum hayatında sıkça görülen evlilik dışı berâberlikler, evli çiftlerin birbirlerini aldatmalar, romandan öğrenilenlerin tatbikatı mıydı, yoksa Hâlid Ziya, 40 sene, 50 sene sonra olacakları önceden görerek mi romanlarını yazmıştı?

***

Hüsn ü Aşk ilk defa lise edebiyat öğretmeni ve yayıncı Vasfi Mâhir Kocatürk (1907-1961) tarafından 1961 yılında nesir şeklinde yayınlandı. Sonraki yıllarda pek çok kişi tarafından hazırlanan kitap, değişik yayınevleri tarafından farklı hacimlerle okuyucuya sunuldu.

Seyr ü sülûk: Seyr, yolculuk; sülûk ise yola girme, bir tarikata bağlanma mânâsındadır. Seyr ü sülûk: dervişlikte olgunluğa erişmek için tâkip edilen mânevî yolculuk olarak ifâde edilebilir. Dergâh: Dervişlerin ibâdet ve zikir maksadıyla bir araya geldikleri yer. Mürşid: Doğru yolu gösteren, bir tarikatın başında bulunan şeyh. Nefs: İnsanda var olan fakat gözle görülmeyen, iyi ve kötüyü arzu eden mânevî varlık. Dudukuşu: Halk arasında papağanın bir başka adı. Çok ve tatlı konuşan kimselere ‘dudu dilli’ denilir. Gayb perdeleri: Bilinmezlik, sır perdeleri. Zuhur: Meydana çıkma, görünme. Mesnevi: Beyitleri kendi aralarında kafiyeli uzun manzûme. Beyit: Aynı ölçüyle yazılan, kafiye bakımından birbirine bağlı iki mısradan meydana gelen nazım parçası. Âmâk-ı Hayâl: Hayâlin Derinlikleri

ŞEYH GALİB:

Divan şiirimizin en büyük isimlerinden biri olan Şeyh Galip İstanbul’da 1758 yılında doğdu. 41 yaşında iken İstanbul’da, 4 Ocak 1799 târihinde vefat etti. Babası gibi kendisi de Mevlevî Dergâhı’na mensuptu. Bu sebeple, ‘Galib Dede’ olarak da anılır.

Tahsiline babasının yanında başladı. Feyzini ve ilâhî aşk cezbesini de babasından aldı. Süleyman Neşet Efendi’den Farsça öğrendi. Bu sebeple İran edebiyatını inceleme imkânı buldu. Arapça’yı da öğrendi. Çevresinin de etkisiyle çok küçük yaşta tasavvufa yöneldi. Kısa bir süre sonra Divan-ı Hümâyunda kâtip olarak devlet memuriyetine intisap etti. Şiirdeki üstünlüğünü pek erken kabul ettiren Şeyh Galib, daha 24 yaşında iken Dîvân’ını düzenledi. 26 yaşında iken Hüsn ü Aşk isimli eserini bitirdi. Şiir ikliminde eriştiği bu zirveye rağmen, birden rûhunda fırtınalar belirmiştir. O’nu 1784 yılında Konya’ya sürükleyen, O’nda, Mevlâna hayranlığını uyandıran, işte bu fırtınalardır. Mevlevilikte çile, 1000 gün devam etmektedir. Çile’ye giren tâlib 18 gün, bir hücrede yalnız kaldıktan sonra, üç yıl da tekkenin her türlü işlerine bakar ve en süflî hizmetlerde çalışarak nefsini öldürmüş olur. Böylece tarikatın dervişlik derecesine yükselir. İşte Galib, bu çileye soyunmuş iken babasının ısrarlı mektuplarına dayanamayıp Konya Dergâhı Çelebisinin de ricası ile İstanbul’a döndü. 1787’de Galata Mevlevihânesi’ne şeyh oldu. Hayatının sonuna kadar burada kaldı.

Şeyhliği sırasında Sultan Üçüncü Selim Han’ın ve kız kardeşi Beyhan Sultan’ın dostluğunu kazandı. Sık sık saraya dâvet edildi ve sanat sohbetlerine katıldı.

Şeyh Galib, divan şiirinin hemen hemen bütün türlerinde eserler verdi. Zengin hayâl gücü, incelikli üslûbu ve güçlü tekniğiyle divan edebiyatının en büyük temsilcileri arasına girmeyi başardı. Yalın bir şiir dilini üstün görmekle birlikte, özellikle tasavvuf düşüncesinin hâkim olduğu şiirlerinde, ağdalı bir dil kullanmıştır. 1836 yılında düzenlediği Divan’ının büyük bölümü gazellerden oluşur. Divan edebiyatının en tanınmış mesnevilerinden olan Hüsn ü Aşk 1836’da yayınlandı. Tasavvuf düşüncesinin bütün unsurlarını yansıtır, yüksek seviyeli bir aşka ulaşmanın güçlüğünü anlatır. 2041 beyitten oluşan bu eseri, birçok yabancı ilim adamı tarafından incelenmiştir.

Diğer bir eseri de Şerh-i Cezire-i Mesnevi’dir. Yusuf Sîneçak’ın Cezire-i Mesnevi isimli eserinin açıklamasıdır. Kitapta Arapça ve Farsça hikâyelerden başka, Şeyh Galip’in kendi şiirlerinden örnekler de yer alır.

Şeyh Galib’in çevresini derinden derine etkileyen kuvvetli bir şahsiyeti, kendisine ve sanatına tam güveni vardı. Sanatta bir yenilik özlemi ile çırpındığı görülen ve kabına sığmayan Şeyh Galib, hayatta kendini her zaman frenlemesini bilmiş, istek ve alışkanlıklarını yenerek üç yıllık tarikat çilesine tâlip olmuştur. Sabırla kemâl mertebesine ulaşan Galib Dede olgunluk ve kudreti ile zamanının bir kutup yıldızı oluvermiştir. Galata Mevlevihânesi, o dönemdeki İstanbul’un âdetâ bir fikir, şiir ve musikî merkezidir. Saraylılar, devlet adamları, şeyhler, bilginler, şâir ve bestekârlar, bu genç şâirin etrafında toplandılar.

Şeyh Galib, çok genç yaşta iken vefât etti. O’nu cansız halde gören zavallı babası, oğlunun nâşına kapandı: ‘Bu siyah sakal ile beyaz kefen, biri birine hiç yakışmadı.’ Diyerek kendisini de etrafındakileri de hıçkırıklara boğdu. Mezarı, Beyoğlu Tünel yakınında bulunan ve günümüzde Dîvân Edebiyatı Müzesi olan Galata Mevlevihânesi bahçesindeki Mevlevî mezarlığında, Mesnevî’yi şerh eden Ankaralı Rusûhi İsmâil Dede’nin yanındadır.

Divan-ı Hümâyun: Osmanlı Devleti’nin en yüksek karar organı. Osman Gazi döneminde kurulmuş olmakla birlikte, ilk kuralları Yıldırım Beyazıd döneminde belirlendi. Fatih Sultan Mehmed Han döneminde, Fatih Kanunnâmesi ile yeniden düzenlendi. Divan-ı Hümâyun’da alınan kararlar, arz gününde sadrâzam tarafından pâdişâha sunulur, ve onay alınırdı.

Şerh etmek: Bir yazılı metinle ilgili görüş ve düşünceleri belirtmek, açıklama yazmak.


 

KUŞBAKIŞI:

KLASİK TÜRK ROMANLARINDAN ÜÇ KİTAP:

DOKUZUNCU HÂRİCİYE KOĞUŞU (1930): Peyâmi Safâ (1899-1961): Fakir ve dizinden rahatsız olan bir çocuğun, kendisinden dört yaş büyük bir kıza âşık olması, beraberliğe dönüşmeyen bu aşkın getirdiği sıkıntı ve heyecanlardan dolayı rahatsızlığının artması ve nihâyet ameliyat edilmesi romanın konusunu şekillendirir. Peyâmi Safâ’nın da çocukluğunda sağlık problemlerinden muzdarip olduğu ve çektiği hastalık sebebiyle hastanelerden tiksindiği bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında yazarın, eserinde kendisine ait duygularını anlattığı düşünülebilir.

Yazarın gözlemlerini doğrudan roman kahramanının gözünden aktarması, güçlü psikolojik yönü ve geri plandaki sosyal meselelerin tahlil ve çözümleri ve de harikulâde üslubuyla hem Peyami Safa'nın hem de Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir.


 

YABAN (1932): Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974): Savaş gazisi Ahmet Celal, İstanbul’un işgali üzerine emir eri Mehmet Ali’nin Porsuk Çayı kenarındaki köyüne gider. Ahmet Celal, tek kolunu savaşta kaybetmiştir. Ahaliyi aydınlatmaya çalışır; fakat halk Salih Ağa’ya inanır, Ahmet Celal’i ‘yaban’ olarak niteler. Yunanlılar bir gün köyü kuşatır. Köylü mücadele etme yerine kaçmayı tercih eder. Ahmet Celal, köylü Emine’yle kaçarken Emine yaralanır. Ahmet Celal Emine’nin eline hâtıra defterini sıkıştırır ve ortadan kaybolur. Sakarya Savaşı’ndan sonra bölgeye gelenler bu anı kitabını bulur.

Kurtuluş Savaşı’nı ele alan eser, hâtıra biçiminde yazılmıştır. Roman, aydın-köylü çatışmasını ele alması açısından dikkat çekicidir. Tezli bir romandır.


 

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ (1961): Ahmet Hamdi Tanpınar (1901-1962) Türk edebiyatı profesörü olan Tanpınar, sadece bir romancı olarak değil, aynı zamanda bir edebiyat târihçisi ve hatta bir ‘fikir adamı’olarak entelektüel dünyamızda mühim bir yeri vardır. Eserde Türk kültürünün 200 yıllık meselesi olan Doğu-Batı çekişmesi, Tanzimat öncesi, Tanzimat yılları ve Cumhuriyet dönemi zemininde sembollerle ve ironik bir tarzda anlatılır.

Hurâfelerle meşgul olanlar, ispirtizmacılar ve insanların saat gibi ayarlanabileceğini düşünenler romanın kahramanlarıdır. Bu arada, devlet mekanizmasının hantal işleyişine ve isâbetsiz uygulamalarına örnekler verilir. Sinemadaki karakterlerin ruhuyla yaşayan Pâkize Hanım, alaka çekici bir tiptir.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Türk romanının zirvelerinde bir eserdir.


 

Not: Roman tercihleri isâbetsiz bulunabilir. Türk romancılığı bir deryâdır. Deryanın husûsiyetleri kahve fincanına sığdırılmaya çalışıldığında elbette herkesi tatmin etmek mümkün olamaz.

Hatırlanmalı ki Türkiye; hikâye ile roman farkının şöhretli edipler arasında, uzun uzun tartışıldığı dönemler yaşamıştır. Buna rağmen mesele aydınlığa kavuşturulabilmiş değildir.


 

DERKENAR:

TÜRK ROMANCILIĞI

Türk edebiyatı, sözlü eserlerle başlamış, nazım ağırlıklı olarak devam etmiştir. Destanlardan, efsânelerden hikâye ve romana geçiş, denilebilir ki Tanzimat dönemi ile birliktedir. Tanzimat dönemi, bilindiği gibi 1839’da başladı. Sonraki 30 yıl içerisinde yazılan nesir eserler hikâye, seyahat notları şeklinde gazete sayfalarında kaldı. Şemseddin Sâmi (1850-1904), ilk Türk romanı olan Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ı 1872 yılında yazdı. Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat, günümüz Türkçesinde, ‘Talat’ın Fıtnat’a Aşkı’ olarak ifâde edilebilir. Kitapta, sonu hüsranla biten bir aşkın hikâyesi anlatılır. Nâmık Kemal’in (1840-1888) edebî romanı olan İntibah 1876, târihî romanı Cezmi, 1880 yılında yayımlandı. Recâizâde Mehmud Ekrem’in tanınmış romanı Araba Sevdası’nın yayın yılı 1896’dır.

Bu romanların hepsi, batı tesirinde Türk edebiyatı grubunda yer alır.

Türk romancılığı, Cumhuriyetle birlikte millî bir hüviyet kazandı. Abdülhak Şinasi Hisar (1887-1963), Reşat Nuri Güntekin (1889-1956), Safiye Erol (1902-1964), Sâmiha Ayverdi (1905-1993), Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975), Tarık Buğra (1918-1994), Mustafa Necâti Sepetçioğlu (1932-2006) ve yaşayan romancılarımızdan Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Mehmet Niyazi Özdemir, Yavuz Bahadıroğlu, İskender Pala ile diğerleri, romancılığımızı zenginleştirmeye devam etmektedirler.