TÂRİHÎ HAKİKATLER

İsmail Hâmi Danişmend, Târihî Hakîkatler isimli eserinde, hâdiseleri tahlil ve teemmül ederek bir medeniyet tasavvuru ortaya koymaktadır. Medeniyet tasavvuru, târihî hâdiselerin mâhiyeti, hakîkati, sebep ve neticelerini ele alan düşünce tarzıdır.  Medeniyetlerin meydana gelmesinde yer ve insan faktörü ön plandadır.
Batılı filozofların büyük bölümü, medeniyetlerin teşekkülünde ahlak fonksiyonunun ehemmiyetine işâret ederler ve ahlak hakkında fikir beyan ederlerken, -Sigmund Freud’un tesirlerinde kaldıklarından olmalı- kadın-erkek münâsetlerini  ön planda tutarlar.  Bilindiği gibi, kültür kavramında olduğu gibi ahlak kavramının da temelinde dînî inançlar vardır. Dânişmend, bu hakîkate eserinin pek çok sayfasında yer veriyor. Çünkü O, Türk milliyetçisidir. Her Türk milliyetçisi gibi Danişmend’de Türk kültürünün temelinde İslâmiyet taşlarının bulunduğunu şuur ölçüsünde kabul etmektedir.
Târihî Hakîkatler isimli eserinde bu yönünü ortaya koyan yüzlerce bölüm bulunmaktadır. Onlardan tadımlık iki yazı:
Türk Bayrağına Konulan Haç Faciası
Şimdi bizde ‘Batıcılık’ denilen sonsuz batı hayranlığının Tanzimat’tan sonraki ilk mümessillerinin biri de Mithat Paşa’dır. O’nun bu batıcılığı, Müslüman Türklüğün üstünde ve ‘Osmanlılık’ adı altında bir nevi milliyetler milliyeti kurulabileceğine kani olacak dereceleri bulmuştur. İşte bu kanaatinden dolayı Türk bayrağının millî kutsallığını bile bozmaya kalkışmaktan çekinmemiştir! Bu unutulmaz faciayı bizzat kendisi öğüne öğüne anlatır! Bosna-Hersek meselesi münasebetiyle Avusturya hariciye nazırı Kont Andrassy’nin neşrettiği bir beyannâmede hilâl ile salibin bir bayrakta birleşemeyceğinden mecazî bir şekilde bahsetmesine karşı Türk bayrağına hemen bir Haç ilâve ediveren Mithat Paşa, bu müthiş hareketini Miladî 1910 yılında neşrolunan iki ciltlik hâtıratının ‘Tabsıra-ibret’ ismindeki birinci cildinin 181. sayfasında kendisinden alelusul bir üçüncü şahıs gibi hürmet ve takdirle bahsederek işte şöyle anlatmaktadır:
‘Midhat Paşa mücerret bu davayı mükezzib olmak ve eser-i fiilisini göstermek için Hıristiyan’dan bir tabur gönüllü askeri teşkil ederek ve sancaklarında ay-yıldızın yanına bir de salip (haç), ilâve eyleyerek tabur-i mezkûr Dersaadette cümlenin manzur ve meşhudu olduktan sonra Niş fırka-i askeriyesine göndermiştir!’
Bir milletin bayrağını hiçbir devlet adamının kendi keyfî kararı ile değiştirme salâhiyeti yoktur. Bilhassa Haçlı Ordusu savaşlarındaki zaferleriyle dünyaya ün salmış olan Türk milletine böyle bir muamele nasıl reva görülebilir? O, fecî bayrak İstanbul sokaklarında gösterilirken kim bilir ne gözyaşları dökülmüştür! (s: 45)
Hangisi Üstün?
İnsan mı hayvandan, hayvan mı insandan üstündür? Türkiye târihinin en büyük adalet timsallerinden biri olan ve ikinci Bayezid, Yavuz ve Kanunî devirlerinde 23 yıl meşihat makamında bulunan meşhur Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi’nin huzurunda toplanan bir sohbet meclisinde yarandan biri efendiden, ‘en çok hangi kuş cinsine meyli olduğunu sormuş. O da şöyle cevap vermiş:
- Ben yalnız kuşları değil, bütün hayvanları severim. Çünkü insan hayvandan üştün olmakla beraber hayvanların da insanlardan üstün tarafları vardır. Meselâ onların içinde hiçbir kâfir ve münkir, hiçbir yalancı ve dolandırıcı, hiçbir hilekâr ve sahtekâr yoktur! (s: 418)
Kitap’tan, mısra-ı berceste değerinde birkaç cümle:
*İnsanın bilmediğini bilmemesine veyahut hiç bilmediği bir şeyden bilir gibi söz etmesine ‘cehl-i mürekkeb’ denir. Bizim yeni câhiliyet devrimizin en belirgin vasfı, işte bu cehl-i mürekkeb illetinde gösterilebilir. Mesela İslamiyet konularında büyük ihtisas sâhiplerinden olmamak ayıp değildir: Fakat buna rağmen söz sâhipliğine kalkışmak, ‘cehl-i mürekkeb’ olacağı için ayıplar ayıbıdır.  (s: 263)
*Doğuda fert toplumdan, batıda toplum fertten daya uyanıktır. (s: 317) 
*Yeryüzünde insanlığı ilme yönelten ve onu ibâdetten bile üstün tutan tek din, İslam dinidir. (s: 320)    
*Fakirlik kusur değildir fakat kusurdan bin beterdir. (s: 324)   
*Fuzûlî diyor ki: ‘Ey Arab’a, Türk’e ve Acem’e feyiz bağışlayan Tanrı! Sen Arab’ı dünya halkının en düzgün konuşan milleti yaptın. Acem fasihlerinin sözlerini İsa’nın nefesi gibi tesirli ettin, dili Türkçe olan ben (Fuzûlî’den) yardımını eksik etme. (s: 365)    
*Ey Alp Arslan’ın göklere yükselmiş olan şan veşerefini görmüş olanlar! Şimdi Merv’e gelin de O’nun nasıl toztoprak olduğunu görün.
Hepsi okunmaya sezâ bölümlerden, tekrar tekrar okunması gerekenlerin bâzıları:
*Fâtih’ten Önce Araplarla Türklerin İstanbul’u Kuşatmaları (s: 290)    
*Öjeni (s: 302)     
*Güzel Bir Cevap (s: 325)  
*Hazar Denizi’nde Türk Donanması (s: 355) 
*İkinci Murad’ın Türkçülüğü (s: 366) 
*Yıldırım’ın Yıldırımlığı (s: 417)   
*Ayrılık Çeşmesinin Altın ve Gümüş Tasları (s: 421)  
*Türk Kültürleri ve Türkiye Kültürü (s: 433)
*Oğuzhan İmparatorluğu (s: 454)
*Câhilleri Gölgede Bırakan Batı Âlimleri (s: 477) 
*Türklük Dâireleri (s: 497)     
*‘Âb-ı Hayat’ Nedir? (s: 500)  
*Hz. Ömer’in Kanaatkârlığı (s: 507) 
*Telaffuz (s: 522)          
*Şiir Devrimimiz (s: 514)  
*Besteli Dil (s: 538)  
*Türk Milletlerinin Müşterek Kültür Dili (s: 614)     
*Batı Kaynaklarına Göre Eski Türklerde Demokrasi (s: 619-658)
Sohbet meclislerinde; kulakta hoş sâdalar, zihinlerde renkli izler bırakmak isteyenler için bitmez tükenmez malzemeler ihtiva eden Târihî Hakîkatler isimli iser; 16,5 X 24,5 santim ölçülerinde 679 sayfa olarak Mart 2016’da yeniden kültür hayatımıza kazandırıldı.
BİLGEOĞUZ YAYINLARI:    
Alemdar Mahallesi Molla Fenarî Sokağı Nu: 35/B Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-527 33 65  
Belgegeçer: 0.212-527 33 64  e-posta: [email protected]  www.bilgeoguz.com.tr 

İSMAİL HÂMİ DANİŞMEND:


Türk-İslâm ve Osmanlı târihçisi, fikir adamı İsmail Hâmi Danişmend 1892 yılında Merzifon’da doğdu, 12 Nisan 1967 târihinde 75 yaşında İstanbul’da  vefat etti.

Anadolu’daki Dânişmendoğulları Beyliği’nin kurucusu Dânişmend Gazi soyundan gelmektedir. Özel bir eğitim görüp Şam İdadîsi’nden mezun olduktan sonra İstanbul’a gelerek, günümüzde Siyasal Bilgiler Fakültesi olarak bilinen Mekteb-i Mülkiye’ye girdi. Buradan mezun olunca Hâriciye Nezâretinde kâtip olarak göreve başladı. Mizacı memuriyet ile bağdaşmadığı için kısa süre içerisinde görevden ayrıldı ise de 1912’de Maliye Yüksek Okulu’nda Yakınçağ târihi hocalığına tâyin edildi.  Ertesi yıl, Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Şubesi’nde dinler târihi müderrisliğine (profesörlüğüne) getirildi. Aynı yıl, Mekteb-i Mülkiye’ye, siyâsî ve medenî târih hocası olarak geçiş yaptı. 1914’te, Bağdat Mekteb-i Hukuk Müdürlüğü’ne nakledildi. Birinci Dünya Savaşı sonunda Bağdat’ın elimizden çıkmasına kadar burada kaldı.

Savaştan sonra İstanbul’a dönen İsmail Hâmi Danişmend, Mustafa Kemal Paşa’nın desteği ile yayınlanan Minber Gazetesi’nde yazılar yazdı. Minber’in kapanmasından sonra, kendi imkânlarıyla Memleket Gazetesi’ni çıkarmaya başladı. Başyazarı ve sorumlu müdürü olduğu gazetede,   tam bağımsızlığı savunan ve milliyetçiliği teşvik eden ateşli yazılar O’nun imzasını taşıyordu.  Bu yazılarla, Mütâreke döneminin karanlık günlerinde, İstanbul’da bir ümit ışığı oldu. Mütâreke aleyhindeki yazıları sebebiyle İtilâf Devletleri baskı yaptı ve hükümet bu baskılara boyun eğerek gazete kapandı. Hükümet, Danişmend’i tevkif kararı alınca Anadolu’ya geçerek 4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi’ne İstanbul delegesi olarak katıldı. Kongrede, divan kâtipliği, genel sekreterlik ve istihbarat şubesi şefliği görevlerini üstlendi. Aynı zamanda Sivas’ta yayınlanmaya başlayan İrâde-i Milliye Gazetesi’nin başyazarı idi.

Millî Mücâdele’nin kazanılmasından sonra resmî görev almadı. Târih araştırmalarına yöneldi. Çeşitlı dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Türk ve İslâm târihini, Türkçülük ana fikrine bağlı olarak inceledi.  1 Nisan 1939’da yayına başlayan Türklük Mecmuası’nın başyazarı olarak yazdığı makaleler, târih ve edebiyat açısından çok mühimdir.


DERKENAR:


DİLİMİZ

Prof. Sabri Esat Siyavuşgil


Dili, bir milletin fertlerini birbirine bağlıyan bir mânevî rabıtalar manzumesi olarak târif ederler. Gerçi bu târife yalnız dil değil, millî târih, millî an’aneler, millî zevk, vatan sevgisi, hattâ din de girer. Fakat dil, insanları millet câmiasında toplayan bütün bu fikir ve duyguların fertten ferde, nesilden nesile, devirden devire intikalini temin eden tek vasıtadır. Millet realitesinin bütün tahassürleri, emelleri, iştiyakları, hattâ mantığı ve zevki evvelâ dilde, sonra eserde ve harekette şeklini ve ifâdesini bulur. Bir milleti yok etmenin en kestirme yolu, onu kullanageldiği dilden mahrum etmektir. O zaman, asırlarca birlikte yaşamanın kelimelere verdiği can ile birlikte, o kelimelere sinmiş olan târih, an’ane, zevk, yurt sevgisi, hâsılı dilin en hurda unsurlarına kadar kök salmış olan millî kültür de elden gider.
Bu hakîkat, insanlığın pek erken keşif ve kabul ettiği hakîkatlerden biridir. Medeniyet târihinin hakikî başlangıcı, bence, mekteplerin açılıp genç nesillere ana dilinin öğretildiği târihtir. İnsanlık, maarifi evvelâ, çocuklara ana dillerini sevdirmek ve bütün incelikleriyle öğretmek mânasında anlamıştır. Kadim Yunan mekteplerinde çocuk, her şeyden evvel, her kelimesine site ruhunun bir zerresi sinmiş olan kendi dilini öğrenirdi. Ana babalar, çocuklarını, millet hayatının çıraklık devresi olan mektebe, bu dil kültürü içinde yoğrulsunlar diye gönderirdi. Medenî dünyada ilk açılan mektepler, genç nesillere dili bütün mantıkî yapısı ve zevk ölçüleriyle birlikte öğreten müesseselerdir. Zaten halk içinde yaşıyan dil, evvelâ bu müesseseler sâyesinde her türlü tecâvüzden kendini korur. Bilgisizlik, zevksizlik, ölçüsüzlük, kayıtsızlık gibi hallerin dile uzattığı eli, önce bu müesseseler kırar. Bâzı memleketlerde, çok sonraları, bu iş, akademilerin vazifesi olmuştur.
Bunlar birtakım harcıâlem hakîkatlerdir. Dilin millî hayat boyunca şeklini ve kıvamını tedricen bulduğu, eline geçirdiği yabancı unsurları kendi mantıkî bünyesi içinde yoğurup benimsediği, direktifle, cebir ve tazyikle, hattâ mekteplerin sun’î bir dili yayma vasıtası olarak kullanılmasıyla dahi, tabiat kanunlarını andıran bu oluş ve gidişin değişemeyeceği de, yine o çeşit hakîkatlerdendir. Halbuki bizde, milletin kendi irâdesine sâhip olması lâzım geldiği hakîkati, uzun müddet ne şekilde anlaşılmışsa, kendi diline sâhip olması icabettiği hakîkati de o nisbette revaç bulmuştur.
Evvelâ, dili sâdeleştirelim, dediler. Dil zâten çoktan kendi kendine sâdeleşmekte idi. Yabancı gramer kaidelerine göre yapılan terkipler, türlü biçimlerde cemiler konuşma Türkçesinden de esasen kaybolup gitmişti. Şu halde canlı Türkçenin kendiliğinden eskitip bir tarafa attığı bu zorluk ve karışıklık unsurları üzerinde uğraşmak, kadavraya kurşun sıkmak kabilindendi. Fakat ‘dili sâdeleştirme’ cereyanı, çabucak, dile asırlardan beri girip yerleşmiş yabancı asıldan kelimeleri, türlü usullerle, hayat hakkından mahrum etmek istikametini aldı. Başlangıçta, tam mânasiyle müteradif kelimelerin içinden en çok yayılmış olanları ve kulağa en hoş gelenleri muhafaza edilmek istendi. Yalnız, bu yola girilince, miyarı, büyük bir titizlikle, yaşayan Türkçenin târihine ve selikasına hürmet ederek, dilin musikisini ve tedai hamulesini gözönünde tutarak kullanmak lâzım geliyordu. Mesele, nihayet Türkçenin kelime hazinesini tespit etmek olduğuna göre, ömürleri boyunca Türkçeyi bütün incelik ve güzelliğiyle kullanmaya çalışmış ve bu sahada eser vermiş zevk ve bilgi sâhibi kimselerin, târihî kültürümüzü baltalamaksızın, geniş anketlerle, metodlu bir şekilde çalışması icabediyordu. Bu, uzun, yorucu, kaypak bir işti, derin tetkiklere, sabırlı mesaiye ve isâbetli sezişlere ihtiyaç gösteriyordu.
Fakat bu yola girilmedi. Sâdeleştirmenin, çok geçmeden, dili bütün yabancı (!) kelimelerden temizleme istikametini aldığı görüldü. Münevverlerin ve halkın vokabüleri tespit edilecek yerde, ele lûgat kitapları alındı ve kelimeler ne zamandan beri dilimize ve kültürümüze yerleşmiş ve ne derece yayılmış oldukları araştırılmaksızın, sırf menşelerine bakılarak, makbul ve parya tasnifine tâbi tutuldu.
Bu şiddetli lisan ırkçılığı, bilhassa Arapçadan gelme, mücerret mânalı kelime, tâbir ve ıstılâhları hedef tuttu. Fars, Yunan, İtalyan, hattâ Fransız menşeli, mücerret ve müşahhas mânalı kelimeler, her nedense, bu tasfiye hareketinin dışında kaldı. Böylece, meselâ ‘akıl’ ve ‘hayat’ kelimelerini ipe çekmeye çalışırken, İtalyancadan gelme ‘masa’ ve ‘iskele’ye, Rumcadan gelme ‘kefal’e, Fransızcadan gelme ‘tren’e dil uzatanlar çıkmadı. Arapçadan alıp da bizzat Arapların anlıyamadığı telâffuz ve mânalarda asırlardan beri kullanageldiğimiz kelimelere karşı gösterilen bu galeyana bakılırsa, komşularımızın siyasî veya kültürel istilâsından çekindiğimiz ve bu tehlikeyi vaktinde önlemek için böyle bir tedbir aldığımız zannına düşülebilirdi. Fakat asırlardan beri böyle bir tehlike ile asla karşılaşmamış olan Türklüğün, garp medeniyetinde hayli ilerledikten ve millî şuuru tam mânasiyle geliştikten sonra, bilhassa dili kendiliğinden sâdeleşirken, birdenbire böyle bir vehme kapılabilmesi, mâkul sebeplerle izah edilemezdi.
(Yeni Sabah Gazetesi, 18 Haziran 1950, s: 2)
(DEVAM EDECEK)


KUŞBAKIŞI: 


SULTAN’A SUİKAST:


Sultan İkinci Abdülhâmid Han’a karşı düzenlenen, ‘Yıldız Suikasti’ veya ‘Bomba Hâdisesi’ olarak bilinen suikastin, soruşturma raporundan oluşan eser; Osmanlı Devleti’nde Ermenilerin durumu, Sultan İkinci Abdülhâmid Han döneminin şartları Sultan’a düzenlenen suikastin iç ve dış bağlantılarını detaylarıyla anlatıyor. Yürütülen soruşturma sonucunda hazırlanan Tahkikat Raporu ve ekinin orijinalleri ile çeviri yazılarını ve değerlendirmeleri de sunan eser, mevzu ila alakadar olanlar için mühim bir kaynak olma özelliğine sâhiptir. Yazarı: Prof. Dr. Haluk Selvi
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR A. Ş. YAYINLARI: 
Maltepe Mahallesi Topkapı Kültür Parkı Osmanlı Evleri, Topkapı, Zeytinburnu 34010 İstanbul. Telefon: 0.212-467 07 00 Belgegeçer: 0.212-467 07 99 e-posta: [email protected]  www.kultursanat.org


ÂLİMLERİN ZORLUKLARI ve ERENLERİN EDEPLERİ:


Eserin yazarı Selim Divane el-Kırımî, lakabından da anlaşılacağı üzere Kırım’lıdır. ‘Kırımlı Selim Baba’ olarak da bilinir. Genç yaşta İstanbul’a gelerek medrese eğitimi gördükten sonra Bosna’ya kadı olarak tâyin edildi. Kadirî Tarikati’ne mensuptur. 1757 yılında Üsküp’te vefat etti.

Kitap bir iç yolculuğunu, insanın en aslî arayışı olan hakîkate ulaşmasının menzillerini gösteriyor. Sabırla geçilen merhaleler, ulaşılan menziller yeni dünyaların kapılarını aralıyor. Bir başka açıdan da gönlü berraklaştırmanın, onu her şeyin âyan olacağı bir aynaya dönüştürmenin yollarını gösteriyor. Ve kadim ilkelerden kendini bilmeyi, gönlü bütün fazlalıklardan arındırmayı öğretiyor. Niyazi Mısrî, Eşrefoğlu Rumî satırlara eşlik ediyor.

H. Rahmi Yananlı tarafından yayına hazırlanan 13,5 X 21 santim ölçülerinde, 84 sayfalık eser, 2016 yılında okuyucuya sunuldu.

BÜYÜYEN AY YAYINLARI:   
İskenderpaşa Mahallesi, Kıztaşı Caddesi Nu: 13, Kat: 2 Fatih, İstanbul, Telefon ve Belgegeçer: 0.212-533 18 11
e-posta: [email protected]  www.buyuyenay.com.tr 


ASYA’NIN KANDİLLERİ:


Kitap, TRT’de yayınlanan ve Hoca Ahmed Yesevi, Farâbî, Yusuf Has Hacib, Kaşgarlı Mahmud, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Ali Şîr Nevâî, İmam Buharî, İbni Sina, Musa el Harezmî, el-Burunî, Fuzûlî, Abdülkadir Meragî gibi Türk dünyasının tanınmış değerlerinin, hayat hikâyeleri, şahsiyetleri ve fikirlerini ihtiva etmektedir.

Halime Toros tarafından hazırlandı. 13 X 21 santim ölçülerinde, 360 sayfadır. 

TÜRK DÜNYASI VAKFI YAYINLARI
Orta Mahalle, Şeyh Şemsettin Sokağı Nu: 10 Odunpazarı, Eskişehir. Telefon: 0.222-230 28 38  
e-posta: [email protected]  www.turkdunyasivakfi.org.tr 

KISA KISA… KISA KISA…
1-CEM SULTAN: Tuna Serim / Timaş Yayınları   
2-TARİHTE İSTANBUL ESNAFI: Reşad Ekrem Koçu / Doğan Kitap. 
3-ALDO MORO VAK’ASI: Leonardo Sciascia’dan Çeviren: Neyyire Gül Işık.  
4-MEDENİYETLER ve ŞEHİRLER: Ahmet Davutoğlu / Küre Yayınları.  
5-İKNA ETME SANATI: Michael Wheeler’den Çeviren: Funda Sezer.