Kıbrıs’ta her şey değişmiştir! 

Adanın idaresi, adada yaşayan toplumların yaşam biçimi, özgürlükler, egemenlikler, tercihler, alışkanlıklar, komşuluklar; zamanın ardında kalan anılar bile yer değiştirmiştir.

Ama bunca değişime rağmen değişmeyen yegâne gerçek? 

Kıbrıs Türk Halkının bir türlü değişmeyen kaderidir!

Bu kaderin içinde değişmeyen/değiştirilemeyen gerçekler vardır!

Nedir bunlar?

Kıbrıs Türk’ünün adadaki egemen ve özgürce yaşam hakkının görmezden gelinmesidir. 

1878 yılından bugüne; dinmeyen bitmeyen acıları, hala devam eden Rum’un ekonomik ambargolarıdır. 

1955-1974 yılları arasında yaşadıkları ama bilmezden gelinen insanlık ayıplarıdır. 

Kıbrıs Türk Halkının, ata yadigârı vatan topraklarındaki, tarihsel ve hukuki kazanımlarının göz ardı edilemeye devam edilmesidir.

Kıbrıs konusunun müzakere masasına getirildiği 1968 yılından bugüne kadar geçen süreçte, her defasında Kıbrıs Türk tarafı ödün vermiştir; yetmedi daha vereceksin denilmiştir.

Kıbrıs’ta yaşanan her çözüm sürecinde, bu kahraman halka direkt olarak sen ne talep ediyorsun diye sorulmamıştır; sen ne istiyorsun denmemiştir…

Onlar daima kimi siyasilerin tercihlerine, uluslararası aktörlerin menfaatlerine göre yönlendirilmişler; dünya devlerinin dayattıklarına tanıklık etmişler, kimi zaman da kabul etmek zorunda kalmışlar/bırakılmışlardır.

2008 yılında yeniden başlayan Kıbrıs müzakerelerinin, günümüze kadar süren tüm görüşmelerinde; çözüme ulaşmak adına; sanki Kıbrıs Türk’ünün söyleyeceği hiçbir şey yokmuş gibi hareket edilmiştir!

Öyle bir an gelmiştir ki!

Adı Annan olan bir plan ortaya konulmuş, bu planla adanın kuzeyinde yaşayan yurttaşlarımızın gözü öylesine kamaştırılmıştır ki! 

Bu planın referandum günü geldiğinde, kendi kurdukları devleti ortadan kaldırılması için Kıbrıs Türk’üne ‘evet’ bile dedirtmişlerdir..!

Kıbrıs Türk’ü, onları her yönden destekleyen anavatan Türkiye; adada kalıcı bir çözüme ulaşılması adına daima olumlu davranmış, hiçbir müzakere döneminde görüşme masasını terk etmemiştir.

2016 yılında adada ortak, kalıcı bir çözüm olması ihtimalinin giderek güçlendiğini söyleyen kimi siyasiler, 2017 yılının ilk günlerinden bugüne devam eden müzakereler sürecini değerlendirdiklerinde; böylesi bir sürecin artık olmayacağını/olamayacağını bir kez daha anlamış olmalıdırlar!

Rum tarafının duruşunda, çözüm anlayışında herhangi bir değişiklik yoktur! GKRY, adanın yarı buçuğunu temsilen AB’ye alınmakla, adanın yasal hükümetiymiş gibi muamele görmekle, uluslararası camiadan alabileceği her şeyi zaten almıştır.

Onların istediği tek şey adanın tek sahibi olmaktır.

50’li yıllardan bugüne devam eden taraflar arası anlaşmazlıkların temelinde; Rum-Yunan ikilisinin Lozan’da uğradığı bozgunun, Akdeniz’in bu stratejik adasında telafi edilmesi vardır. Bu ikili; tarihin hiçbir döneminde vazgeçmedikleri bu emellerinden asla vazgeçmeyeceklerdir.

Bunun yanı sıra, uluslararası milletler topluluğunun emperyalist menfaatlerinin kesiştiği Orta Doğu coğrafyasının günümüze yansıyan bölgesel savaşları, Kıbrıs adasının konumunu daha da önemli kılmıştır.

Türkiye’nin günümüzde yaşamış olduğu kritik süreci; ada üzerinde menfaatleri olan, bu stratejik adada konuşlanma niyeti bulunan hiçbir ülke fırsat bilme yanlışına düşmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu kritik süreci atlatacak güç ve kudrettedir. Bölgesinin hala en güçlüsü olarak; anakara topraklarımıza 63 km. mesafede olan Kıbrıs’ı: bu ata yadigârı vatan parçasını, ne Rum tarafına, ne Yunanistan’a, ne de emperyalizmin o bildik devletlerine teslim etmeyecektir.

Dün olduğu gibi; bugünde devletimizi yöneten siyasi irade bunun bilincinde olup, Ocak 2017’de yapılan Cenevre toplantısında bunun yanıtını, net bir biçimde muhataplarına vermiştir.

O nedenle Kıbrıs’ta değişmeyen en önemli gerçek aslında budur. Bu gerçek en büyük gücü, Türk Milletinden almaktadır.

Ne Rum tarafının, ne Yunanistan’ın, ne İngiltere’nin, ne AB’nin, ne BM’in türlü ayak oyunları, siyaseten kurmuş oldukları tuzakları, bu büyük gücün karşısında başarılı olamayacaktır.

K.K.T.C’nin müzakere masasında siyaseten temsil edenler de bu gücün farkında olmalı, buna uygun davranmalıdır..!

Değerli okur;

Türkiye’de ulusal yazılı basın ağı içinde yer alan bir gazetede; 27 Ocak 2017 Cuma gününden beri; ‘’Kıbrıs Satılıyor Mu?’’ başlıklı bir yazı dizisi yayınlanmaya başlamıştır.

Kıbrıs konusu yakinen takip eden bir yazar olarak, bu yazı dizisini ben de okuyorum. Bu yazı dizisi beni iki yönden ilgilendirmektedir.

Birincisi, Kıbrıs’ta 20 Temmuz 974 savaşlarında benim de bölük komutanı olarak savaşmam; ikincisi ise 43 yıldan bugüne değin bu önemli konuda pek çok araştırmalar yaparak, kitaplar yazmamdır.

Yazılan her yazı tarihi gerçekleri saptırmıyorsa, tarihte yaşanan her ne varsa tarafsız bir kalemle anlatılıyorsa; okurlara bir katkı sağlar. Ancak kendisine göre tarih yaratarak, gerçekleri saptırarak, onlara türlü yorumlar katarak yazmak, anlatmak ne kadar doğru olabilir? 

Gerçekleri bir süre gizleyebilirsiniz ama tarihin sesini susturmak mümkün müdür? Bu yazı dizisinin içerisinde tarihi gerçeklerle uyuşmayan anlatımlar da bulunmaktadır!

İşte bana göre bunlardan en önemli ikisi:

Birincisi:

’Garanti anlaşması………………………………………adanın başka bir ülkeyle birleşmesini, yani Taksim’i ve Enosis’i açık ve kesin şekilde yasaklıyordu. Zira E.O.K.A ve T.M.T’nin, yani adadaki iki yer altı teşkilatının ‘yeminli hedefi’ adayı bölmekti…’’

İşte gerçek dışı bu cümlelerin tarihin sesiyle yanıtı:

‘E.O.K.A; Kıbrıs Türk’ünü Acritas Planı ile ortadan kaldırmak amacıyla 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin Rum Cumhurbaşkanı Makarios tarafından kurulan, eli silahlı çetelerden oluşan kanlı bir terör örgütüdür. Bu örgüt 1 Ağustos 1955’ten, 20 Temmuz 1974’e kadar geçen süreçte; Kıbrıs Türk’üne yani o diziyi kaleme alan yazarın adadaki yurttaşlarına kan kusturmuş, sadece 21-25 Aralık 1963 Kanlı Noel olaylarında 103 Türk köyünü yakıp yıkmış, yüzlerce Kıbrıs Türk’ünü öldürmüştür. 11 yıl boyunca bu örgütün tek bir hedefi olmuştur: O da; Kıbrıs’taki Türkleri topyekûn imha etmek, adayı terk etmelerini sağlayarak, adayı Yunanistan’a bağlamaktır.

T.M.T; (Türk Mukavemet Teşkilatı) E.O.K.A’nın bu tedhiş hareketlerine mani olmak, Kıbrıs Türk Halkının canını, malını, namusunu korumak amacıyla dönemin Türkiye Hükümetinin izniyle kurulmuş, bir direniş teşkilatıdır. Bu kahramanların; hiçbir zaman adayı bölmek, adayı Türkiye’ye bağlamak gibi bir görevi olmamıştır.

Bu gerçekleri ben söylemiyorum, tarih sayfaları bunun kaydını böyle tutmuştur. T.M.T’nin ne olup, ne olmadığını bilen, o efsane teşkilatta görev alan Kahraman Kıbrıs Mücahitleri adada halen sağdır. Bu gerçekleri yaşayanların oluşturduğu bir de dernekleri vardır. Bunun da ötesinde tarihe ışık tutan pek çok kitap bu gerçeği böyle anlatmaktadır.

İkincisi:

’1974’teki askeri müdahale Kıbrıs’a ‘barış’ getirmedi. Savaşta ölümler, yaralanmalar ve çekilen acıların yanı sıra 48 bin Kıbrıslı Türk ve 162 bin Kıbrıslı Rum yerlerinden edildi. Müzakerelerde ‘mülkiyet’ başlığının nedeni, ada içindeki ‘zorunlu göç’ hareketlerinden başka bir şey değil. 1964’te Türkiye, adadaki devletin Kıbrıs Cumhuriyeti olduğunu kabul etti.’’ Tespitidir…

Bu ikinci önemli hususa tarihin sesiyle yanıt vermem gerekirse: 

1960 Kıbrıs Cumhuriyeti kuruluş anayasasına uymayan Rum Cumhurbaşkanı Makarios tarafından, Kıbrıslı Türklerin yönetimden atılması nedeniyle yıkılmış olup; (Bk. dönemin belediyeler yasası, Makarios’un ortaya koyduğu 13 madde…) Türkiye; ne 1964 sürecinde, ne de sonrasında, Kıbrıs Cumhuriyetini tanımamış, hiçbir şekilde bu oldubittiyi kabul etmemiştir. 

BM belgeleri, o tarihte adaya gelen Barış gücünün neden geldiği kararı, bu gerçeğin en çarpıcı kanıtlarıdır. 

1974’te askeri müdahale Kıbrıs’a barış getirmedi! İddiasına gelince: Tam tersine Türkiye’nin yapmış olduğu bu haklı ve yasal müdahale; sadece Kıbrıs’a değil, Yunanistan’a da barış ve demokrasiyi getirmiştir. O tarihten bugüne değin adada barış ve huzur vardır. 

Adanın tarihi sürecinin anlatıldığı bu yazı dizisinde; 

1974 öncesinde yaşanan ada gerçekleri, 1955-1974 arası Kıbrıs Türk’ünün yaşadığı acılar, ölümler, göçler göz ardı edildiği gibi; 

Çok merak ettiğim önemli bir konu da: 

Bu yazı dizisini kaleme alan yazar; 1963’ten 1974’e kadar geçen 11 yıl boyunca, Hamitköy ovasında çocuklarını aç, susuz, süt bulamadan büyütmek zorunda kalan Kıbrıs Türk Analarının sesini de mi duymamıştır? 

O süreci yaşayıp da, halen hayatta olanları dinlememiş,

 Fotoğraflarını görmemiş,

O dönemin, adadaki arşiv kayıtlarını da mı incelememiştir?

Tekrar ifade etmem gerekirse:

Tarihi gerçekler bir süre gizlenebilir! Ama tarihin sesini susturmak mümkün müdür?