BÜYÜKELÇİ (E) TUGAY ULUÇEVİK’İN TASAM TARAFINDAN DÜZENLENEN TOPLANTIDA “KIBRIS SORUNU VE AB” KONUSUNDA YAPTIĞI KONUŞMA ANKARA, 16 OCAK 2010 Sayın Başkan, Sayın Büyükelçi Dr. Ali Engin OBA, Seçkin Konuklar, Türkiye Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin “Türk-Yunan Sorunları ve Kıbrıs” konularını yeniden gözden geçirmemize ve hafızalarımızı tazelememize imkân veren bu toplantıyı düzenlemesi kuşkusuz fevkalâde zamanlıdır. Çünkü, Hükûmetimiz komşularla “sıfır sorun” politikasını Yunanistan bakımından da uygulamağa koymuştur. Toplantı zamanlıdır; çünkü, Millî Davamız Kıbrıs konusunda da Dava’nın akıbetini belirleyecek mahiyette önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Kıbrıs sorununun böyle dönüm noktası olabilecek bir aşamasında hatıralarımı, bilgi ve tecrübelerimi ve düşüncelerimi “Kıbrıs ve Avrupa Birliği” başlığı altında Siz seçkin Konuklarla paylaşma fırsat ve imkânını bana bahşettikleri için TASAM’ın Başkanı Sayın Süleyman ŞENSOY’a ve TASAM’ın Ankara Temsilcisi değerli meslektaşım Doçent Doktor Büyükelçi Ali Engin OBA’ya teşekkür etmek istiyorum. Seçkin Konuklar, Sayın Başbakan’ın Yunanistan Başbakanı’na 30 Ekim 2009 tarihli bir yazılı mesaj göndererek, Türk Hükûmeti’nin Yunanistan’la ilişkilerini tüm alanlarda geliştirmeğe hazır olduğunu belirttiğini ve Türkiye’nin “komşu ülkelerle sıfır problem” anlayışının Türk dış politikasının öncelikleri arasında bulunduğunu vurguladığını basından öğrenmiş bulunuyoruz. Böylece Hükûmetimiz, Yunanistan’a da yönelik bir açılım başlatmış olmaktadır. Şahsen, “komşularla sıfır sorun” yaklaşımını Büyük Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” vecizesinde ifadesini bulan Türkiye’nin dış politika düsturunun ruhuna uygun bulmaktayım. Açılımın başarılı olmasını ve iki ülkenin ve bölgemizin yararına semere vermesini dilerim. Ayrıca “komşularla sıfır sorun” yaklaşımının, her komşumuzla olan meselelerimizin mahiyetlerine, ortaya çıkış sebep ve saiklerine uygun düşen farklılıklarla uygulanmasını; bu yaklaşımın şimdi veya gelecekte Türkiye’nin hayatî çıkarlarının sıfırla çarpılmasına yol açacak bir netice vermemesini temenni ederim. Bununla beraber, bu çerçevede, Türkiye ve Yunanistan arasında bugün mevcut olan sorunların, tarihten gelen sebep ve saiklerle ortaya çıkmış bulunan ve Türklere yönelik 11 kalem hedeften oluşan “megali idea” tarafından şekillenen Yunan politikalarının eseri olduğu gerçeğini hatırlamaktan ve hatırlatmaktan kendimi alamıyorum. İstanbul’un Türkler tarafından fethi ve Bizans Devleti’nin bu suretle ortadan kalkışı, Elenlerde “büyük ülküler” anlamına gelen “megali idea’nın” doğmasına sebep olmuştur. Bu ülkü eski Bizans’ın ihyasını amaçlamaktadır ve Elen milletine mahsus bir hayalcilik ve maceracı bir karakterle beslenegelmiştir. Bu ülkü 1829 yılında uluslararası camiaya bağımsız bir devlet olarak katılmasından sonra Yunanistan için bir dış siyaset ideolojisi halini almıştır. Beş asır boyunca Osmanlı Devleti’nin çatısı altında yaşayan Elenler kendi millî devletlerini kurduktan sonra “megali idea’nın” gösterdiği yönde Osmanlı Devlet’inin aleyhine “irredentist” bir siyaset izlemeğe koyulmuşlardır. Avrupa’nın o devirlerdeki büyük devletleri İngiltere, Fransa ve Rusya Osmanlı Devleti’ne karşı bir politika takip ettikleri için Yunanistan bu Devletlerden destek görmüştür. Bu sayede de Yunanistan bağımsızlığının ilk yüzyılı içinde topraklarını Osmanlı Devleti’nin aleyhine üç misli genişletmeği başarabilmiştir. Rum Ortodoks Kilisesi de “megali idea’nın” öncülüğünü yapmıştır. Anadolu’yu “kaybedilmiş vatan” olarak niteleyen Yunanlar, Anadolu’yu ele geçirecekleri hülyasıyla 15 Mayıs 1919’da başlayan bir maceraya girişmişlerdir. Büyük Önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK vatanımıza yönelik Yunan hülyasını 1922’de kesin şekilde boşa çıkarmıştır. Yunanistan’ın 52 sene sonra Lozan Dengesini tamamen ortadan kaldırmak amacıyla 15 Temmuz 1974’de Kıbrıs’ta yaratmak istediği “ENOSIS” oldubittisi Türkiye tarafından akim bırakılmıştır. Eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulan öteki ulusal devletlerin hiçbirinde Yunanistan’ınki kadar fanatik ve sürekli bir yayılma emeli görülmemiştir. Bir komşu ülkeye karşı izlenen husumet politikası hiçbir ülkede Yunanistan’da olduğu kadar politikacıya iç siyasette puan kazandırmamıştır. Hepimizin bildiği üzere, devletler arasındaki sorunların ya tarihî sebepleri vardır veya sorunlar, ilişkilerin seyri içinde yaşanan olaylarda, çoğu zaman sırf bu olayları ilgilendiren şekildeki karşılıklı menfaat çatışmalarının neticesi olarak ortaya çıkar. Tarihî sebeplerden kaynaklanan meseleler, ihtilâflar uzun süre devam ederler. Tarihî sebeplerin ortadan kalkması mümkün olamayacağı veya tarihten kaynaklanan peşin hükümlerin yerini makûl düşüncelerin alması kısa zamanda gerçekleşemeyeceği için, bu tür sorunların halli zaman alıcı olur. Bazı hallerde de “çözümsüzlük başlı başına bir çözüm” olarak ortaya çıkar. Status quo’nun korunması bir amaç haline gelir. Bu nitelikteki sorunlarla yüklü ilişkilere sahip ülkeler arasında “rekabet, gerginlik ve çatışma” kendini kural olarak gösterir. “Dostluk, iyi komşuluk ve işbirliği” ise istisna olarak tecelli eder. Tecelli etse bile devamlılık göstermez. Dışişleri Bakanlığı’na intisap ettikten sonra Merkezdeki bütün görevlerim Kıbrıs ve Yunanistan dosyaları üzerinde geçti. Bu görevlerim sırasında, Yunanistan Devleti’nin Türkiye’ye yönelik ülkülerini, emellerini, niyetlerini birçok olayı yaşayarak öğrendim. İki ülke arasındaki ilişkilerin zaman zaman içinden geçtiği sözde dostluk dönemlerinde dahi Yunanistan’ın “dostluğu” kendi çıkarları için istismar etmedeki becerisini, dosyalara geriye doğru baktığım zaman açıklıkla görmüş bulunuyorum. Gerçekten de Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların başlangıç noktalarının, 1930 – 1955 döneminde ve 1960’larda Yunanistan’ın attığı bazı adımlarda yattığını dosyalar açıkça ortaya koymaktadır. Calib-i dikkat olan husus şudur ki, Yunanistan’ın Türkiye’nin menfaatlerine aykırı olan adımlarından önemli olan bazılarını Türkiye ile dostluk ve işbirliği ilişkileri sürdürdüğü 1930-1955 döneminde atabilmiş olmasıdır. ▪ 1931 yılında Yunanistan millî hava sahasını, karasuları 3 mil olmasına rağmen 10 mile genişletmiştir. Bu genişleme sonucunda Ege’de uluslararası hava sahası yüzde 50 oranında azalmıştır; ▪Yunanistan 1936 yılında karasularını 3 milden 6 mile genişletmiştir; ▪Batı Trakya’daki Türk azınlığının varlığını ve Lozan Andlaşması’ndan kaynaklanan özel statüsünü ortadan kaldırmağa yönelik uygulamalar içine girmiştir; ▪Yunanistan 1954 – 1974 döneminde Kıbrıs’ı ilhak yönünde, siyasî ve diplomatik girişimlerle beraber, şiddete ve askerî oldubittilere başvurmuştur; ▪Yunanistan 1960’lı yılların başından itibaren 1923 Lozan ve 1947 Paris Barış Andlaşmalarından doğan vecibelerini açıkça ihlâl ederek, Doğu Ege Adalarını ve Oniki Ada’ya asker ve silâh yığmaya başlamıştır. ▪1960 – 1973 döneminde Ege’nin tüm kıta sahanlığının kendisine ait olduğu iddiasıyla araştırma ve işletme ruhsatları vermiştir. Arama ve işletme faaliyetlerini fiilen başlatmıştır. ▪Yunanistan 1952 yılında uluslararası sivil havacılıkla ilgili teknik bir hizmet olarak üstlendiği “Uçuş Bilgilendirme Bölgesi” (Flight Information Region – FIR) görevini, millî egemenlik alanlarına giren bir yetki olarak kullanmak istemiştir. Türkiye, Yunanistan’ın iç düzenleme şeklinde bazı hallerde gizli kararnamelerle attığı bu adımların bir kısmından yıllar sonra haberdar olmuş; bir kısmını Yunanistan’la dostluk havası içinde zamanında sakıncalı görmemiş; sonradan tepki gösterme ve karşı tedbir düşünme cihetine gitmiştir. Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin 1974’den sonraki seyrine göz atıldığı zaman, diyalog başlatma teşebbüslerinin Türkiye’den geldiği görülür. İki ülke arasındaki sorunları gözden geçirmek için başlatılan diyalog süreçlerinin Yunanistan’ın isteksizliğinden, çekingenliğinden, ahde vefa ilkesine sadakatsizliğinden veya iç politika mülâhazalarıyla Türkiye ile gerginlik politikasını yumuşama havasına tercih etmesinden kaynaklanan sebeplerle kısa sürede kesilmiş olduğu görülür. 1975 Demirel – Konstantin Karamanlis Brüksel buluşması; 1976 Bern Anlaşması; 1978’de Ecevit – K. Karamanlis Montrö Zirvesi; 1988 Özal – Andreas Papandreau Davos görüşmesi ve yaratılan sözde “Davos ruhu”; 1992 Demirel – Mitsotakis Davos buluşması ve varılan mutabakatlar, hep aynı sebeplerle Türkiye’nin umduğu sonuçları vermemiştir. Başbakan Özal Yunanistan’a Haziran 1988’de resmî ziyarette bulunmuş; bu ziyaret iade edilmemiştir. Özal’ın ziyaretinden 20 sene sonra Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis Başbakan Erdoğan’ın konuğu olarak Ocak 2008’de Türkiye’yi resmen ziyaret etmiştir. Bu ziyaret Yunanistan’dan 49 yıldır Türkiye’ye vaki ilk başbakan düzeyinde ziyaret olmuştur. Demirel – Mitsotakis arasındaki görüşmede akdedilmesi kararlaştırılan “İyi Komşuluk, Dostluk ve İşbirliği” Anlaşması için görüşmeleri yürütmekle beni görevlendirmişti. Yunan tarafında ise bu işi Ankara Büyükelçisi Makris üstlenmişti. Yunan tarafının müzakereye girmekten kaçınması, bu konuyu kamuoyundan gizlemesi; taraflar arasında sadece birkaç defa taslak metinlerin teati edilmesiyle yetinilmesi; bunun da yine Yunan tarafının talebi üzerine dünyanın Ankara ve Atina’dan uzak yerlerindeki tenha restoranlarda sütun arkasına gizlenmiş masalarda yapılması yüzünden Anlaşma gerçekleşememiştir. Türkiye ile Yunanistan arasında 1988 – 1993 arasında en üst düzeylerde yoğun bir diyalog yaşanmışsa da, mevcut somut sorunları ele alacak bir görüşme mekanizmasının kurulması, Yunan tarafının bundan kaçınması sebebiyle mümkün olamamıştır. Seçkin Konuklar, Türkiye – Yunanistan ilişkilerinde bizzat tanık olduğum ilk olay çocukluk yıllarımda geçmiştir. Yunan Kralı Paulos’un ve Kraliçe Frederika’nın 7 Haziran 1952 günü başlayan Türkiye’yi ziyaretlerinde, o günlerde çıkan gazetelerde ve radyo haberlerinde gördüğüm ve duyduğum tabirle, “aziz ve değerli misafirlerimizi” Ankara’da Atatürk Bulvarı üzerinde karşılamak üzere saf teşkil etmiş olan Ankara Koleji izci oymağında 13 yaşında bir izciydim. Misafirlerimizi ellerimizdeki Türk ve Yunan bayraklarını sallayarak coşkuyla selâmladığımızı hatırlıyorum. Aynı yıl birkaç ay sonra, o zamanki tabirle, “Cumhurreisimiz” Celâl Bayar’ın da Yunanistan’ı ziyaret ettiğini o günlerde evimize giren Cumhuriyet ve Ulus gazetelerinde okudum. Yaşadığım bu dostluk olayının bir benzerini iki Devlet arasında hayatım boyunca bir daha görmedim. Gazetelerde “ENOSIS” sözcüğüne sıkça rastlamağa başladığım ve bunun “Kıbrıs adasının Yunanistan’la birleşmesi” anlamında kullanıldığını babamdan öğrendiğim zaman, Yunanistan Kral ve Kraliçesi’ni Ankara’da Atatürk bulvarında coşkuyla karşılamamızın üstünden sadece 2 yıl geçmişti. 1955 yılının ilkbahar aylarında ortaokul bitirme sınavlarına hazırlanırken de Kıbrıs’ta şiddet olaylarının cereyan ettiğine dair haberler gazetelerde ve radyo haber bültenlerinde yoğunluk ve öncelik kazanmağa başlamıştı. Seçkin Konuklar, Yunanistan’a yönelik dostluk açılımları yapılırken karşı tarafın Türkiye hakkında beslediği gerçek niyet ve emeller hakkında ortaya çıkabilecek değerlendirme hatalarının nelere mal olabileceğine dair ders alınabilecek nitelikte gördüğüm için Dışişleri Bakanı rahmetli Fatin Rüştü ZORLU’nun Kıbrıs Andlaşmaları’nın Londra’da imzalanmasından sonra Yurda dönüşünde 23 Şubat 1959 günü verdiği demeci (24 Şubat 1959 tarihli Zafer Gazetesi) burada okumak istiyorum. Demeç şöyledir: “Artık Kıbrıs için yeni bir istikbal (gelecek) açılmıştır. İki cemaat (toplum) gittikçe samimileşecek bir işbirliği ile vahdete (birliğe) doğru giderken (Kıbrıs konusu).......Türkiye ile Yunanistan arasında bir nifak menbaı (geçimsizlik kaynağı) olacak yerde, tam bir teşriki mesainin (işbirliğinin) sembolü olarak her iki memleket arasında hergün biraz daha kuvvetlenmesini temenni eylediğimiz ahengin (uyumun) tarsinine (sağlamlaştırılmasına) yarayan bir hatta (çizgiye) vasıl olacaktır.” Rahmetli ZORLU’nun bu demecinden tam 3 yıl, 9 ay, 28 gün sonra 21 Aralık 1963'de Kıbrıslı Rumlar Ada'da Kıbrıslı soydaşlarımıza karşı “etnik temizlik” harekâtına başlamışlardır. Böylece ortaya çıkan “Kıbrıs sorunu” 47. yılına girmiş bulunmaktadır. Burada şu hususu hemen belirtmek isterim ki, Kıbrıs Andlaşmaları’nın yapıldığı dönemde iş başında bulunan Hükûmet, Kıbrıs’a ilişkin 1960 Andlaşmalar sistemini sağlamakla, aslında, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasında en parlak başarılarından birini elde etmiştir. Lozan Andlaşmasıyla Kıbrıs Adası üzerindeki bütün haklarını kaybetmiş olan Türkiye, Zürih ve Londra Andlaşmalarıyla Kıbrıs üzerinde yeniden etkili ve fiilî biçimde hak, yetki ve söz sahibi olmuştur. 1974 müdahalemizin hukukî dayanağını 1960 Andlaşmaları oluşturmuştur. Kıbrıs meselesinin günümüzdeki aşamalarında da siyasetimizin haklı gerekçelerine ve temel argümanlarına Zürih ve Londra Andlaşmaları kaynak teşkil etmektedir. Bununla beraber, Türkiye ve Yunanistan’ın 18 Şubat 1952’de NATO’ya üye olmalarının yarattığı hava içinde Yunanistan’la ilişkilerinde dostluk ve işbirliğini ön plâna çıkartmak isteyen ve bu suretle Kıbrıs konusunun bir sorun haline gelmesini de önleyebileceğini düşünen zamanın Hükûmeti’nin, Yunanistan’ın niyetlerini ve Kıbrıs’a yönelik emellerini gerçek boyutlarıyla değerlendirme bakımından aynı başarıyı gösterebildiğini geriye baktığımız zaman söylemek mümkün değildir. 1959‘daki Hükûmetin ortaya koyduğu ve artık tarihteki yerini almış bulunan anlayışının günümüzde Yunanistan’la ilişkilerimiz yürütülürken ve Kıbrıs konusunda “bu sorunu mutlaka çözmeliyiz” söylemleri kullanılırken, ders alınacak yanlarının bulunduğunu düşünmekteyim. Seçkin Konuklar, Kıbrıs konusu 1954 yılından itibaren Türk basınının öncülüğünde ve özellikle Hürriyet gazetesinin kurucusu ve başyazarı gazeteci merhum Sedat Simavi’nin önderliğinde “Millî Dava” olarak bütün ulusumuza mal olmuştur. Türkiye tek bir ses ve nefes halinde Kıbrıslı soydaşlarımıza destek vermiştir. Mesleğimde 1964 – 1967 döneminde dünyaya gelip gözlerimi Dışişleri Bakanlığı’nın Kıbrıs – Yunanistan Dairesinde açtığım zaman, Kıbrıs konusunu bir “Millî Dava” olarak gördüm. Türk basını “Millî Kıbrıs Davamız’da” Türk Milleti’nin sesini ve hissiyatını heyecanlı biçimde dünyaya yansıtıyordu. Kıbrıs’taki Türk Halkı ile beraber bütün Türk Millet’inin ortak Kıbrıs Davasında Bayraktarlığı, rahmetli Fazıl Küçük’le beraber, o dönemlerde de yine KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Sayın Rauf DENKTAŞ yapıyordu. Rauf DENKTAŞ, Rumlar 21 Aralık 1963 gecesi Kıbrıslı soydaşlarımıza karşı etnik temizlik hareketine giriştikleri dönemde Kıbrıs’ta Türk Cemaat Meclisi Başkanıydı. Kıbrıs’taki buhran başlayınca girişilen diplomatik çabalarda Kıbrıs Türk Tarafı’nın tezlerini önce Londra’da toplanan Kıbrıs Konferansında ve sonra da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde anlatmak üzere 7 Ocak 1964 günü Ada’dan ayrıldı. 4 Mart 1964 tarihli 186 sayılı kararla “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” “Hükûmeti” olma yetkisini almış olan “Kıbrıs Rum Yönetimi” Rauf DENKTAŞ’ın Ada’ya girişini yasakladığını 24 Mart 1964 günü açıkladı. Sayın DENKTAŞ 1968 Nisan ayına kadar Ankara’da yaşadı. Davasıyla ilgili çalışmalarını sürdürdü. 1967 Mart ayının sonunda Bakanlığa girip Kıbrıs Dairesi’nde Aday Meslek Memuru olarak göreve başlamamdan kısa bir süre sonra kendisiyle tanışma onuruna eriştim. Zaman zaman Genel Müdürümüz rahmetli Adnan Bulak’ın veya Genelsekreter Yardımcısı İlter Türkmen’in odasına gelirdi. Keskin zekâsı, güzel konuşması, nüktedanlığı, liderlik vasıfları ve etrafa sevgi saçmasıyla biz genç memurları kendisine hayran bırakmıştı. 31 Ekim 1967 günü, Rauf DENKTAŞ’ın İskenderun’dan kiraladığı küçük bir balıkçı motoru ile Ada’ya gizlice girmeğe teşebbüs ederken Rumlar tarafından yakalandığı ve tutuklandığı haberini aldık. Yoğun teşebbüslerimizden sonra 12 Kasım 1967 günü uçakla Türkiye’ye iade edildi. Birkaç ay daha Ankara’da yaşadı ve 13 Nisan 1968 günü Kıbrıs’a döndü. Sayın DENKTAŞ, hem Davasına, hem Anavatan Türkiye’ye bağlılığı, yorulmak bilmeden çalışması ve Davası uğruna canını tehlikeye atması ile sadece benim değil bütün Türk Milleti’nin kahramanı olmuştu. Daha sonraki dönemlerde Kıbrıs müzakere sürecinde 15 sene kadar Sayın Denktaş’ın yakınında oldum. Kendisi önce KTFD’de ve sonra da KKTC’de mükemmel işleyen canlı bir demokraside bir siyasetçi kimliğine sahip olmasına rağmen, Millî Dava’nın yürütülmesinde kendi siyasî geleceğinin kaygılarıyla değil, Türkiye’nin çıkarlarını ön plânda tutarak hareket ettiğine somut örnekleriyle şahit olmuşumdur. Seçkin Konuklar, 1954 – 1974 döneminde oldubitti şeklindeki şiddete dayalı teşebbüslerle ENOSIS hedefini gerçekleştiremeyeceklerini idrak eden Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, Türkiye’nin AB’ne tam üyelik müracaatında bulunması üzerine, Türkiye’nin AB hevesini istismar etmek suretiyle ENOSIS’ı AB potasında tahakkuk ettirme stratejisini 1993-94 döneminden itibaren açıkça uygulamaya başlamışlardır. Bu gelişmeler sonucunda , AB faktörü, Kıbrıs sorununa çözüm arama gayretlerinde Tarafların pozisyonlarını etkileyen, çözüm sürecinin takvimini belirleyen; muhtemel çözümün ana unsurlarını şekillendiren bir nitelik ve ağırlık kazanmıştır. AB faktörünün etkisiyle, BM Güvenlik Konseyi de 1996’dan itibaren “AB’nin Kıbrıs ile katılım müzakerelerine başlama kararını almış olması kapsamlı çözümü kolaylaştıracak yeni bir gelişmedir” şeklindeki bir anlayış ve varsayım içine girmiştir. BMGS Kofi ANNAN Plânı’nı bu varsayımdan hareket ederek sunmuştur. 11 Kasım 2002 tarihinde başlatılan girişimle, o zaman 39 yıllık olan Kıbrıs sorununun 16 Nisan 2003 tarihinden önce, yani 4 ay içinde çözülmesine teşebbüs edilmiştir. Burada şu hususu hatırlatmak isterim ki, ANNAN Plânı’nın Taraflara sunulduğu tarihte, Sayın DENKTAŞ geçirdiği kalp ameliyatı sebebiyle New York’da bulunuyordu. Nekahetini henüz tamamlamamıştı. Cumhurbaşkanı DENKTAŞ 7 Aralık’da ülkesine döndü. Ayrıca, Türkiye’de 3 Kasım 2002 genel seçiminin üzerinden sadece 8 gün geçmişti. Hükûmet henüz kurulmuş, programı okunmuş ve güven oylaması yapılmış değildi. Rum tarafında 2003 Şubat ayında Başkanlık seçimleri vardı. Bu şartlarda BMGS’nin çözüm girişimini başlatmasının tek amacı, AB’nin Kıbrıs dahil 10 yeni üye ile genişlemesine ilişkin katılım Andlaşmalarının 16 Nisan 2003’de Atina’da imzalanmasından önce Kıbrıs bütününün AB’ne katılmasını sağlamaktı. BMGS ve uluslararası siyasetin baş aktörleri Rumların BMGS’nin girişimine destek vereceğinden emindiler. Güdülen gaye, Kıbrıslı Türkleri ve Türkiye’yi AB kıskacına alarak Kıbrıslı Türklerin girişimi desteklemesini sağlamak ve Kıbrıs’ta çözümü gerçekleştirmekti. BMGS’nin ve AB’nin varsayımlara dayalı hesabı tutmadı. ABD ve AB destekli olarak yangından mal kaçırır gibi çözüm girişimine başlanmasından Rusya hoşnut kalmadı. Rusya’nın güdümündeki AKEL devreye girdi ve Şubat 1993’deki Rum Başkanlık seçimlerinde Papadopulos’a destek verdi ve bu sayede Papadopulos Güney Kıbrıs’ta Başkan oldu. ABD ve AB 2003 Aralık ayında KKTC’de yapılan erken genel seçimde açıkça Sayın Talât’ın liderliğindeki CTP’den yana tavır koydular. Daha sonra ABD Kongresine sunulan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda (Carol MIGDALOVITZ, CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues, June 27, 2006, s. 19) ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” ifade edildi. ABD ve AB bu sefer çözüm teşebbüsünden sonuç alınacağından emin görünüyorlardı. ANNAN Plânı üzerindeki referandumlardan 3 gün önce İngiltere ve ABD, ANNAN Plânı’na dayalı Andlaşma’nın yürürlüğe girmesinden sonra BM tarafından yapılması gereken işlemler hakkındaki bir karar tasarısını BM Güvenlik Konseyi’ne sundular. Tasarı 21 Nisan 2004 günü Konsey’de görüşüldü. Yapılan oylamada Rusya soğuk savaş döneminden sonra Konsey’de ilk defa vetosunu kullandı ve karar tasarısının kabulünü önledi. Rusya’nın veto kullanması ANNAN Plânı’nın reddedilmesi yönünde Rum halkına bir işaret oldu. AKEL’in yüzde 40’a varan olumsuz oylarının da katılmasıyla Plân Rumlar tarafından yüzde 76 oyla reddedildi. Böylece BMGS’nin, ABD’nin ve AB’nin gerçeklerden uzak tahmin ve varsayımları iflâs etti. AB faktörü, ne yazık ki, Türkiye ve KKTC kamuoylarının - belirli kesimlerinin - “Ulusal Kıbrıs Davası’na” bakış açılarında ve kullandıkları dilde değişikliklere de sebep olmuştur. Bu durum, Rum-Yunan Ortaklığında, BM, AB ve ABD gibi üçüncü çevrelerde, Kıbrıs konusunun Türk Tarafından koparılacak özlü ödünlerle çözüme ulaştırılmasının zamanının geldiği kanaatinin doğmasına yol açmıştır. Bu kanaat, 2002 yılının sonundan itibaren dış çevrelerin propaganda mekanizmalarının da pervasızca devreye girmeleriyle, Türkiye’de ve KKTC’de ortaya konulan tutum ve davranışlarla daha da kuvvetlenmiştir. AB’nin belli başlı Devletleri, Türkiye’den Kopenhag kriterlerinin dışında ilâve siyasî şartları yerine getirmesini istemeye başlamışlardır. AB üyeliğine ehil olma bakımından Türkiye’nin coğrafî konumu bile Avrupa’da, örneğin, önceleri Giscard d’Estaing, şimdilerde de Sarkozy tarafından, tartışma konusu haline getirilmiştir. Oysa, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin 70 km güneyinde bulunan, Ankara’dan geçen boylamın doğusunda kalan ve Suriye’den sadece 90 km mesafede yer alan Kıbrıs’ın coğrafî konumu AB üyeliğine ehliyet bakımından sorgulanmış değildir. AB camiası, Kıbrıs sorununu yaratan Yunanistan’ı ve sonra da sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni” aralarına tam üye almada beis görmezken, Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğü AB üyelik sürecinde Türkiye’nin önüne engel olarak koymuştur. Devlet ve Hükûmet ricalimizin, ileri gelen iş adamlarımızın, medya temsilcilerimizin, siyaset bilimcilerimizin, vs, AB çevreleriyle her temaslarında önlerine sistemli olarak, Türkiye için hayatî nitelikteki diğer bazı konularla birlikte Kıbrıs konusu da çıkarılmıştır. Bununla güttükleri amaç, kuşkusuz, Türk muhataplarında Türkiye’nin AB tam üyeliği yolundaki başlıca engellerden birinin Kıbrıs sorunu olduğu izleniminin, kanaatinin yaratılıp derinleştirilmesi olmuştur. Bu bilinçli kampanyanın da etkisiyle, Türkiye’de, sanki Kıbrıs sorununu yaratan Türkiye’ymiş; sanki Kıbrıs sorununun siyasî çözüme ulaştırılmasının anahtarı sadece Türkiye’nin ve KKTC’nin elindeymiş ve sanki Kıbrıs sorunun çözümünü Rum-Yunan ortaklığı istiyormuş da bunu KKTC ve Türkiye engelliyormuş gibi “Avrupa’da nereye gidersek ayağımıza Kıbrıs dolanıyor; Kıbrıs sorununun çözümünde Türkiye’nin hayatî çıkarı var; Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir; biz bu sorunu çözeceğiz; Kıbrıs konusunun pek çok alanda Türkiye'nin önünü tıkadığı görülüyor; AB Kıbrıs konusunda daha da dayatmacı olmadan sorunu bizim çözmemiz lâzımdır; Kıbrıs yüzünden AB ile ilişkilerimizi feda edersek Türkiye'ye yazık olur; bir Kıbrıs için ülkemizin AB üyeliğini mi feda edeceğiz; AB sürecinde bizi tehdit eden bir konu var, o da Kıbrıs; çözüm olmazsa Kıbrıs AB’ne üye olduktan sonra Türkiye Ada’da işgalci durumuna düşer; AB’den müzakere tarihi alacaksak Kıbrıs’ta taviz verilebilir; siyaset sorun yaratma değil, çözüm üretme ve sonuç alma sanatıdır; önceki hükûmetler ve bürokratlar çözümsüzlük çözümdür zihniyetiyle hareket etmişlerdir; masaya gelirken ben çözmeğe geliyorum diye gelirsen bir şeyler olur; Denktaş istiyor mu? Klerides istiyor mu? çözmek niyetiyle gelseler çözüm bulunurdu; biz siyasetin sorun değil çözüm üretme sanatı olduğuna inanırız; çözüm arayışlarında biz daima bir adım önde olacağız” mealinde, sanırız, Kıbrıs sorununun gerçek mahiyeti; ortaya çıkış şekil ve zamanı; Rum – Yunan ortaklığının emelleri ve hedefleri ve nihayet Kıbrıs müzakere sürecinin tarihçesi hakkında yeterli bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan sözler dile getirilir olmuştur. Bu gelişmeler, Türkiye’nin Kıbrıs siyaseti’nin temel ilkelerini ve Kıbrıs konusunun “ulusal dava” olma niteliğini aşındırmaya başlamıştır. Bazı demeçlerden yaptığım bu alıntılar, Kıbrıs sorununa ilişkin gerçeklerin ön yargılardan uzak ve tarafsız biçimde Türk kamuoyuna hatırlatılması ihtiyacının varlığına işaret etmektedir. Seçkin Konuklar, Bu noktada, bilerek veya bilmeyerek genellikle tahrif edilen veya gözden kaçırılan Kıbrıs sorununa ilişkin bazı temel gerçekleri tebarüz ettirmek istiyorum. Birincisi, Kıbrıs sorununun ortaya çıkmasına, Kıbrıslı Türklerin veya Türkiye’nin sebep olmadığı tarihî gerçeğidir. Kıbrıs sorunu, Kıbrıs Adası’nın Yunanistan’la birleştirilmesi, yani ENOSIS emelinin tezahürü olan söylemler, politikalar, şiddete dayalı eylemler ve maceraperest girişimler sonucunda ortaya çıkmıştır. ENOSIS’i gerçekleştirme teşebbüsleri 1954 - 1974 döneminde yoğun biçimde yaşanmıştır. Kıbrıs Türk Halkı’nın 21 Aralık 1963’den sonra yaşamak mecburiyetinde bırakıldıkları şartlar, BMGS raporlarında, “gerçek kuşatma” (veritable seige) olarak tanımlamıştır. İki toplumun “Ortak Kurucu” (co-founder) ” olarak katıldıkları “Fonksiyonel Federasyon” (functional federation) şeklinde kurulan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti “ortaklık” (partnership) Devleti yıkılmıştır. 1974’de Ada’da Yunanistan tarafından gerçekleştirilen bir askerî darbe ile ENOSIS ilânı teşebbüsünde bulunulmuştur. Bu teşebbüsü Türkiye boşa çıkarmıştır. İkincisi, Kıbrıs konusunun, 1974’de değil, 1964’de ve hattâ, 1954’de, uluslararası bir sorun haline gelmiş olduğu keyfiyetidir. Kıbrıs konusu ENOSIS amacına yönelik olarak Yunanistan tarafından 1954 yılında BM Genel Kurul gündemine dahil ettirilmiştir. Üçüncüsü, tarafsız olmayan kaynaklarda Kıbrıs’ın 1974’de bölündüğünün öne sürülmesine karşılık, gerçekte, Kıbrıs’ın, Ada’da 1960 Anayasa düzeninin ortadan kalkması üzerine oluşan iki ayrı yönetim şeklinde bölünmüş olduğudur. Kıbrıs’taki bölünmeyi temsil eden ve “yeşil hat” (green line) olarak bilinen çizgi, 1974’de değil, 1964’de çizilmiştir. Bu çizgiyi, 1963 Aralık ayında Rum saldırılarının başlaması üzerine BM Barış Gücü teşkil edilinceye kadar geçici olarak görevlendirilen İngiliz kuvveti’nin Komutanı General Young harita üzerinde çizmiştir. Çizerken yeşil renkli kalem kullandığı için, bu çizgi Kıbrıs’la ilgili terminolojiye “yeşil hat” olarak girmiştir. Dördüncüsü, sorunun yarım asırdır çözülemeden kalmasında Kıbrıs Türk Tarafı’nın ve Türkiye’nin sorumluluğunun bulunmadığı olgusudur. Kaldı ki, Kıbrıs sorununa çözüm aramak ve bulmak sorumluluğunu taşıyan tarafın sadece KKTC ve Türkiye olmadığı da ayrı bir gerçektir. Halen Talât – Hristofyas arasında sürdürülmekte olan görüşmeler, 1968’den bu yana yapılan ve her biri ortalama 4 yıl sürmüş olan görüşme dönemlerinin sekizincisidir. Şunu kesinlikle söyleyebilirim ki, görüşmelerin her dönemi, müzakerelerin Kıbrıs Rum Tarafınca oyalayıcı taktiklerle baltalanması veya çözüme ilişkin olarak BMGS tarafından ortaya konulan sözlü veya yazılı fikirlerin, somut plânların reddedilmesi yüzünden kesilmiştir. Müzakere sürecinin yeniden başlaması da, Kıbrıs Türk Liderliği’nin inisiyatif alması üzerine mümkün olabilmiştir. Dışişleri Bakanlığındaki görevlerim sırasında Kıbrıs dosyası üzerinde yetkiyle çalıştığım yıllarda, çözüm arayışlarının 1980 – 1983; 1985 - 1986, 1992 - 1994 dönemlerinde, müzakerelerin, son defa ANNAN Plânı’nı da reddetmiş olan Rum tarafınca nasıl baltalandığına ve sunulan çözüm şekline ilişkin belgelerin nasıl reddedildiğine tanıklık etmiş bir kişiyim. Kısaca örnek vermek gerekirse: Ocak 1985’de New York’da BMGS’nin gözetiminde gerçekleştirilen Denktaş – Kyprianou Zirvesi’nde BMGS tarafından masaya konulan çözüm şeklinin çerçevesine ilişkin belgeyi, Sayın Cumhurbaşkanı Rauf DENKTAŞ, çözümün toprak veçhesinde önemli esneklikler de göstererek, çekincesiz kabul etmiştir. Kyprianou ise kesin biçimde reddetmiştir. BMGS, dünyanın önde gelen aktörleri, uluslararası basın – yayın organları, Denktaş’ın tutumundan övgüyle bahsetmişler; Kyprianou’yu yermişlerdir. Benzer bir olay 1986’da da yaşanmıştır. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 1978-1983 döneminde Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış bulunan Nikos Rolandis, geçtiğimiz 2009 Temmuz ayında Kıbrıs Rum Alithia gazetesinde yayınlanan makalesinde, Kıbrıs Rum Tarafı’nın 1948 yılından bu yana ortaya konulmuş bulunan 15 çözüm plânını reddetmiş olduğunu itiraf etmiştir. Bu plânlardan 10 tanesi 1964 – 2004 arasındaki döneme aittir. 2003 başından itibaren Türk kamuoyunun, Kıbrıs sorunundaki çözümsüzlüğün başlıca sorumlusunun Sayın Rauf Denktaş olduğu yolunda iddia ve ithamlarla beslendiği hatırlanacaktır. Bu iddiaları ortaya atanlar, ithamları yapanlar Dışişleri Bakanlığımızın internet Sitesi’nde Kıbrıs müzakere sürecinin tarihçesi olarak verilen bilgilere bir göz atmış olsalardı, sanırım değerlendirmelerinde daha gerçekçi olma ihtiyacını duyarlardı. Bu tarihçe Bakanlığımızın internet sitesindeki yerini bugün de muhafaza etmektedir. Tarihçede yer alan bilgiler olgulara dayanmaktadır. Verilen bilgiler arasında Sayın Denktaş’ın tutumu hakkında “Denktaş, uzlaşmacı tavrını ve çözüm yönündeki iradesini bir kez daha göstererek…”, “Sayın Denktaş, ileriye dönük yapıcı bir vizyon ortaya koymuş….” gibi sitayişkâr nitelemeler yer aldığı görülür. Eski Dışişleri Bakanlarımızdan Sayın İlter Türkmen 12 Ocak 2002 tarihinde Hürriyet’te yayınlanan yazısında şöyle demiştir: ”16 Ocak Türkiye ve KKTC için önemli bir tarih. O gün Cumhurbaşkanı Denktaş kendi basiretli ve yaratıcı atılımı ile başlayan müzakere süreci çerçevesinde Klerides ile ilk özlü toplantıyı yapacak.” Sayın Türkmen, 25 Mayıs 2002’de yine Hürriyet’te çıkan ve o dönemde devam etmekte olan müzakere süreci hakkındaki bazı gözlemlerini içeren yazısında da, Sayın Denktaş’ın tutumu hakkında “Denktaş'ın, yabancı gözlemcilerin algılamalarının aksine, görüşmelerde şimdiye kadar Kleredis'inkinden daha esnek ve yapıcı bir müzakere pozisyonu geliştirdiği de gittikçe daha iyi anlaşılmaktadır” değerlendirmesini yapmıştır. Beşincisi, Lozan Barış Andlaşması, Türkiye ile Yunanistan arasında stratejik bir denge kurmuştur. Kıbrıs adası bu dengenin başlıca unsurları arasındadır. Altıncısı, 1960 Kıbrıs Andlaşmaları da Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından bir denge meydana getirmiştir. Seçkin Konuklar, BM zeminindeki çözüm arayışları tarihinin en düzenli, en kapsamlı, en sonuca yönelik ve uluslararası camianın en geniş ölçüde dikkatini çekmiş ve desteğine sahip olmuş çözüm teşebbüsünün de 2004’de sonuçsuz kaldığını gördük. Ortaya çıkan Andlaşma metni, 24 Nisan 2004 referandumlarında Kıbrıs Türk halkının kabul etmesine rağmen, Kıbrıslı Rumlar reddettiği için yürürlüğe giremedi. BMGS Kofi Annan Referandumdan sonra yayınladığı 28 Mayıs 2004 tarihli Raporunda Kıbrıs Rum Tarafı’nın “sadece bir plânı değil çözümün kendisini” reddettiğini vurguladı. BMGS Raporunun 92 inci paragrafında da “dönüm noktası niteliğindeki 24 Nisan oylamasından sonra, 40 yıldır süren barış arayışının yeniden bir değerlendirmeğe tabi tutulmasını; gelecekte Kıbrıs sorununun daha iyi nasıl ele alınabileceğinin düşünülmesini” tavsiye etti. BMGS, Raporunda, ayrıca, referandumda Kıbrıs Türk Tarafı’nın verdiği olumlu oyların “kendilerini baskı altında tutmanın ve tecrit etmenin bütün mantığını ortadan kaldırmıştır” şeklinde bir değerlendirme yaptı. BM Güvenlik Konseyi üyelerini “Kıbrıs Türklerine yönelik kısıtlamaların kaldırılması için öncülük etmeye” çağırdı. Uluslararası toplumun, AB dahil, önde gelen aktörleri, ne yazık ki, BMGS’nin tavsiyelerini dikkate almak istemediler. Kofi ANNAN’ın bu tarihî önem taşıyan raporu BM Güvenlik Konseyi’nde işleme dahi konulmadı. Rapor rafa kaldırıldı. Bu ihmali veya aczi gösteren veya kasıtlı olarak bu şekilde davranan, içinde Daimî üye olarak AB’den iki Devlet’in de bulunduğu BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs’taki çözümsüzlükten yakınmasındaki samimiyeti, bir sade vatandaş olarak sorgulamaktan kendimi alamıyorum. ANNAN Plânı’nın Rumlar tarafından reddedilmesi neticesinde Türkiye’nin 2002 sonundan itibaren uyguladığını açıkladığı çözüm arayışlarında “bir adım önde yürüme” siyaseti de iflâs etmiştir. Bu siyaset ne sorunun çözümünü sağlamış, ne Plân’a olumlu oy veren Kıbrıslı Türklerin üzerindeki izolasyonların kalkması sonucunu doğurmuş, ne de AB sürecinde Türkiye’nin önünü açmıştır. Yaşanan bu tecrübeden sonra dahi, çözüm arayışları için yine istekli olan, çözümsüzlükten sıkıntı duyduğunu ifade eden ve sürekli olarak “çözüme ihtiyaç duyan biziz, Türkiye’nin AB sürecinde önünü açmak için Kıbrıs sorununu çözmek istiyoruz” şeklinde demeçler veren Sayın Talât olmuştur. Burada Henry Kissinger’ın bir sözünü hatırlatmak istiyorum. Kissinger 1994’de şöyle demiş: “Anlaşma için istek göstermek nadiren müzakereyi hızlandırır. Hiçbir tecrübeli devlet adamı sırf muhatabı çözüm için istek ve acelelik gösteriyor diye anlaşmaya meyletmez; aksine karşı tarafın anlaşma için gösterdiği sabırsızlığı daha da iyi şartlarda çözüm elde etmek için kullanmak ister.” (Showing EAGERNESS rarely speeds up negotiations. No experienced statesman settles just because his opponent feels a sense of urgency; he is far more likely use such impatience to try to extract even better terms.) Seçkin Konuklar, BM Güvenlik Konseyi, 1964’den bugüne kadar Kıbrıs hakkında 122 karar kabul etmiştir. Birçok Başkanlık bildirisi yayınlamıştır. Kıbrıs sorununun çözümü gayretlerinde Taraflara yardımcı olabilmesi için BMGS’ne “iyi niyet” görevi vermiştir. Çözümün ana parametreleri belirlenmiştir. Buna rağmen sorun 1963 Aralık ayından bu yana 47 yıl geçmesine rağmen çözülememiştir. Bu neden böyle olmuştur? Bu arzu edilmeyen durumun temel sebebi, çözüm girişimlerinde, on yıllardır, Ada’daki ve Kıbrıs sorunuyla ilgili gerçeklerden değil, Kıbrıs Rum Tarafı’nın Kıbrıs sorunuyla ilgili iddialarına arka çıkan varsayımlardan hareket edilmiş olmasıdır. BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs sorunu hakkında kabul ettiği ilk karar olan 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı karar, Ada’da Aralık 1963’den sonra yıkılmış olan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki unsurundan biri olan sadece Kıbrıslı Rumlardan oluşan bir yönetimi, iki toplumlu Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hükûmeti olduğunu varsaymıştır. BM Güvenlik Konseyi, böylece, Kıbrıs sorununu yaratmış olan Tarafı, daha 1964’de Ada’da çözüme ihtiyaç duymaz ve çözümsüzlükten rahatsız olmaz duruma getirmiştir. Makarios, 186 sayılı kararı “ENOSIS dışında elde edilebilecek en iyi sonuç” (the next thing to ENOSIS) sözleriyle değerlendirmiştir. BM zemininde oluşmuş bulunan Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin parametrelerin temeli, daha doğru bir deyimle “anası” Konsey’in 186 sayılı kararında ifadesini bulan “Kıbrıs Hükûmeti” kavramıdır. Türkiye ve KKTC, BM Güvenlik Konseyi’nin içinde “Kıbrıs Hükûmeti” kavramının yer aldığı bütün kararlara karşı çıkagelmiştir. Türkiye 1962’den sonra ilk defa olarak 2009’un başından bu yana BM Güvenlik Konseyi’nde üye olarak görev yapmaktadır. 29 Mayıs 2009 günü Güvenlik Konseyi’nde Kıbrıs’taki Barış Gücü’nün görev süresinin uzatılmasına ilişkin karara tasarısı üzerinde oylama cereyan etmiştir. Böylece Türkiye Kıbrıs sorununun tarihinde ilk defa olarak Kıbrıs konusundaki bir karar tasarısı hakkında oy kullanmıştır. Karar tasarısı içinde sözde “Kıbrıs Hükûmeti” kavramı yer aldığı için Daimî Temsilcimiz tasarıya red oyu vermiştir. Konsey’in diğer 14 üyesi olumlu oy kullanmışlardır. Türkiye karar tasarısına red oyu kullanmakla ilkelere dayalı geleneksel tutumumuza uygun hareket etmiştir. Türkiye Konsey’de 14 Aralık 2009 tarihinde aynı konuda benzer bir karar tasarısına aynı mülâhaza ve gerekçelerle olumsuz oy vermiştir. Hal böyle olmakla beraber, Sayın Cumhurbaşkanı’nın demeç ve konuşmalarında (30.10.2009), MGK’nun Basın Bildirilerinde (28 Nisan 2009 ve 30 Haziran 2009), Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamalarında “çözüm sürecinin BM parametreleri temelinde yürütülmesinden” ve “BM parametrelerine sahip çıkılmasından” söz edilmektedir. Kıbrıs sorununa çözüm arayışlarına ilişkin açıklamalarda “BM parametrelerine” münhasıran vurgu yapılması, daha önce Türkiye’nin 2008 yılı içinde çözüm şeklinin çerçevesi ve unsurları hakkında en yüksek düzeylerde yaptığı açıklamalarla da çelişmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı 2008 yılında Kıbrıs konusunda birkaç vesileyle açıklamış olduğu görüşlerinde, Türkiye’nin “Kıbrıs’ta huzur ve barışın teminatı” olarak gördüğü çözümü, “Ada’daki mevcut gerçeklere dayanacak bir çözüm” şeklinde nitelemiş ve Ada’daki “gerçekleri” “birbirine eşit iki halk”, “iki demokrasi” ve “iki devlet” olarak tanımlamıştır. Millî Güvenlik Kurulu’nun 24 Nisan 2008 tarihinde yaptığı toplantıdan sonra yayınlanan Basın Bildirisi’nde de, diğer hususlar meyanında, Kıbrıs sorununa ilşkin "çözümün Ada’daki gerçekler temelinde” olması gerektiği teyiden belirtilmiştir. MGK’nin 24 Nisan 2008 tarihli Basın Bildirisi’nde, ayrıca, çözümün “iki ayrı halkın ve demokrasinin varlığına” dayanan; “iki kesimliliği, iki Tarafın siyasî eşitliğini” koruyan; “Garanti ve İttifak Andlaşmalarının yürürlükte” kalmasını ve “iki Kurucu Devlet’in eşit statüde” olmasını sağlayan; “yeni bir ortaklık Devleti” kuran ve bu “parametreleri koruyan” nitelikler taşıması gerektiğine işaret edilmiştir. Seçkin Konuklar, Şimdi sizlerle BM parametrelerinin nasıl bir çözüm şekli ortaya koyduğuna dair görüşlerimi BM kaynaklarından alıntılar yaparak paylaşmak istiyorum. ●BM resmî kaynaklarında BMGS’nin Kıbrıs konusundaki “iyi niyet” görevi şu şekilde tarif edilmiştir: (BMGS Perez de Cuellar 8 Mart 1990 tarihli ve S/21183 sayılı raporunun 11 inci paragrafı) “…Güvenlik Konseyi BMGS’nin Kıbrıs hakkındaki iyi niyet görevine ilişkin talimatı düzenlerken iki toplum ihtiva eden bir ( one ) Kıbrıs Devleti’nin mevcudiyetine dayalı çözüm öngörmüştür.” (…in drawing up its mandate for the Secretary-General’s good offices on Cyprus, the Security Council had thus posited a solution based on the existence of one State of Cyprus comprising two communities.) Görüleceği üzere “bir Kıbrıs Devleti” ibaresinde baş harfler büyük harfle yazılmıştır. “bir Kıbrıs Devleti” kavramıyla kastedilen iki toplumlu 1960 “Kıbrıs Cumhuriyeti’dir”. ●Yine BM’nin resmî kaynaklarında şu hususlar yer almaktadır (BMGS aynı raporunun 12 inci paragrafı): “…..iyi niyet görevinin ifasında güdülen hedef, Kıbrıs Devleti için, Kıbrıs’taki iki toplum arasındaki ilişkileri federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenleyecek yeni bir anayasadır. Bu çalışmaya her toplum eşit düzeyde katılacaktır…” (…..the objective of the exercise of good offices is a new constitution for the State of Cyprus that would regulate the relations between the two communities in Cyprus on a federal, bi-communal and bi-zonal basis. In this effort each community would participate on an equal footing….) Görüleceği üzere, BMGS, iyi niyet göreviyle ilgili anlayışını ortaya koyarken, açık ve seçik olarak, “Ortada tek bir Kıbrıs Devleti vardır. Güvenlik Konseyi bana iki toplumdan oluşan bu Kıbrıs Devleti’ne dayalı bir çözüm aranması için görev vermiştir. İyi niyet görevimi ifa ederken, var olan bu Kıbrıs Devlet’i için iki toplum arasındaki ilişkilerin bu defa federal, iki toplumlu ve iki kesimli temel üzerinde düzenlenmesini sağlayacak yeni bir anayasa hedefini gütmekteyiz” demektedir. ●BMGS’nin anılan raporunun EK:I’inde BMGS’nin “iki toplumun siyasî eşitliği” kavramı hakkındaki tarifi de yer almaktadır. Bu tarif şöyledir: “İki toplumun siyasî eşitliği ve federasyonun iki toplumlu şekli kabul edilmelidir. Siyasî eşitlik federal hükûmetin organlarına ve idaresine sayısal eşitlikle katılım anlamına gelmemekle birlikte, siyasî eşitlik çeşitli şekillerde yansıtılmalıdır: Kıbrıs Devleti’nin (State of Cyprus) federal anayasasının iki toplum tarafından onaylaması ve tadil edilmesi gereği; her iki toplumun federal hükûmetin bütün organlarına ve kararlarına etkili (fiilî/effective) katılımı; federal hükûmetin bir toplumun çıkarları aleyhine karar alabilecek yetkiye sahip olmamasını sağlayacak güvencelerin bulunması ve iki federe devletin eşit ve aynı yetkilere ve işlevlere sahip olmaları.” ( The political equality of the two communities in and the bi-communal nature of the federation need to be acknowledged. While political equality does not mean equal numerical participation in all federal government branches and administration, it should be reflected inter alia in various ways: in the requirement that the federal constitution of the State of Cyprus be approved or ammended with the concurrence of both communities; in the effective participation of both communities in all organs and decisions of the federal Government; in safeguards to ensure that the federal Government will not be empovered to adopt any measures against the interests of one community; and in the equality and identical powers and functions of the two federated States.) ●BMGS’nin yukarıda kaydettiğimiz iyi niyet görevinin hedefine, görev talimatına, çözüm şekline ve iki toplumun siyasî eşitliğine dair anlayışlarını ve tariflerini BM Güvenlik Konseyi 11 Ekim 1991 tarihli ve 716 sayılı kararıyla benimsemiştir ( 4 üncü işlem paragrafı). 716 sayılı kararın 3 üncü işlem paragrafında da Kıbrıs sorunu için aranan çözümün temel ilkeleri şu şekilde ifade edilmiştir: “…..Kıbrıs (sorununun) çözümünün temel ilkeleri, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğinin, bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve bağlantısızlığının (korunması) ve bütün olarak veya kısmen herhangi bir ülkeyle birleşmesinin ve taksiminin her şeklinin veya ayrılmanın (önlenmesi) ve Kıbrıs’ta Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumlarının refah ve güvenliğini iki toplumlu ve iki kesimli federasyon içinde sağlayacak yeni bir anayasa düzeninin kurulmasıdır.” (….that the fundamental principles of a Cyprus settlement are the sovereignty, independence, territorial integrity and non-alignment of the Republic of Cyprus, the exclusion of union in whole or in part with any other country and of any form of partition or secession and the establishment of a new constitutional arrangement for Cyprus that would ensure the well-being and security of the Greek Cypriot and Turkish Cypriot communities in a bi-communal and bi-zonal federation;” 716 sayılı kararın yukarıdaki hükmü de çok açıktır. Güvenlik Konseyi, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin egemenliğinin, bağımsızlığının, toprak bütünlüğünün ve bağlantısızlığının korunmasını ve Kıbrıs Cumhuriyeti için iki toplumlu ve iki kesimli yeni bir federal anayasa düzeninin kurulmasını, Kıbrıs sorununun çözümünün temel ilkeleri olarak saptamış bulunmaktadır. Daha sonra kabul edilen 10 Nisan 1992 tarihli ve 750 sayılı Güvenlik Konseyi kararı, 716 sayılı kararın yukarıda zikredilen hükümlerini teyit etmiştir. 750 sayılı karar, ayrıca, varolan Kıbrıs Devleti’nin temelinde bulunacak çözümde Devlet’in “tek egemenliğinin” (single sovereignty), “tek uluslararası kişiliğinin” (single international personality) bulunacağını ve bu Devlet içinde “tek vatandaşlığın” (single citizenship) olacağını hükme bağlamıştır. Diğer taraftan BM’nin anlayışına göre, "iki kesimlilik" kavramı, nüfusun etnik yapısı bakımından saf iki bölge yaratılması demek değildir. Mülkiyet hakkı bakımından da durum böyledir. "İki kesimlilik, bir toplum tarafından yönetilecek bir federe devletin kendi kesiminde nüfus ve mülkiyet bakımından açık bir çoğunluğa sahip bulunması" anlamına gelir. ( The bi-zonality of the federation should be clearly brought out by the fact that each federated State will be administered by one community which will be firmly guaranteed a clear majority of the population and of the land ownership in its area.) Yani, bu anlayış, Kıbrıs Türk Kesimi’ne Rumların da yerleşmesine kapıyı açmaktadır. Yukarıda zikredilen belgeler ve bu belgelerden yapılan alıntılar, BM zemininde cereyan etmekte olan Kıbrıs sorununa çözüm arama sürecinin BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla tespit edilmiş olan tek hedefinin, Ada’da egemen ve bağımsız olarak var olduğu kabul edilen ve iki toplumu ihtiva eden tek bir Kıbrıs Devleti, yani, “Kıbrıs Cumhuriyeti” için iki toplumlu ve iki kesimli federal esasa göre yeni bir anayasa düzeni kurmak olduğunu ortaya koymaktadır. Ada’da yeni bir Ortaklık Devlet yaratmak anlayışı BM Güvenlik Konseyi kararlarında yoktur. “Kıbrıs Cumhuriyeti” yeni bir anayasa ile devam ederken KKTC’nin varlığı sona erecektir. Bu sebepledir ki, Avrupa Birliği (AB) de, güney Kıbrıs’taki yönetimin AB’ne tam üyelik için yaptığı başvuruyu “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti” adına yapılmış olarak değerlendirmiş ve kabul etmiştir. "Kıbrıs'ın" 2003’deki AB'ye Katılım Anlaşması'nın 10 Numaralı Protokolü'ne göre, Kıbrıs Cumhuriyeti "bütün olarak AB'ye tam üye kabul edilmiş" bulunmaktadır. AB'nin resmi kaynaklarında yer alan ifadeyle, "Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümeti'nin fiilî kontrolü altında bulunmayan Ada’nın kuzey bölümünde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır. Bunun anlamı, diğer hususlar meyanında, bu bölgelerin AB'nin gümrük ve mali yetki alanının dışında kaldığıdır. Müktesebatın askıya alınmış olması yalnızca toprak bakımından sonuç doğurmakta olup, (bu durum) AB üyesi bir devlet olan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin vatandaşları olarak kabul edildikleri için aynı zamanda AB vatandaşı olan Kıbrıslı Türklerin kişisel haklarını etkilememektedir". Görüleceği üzere, AB'nin anlayışına göre KKTC'nin toprakları sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" parçasını oluşturmakta; KKTC’nin vatandaşları da “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” vatandaşları sayılmaktadır. BM parametrelerini temel alan bir çözüm arayışının ana hedefi, iki toplumdan oluşan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Devlet’inin temelinde ve çatısı altında bu Devlet için bu defa federal esasa göre yeni bir anayasa hazırlanmasından ibarettir. Kurulacak yeni anayasa düzeninde Devlet’in tek egemenliği, tek uluslararası şahsiyeti ve tek vatandaşlığı olacaktır. Halen Talât – Hristofyas arasında yapılmakta olan müzakerelerde de 21 Mayıs ve 1 Temmuz 2008 mutabakatlarıyla böyle bir çözüm çerçevesi ortaya çıkmıştır. Bu çerçeve Türkiye’nin ve KKTC’nin benimsememiş oldukları BM Güvenlik Konseyi kararları üzerine bina edilmiştir. Buna rağmen Türkiye’nin Sayın Talât’ın müzakerelerdeki pozisyonuna destek ifade etmesi Türkiye’nin 2008 içinde çözüm şekli hakkında açıkladığı “Ada’daki gerçekleri temel alan” pozisyonu ile çeliştiği gibi, Türkiye’nin Güvenlik Konseyi’nde “Kıbrıs Hükûmeti” kavramının zikredildiği karar tasarısına olumsuz oy verme tutumu ile de bağdaşmamaktadır. BM parametrelerinde, Sayın Cumhurbaşkanı’nın ve MGK’nun açıkladıkları “Ada’daki gerçekler temelinde çözüm” anlayışı yoktur. BM parametrelerinde “Ada’daki iki halk” ve “iki Devlet” anlayışına da yer yoktur. Türkiye’nin dile getirdiği “siyasî eşitlik” BM parametrelerinde farklı biçimde ifadesini bulmaktadır. “Siyasî eşitlik” çözüme ulaşılınca iki toplum düzeyinde ortaya çıkabilecektir. BM parametresi olarak “iki kesimlilik”, Kıbrıs Türk kesimine, oradaki Türk nüfustan fazla olmayan sayıda Rum yerleşmesi ve mülkiyet bakımından da çoğunluğun Türklerde olması demektir. Oysa Türkiye’nin “iki kesimlilikten” anlayışı, müzakere sürecinin 1974’den sonra başlamasından bu yana böyle olmamıştır. Ayrıca, Kıbrıs sorununun siyasî çözüme ulaştırılmasıyla birlikte Ada’nın tamamı AB’ne katılmış olacağı için, AB hukukunun gereği olarak “iki kesimlilik” uzun olmayan bir zaman içinde ortadan kalkmış olacaktır. ANNAN Plânı üzerindeki gelişmeler, AB’nin Kıbrıs’ta varılacak anlaşmayla ilgili derogasyonları benimseme niyetinde olmadığını ortaya koymuştur. BM parametrelerinde yeni bir “ortaklık devleti” kurulması anlayışı da yoktur. ANNAN Plânı’nda kullanılmış olan “Greek Cypriot State – Turkish Cypriot State” kavramlarında geçen “State” kelimesi Türkçede “devlet” değil, “”eyalet” anlamında kullanılmıştır. Talât – Hristofyas mutabakatında geçen “constituent state” kavramı Türkçeye “kurucu devlet” şeklinde tercüme edilerek kamuoyuna sunulmuştur. Oysa “constituent state” kavramının Türkçeye doğru tercümesi “oluşturucu eyalet” şeklinde olmalıdır. Kıbrıs konusunda oluşan terminolojide “kurucu” kavramının İngilizce karşılığı “founding” veya “founder” kelimeleridir. Nitekim, ANNAN Plânı’nın daha birinci paragrafında “…we were co-founders of the Republic established in 1960” (..bizler 1960’da tesis edilmiş olan Cumhuriyet’in ortak kurucularıydık ) şeklinde yer alan ifadede geçen “co-founders” kavramının Türkçe karşılığı “ortak kurucudur”. Ayrıca, ANNAN Plânı’nın bir parçasını oluşturan “Foundation Agreement” kavramı da Türkçeye “Kuruluş Anlaşması” olarak tercüme edilmiş bulunmaktadır. Kanaatimce, ANNAN Plânı üzerinde yapılan referandum için hazırlanan oy pusulasında yer alan“Kıbrıs Türk Devleti” kavramının halkı yanıltan biçimde yanlış kullanılmış olduğu görüşündeyim. Doğrusu olan “Kıbrıs Türk Eyaleti” ibaresi kullanılmış olmalıydı. Oy pusulasında yazılı ibare şöyledir: “Kıbrıs’ın Avrupa Birliğine birleşik olarak gireceği yeni düzeni hayata geçirecek Kuruluş Anlaşması ve tüm Eklerini; Kıbrıs Rum / Kıbrıs Türk Devleti’nin Anayasasını ve yürürlükte olacak yasalara ilişkin hükümleri onaylıyor musunuz?” ANNAN Plânı’na dayalı “Andlaşma” yürürlüğe girseydi, iddia edildiğinin aksine ortaya “iki devletli” değil, “iki eyaletli” bir çözüm şekli çıkacaktı. Gerçekten “Kuruluş Anlaşması’nın” 2. Maddesinde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin statüsü ve O’nun Federal Hükûmeti ile oluşturucu eyaletleri (constituent States) arasındaki ilişkileri İsviçre’nin statüsü ve O’nun federal hükûmeti ve kantonları ile olan ilişkilerinin modeline göre düzenlenmiştir” şeklinde bir hüküm yer almıştır. İsviçre’de “kantonların” devlet statüsünde olmadığı bilinmektedir. İsviçre’deki “kanton” sayısını zikrederek İsviçre’de federasyonu “26 Devletli” olarak nitelemek mümkün değildir. Türkiye’nin “BM parametreleri temelinde çözümü” vurgulamasının sebebinin çözüm arayışlarının AB içine çekilmesi ve AB normlarına göre çözüm aranması kaygısı olduğunu biliyorum. Bununla beraber bu kaygının sadece “BMGS’nin gözetimindeki müzakerelerle çözüm” şeklinde bir söylemle de karşılanabileceğini düşünüyorum. Seçkin Konuklar, Kuruluşundan sonraki ilk 15 – 20 yıl içinde AB’nin Kıbrıs sorununun doğrudan tarafları arasında eşit mesafede kalmağa gayret ettiği görülür. Filhakika, Yunanistan’ın 1975’de üyelik başvurusunda bulunmasını takiben AB Konseyi “Yunanistan’ın başvurusunun incelenmesinin AB ile Türkiye arasındaki ilişkileri etkilemeyeceği ve Türkiye-AB Ortaklık Anlaşmasında yer alan hakların etkilenmeden kalacağı” şeklinde bir görüş ortaya koymuştur. AB Komisyonu da 1976’da açıkladığı görüşünde “AB’nin Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilaflara taraf olmadığını ve olmaması gerektiğini” belirtmiştir. Bununla beraber, Yunanistan’ın 1981 yılında AB’ne tam üye olarak kabul edilmesini izleyen dönemlerde, AB, Kıbrıs konusunda açıkça Yunanistan’ı destekleyen bir tutum içine girmiştir. Türkiye’nin 14 Nisan 1987’de AB’ne tam üye olmak için başvuruda bulunmasından sonra da, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ihtilâflı konular ve Kıbrıs konusu Türkiye – AB ilişkilerinin gündemine dahil edilmişlerdir ve giderek Türkiye ile ilgili sürecin ilerleyebilmesinin siyasî şartları haline getirilmişlerdir. Diğer taraftan, 1989’dan sonra AB’nin doğuya ve güneydoğuya doğru genişleme ihtiyacının ve imkânının doğması, Yunanistan’ın AB platformunu Türkiye ve Kıbrıs’la ilgili amaçlarına uygun biçimde kullanmasını kolaylaştıran bir faktör olmuştur. Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nın resmî internet sitesinde yer alan bir bilgiyi dikkatinize sunmak istiyorum. “Avrupa Birliği’nde Yunanistan” (Greece in the EU) başlıklı sayfada “Yunanistan’ın AB’ne tam katılımı tercih etmesinin sebepleri şöylece özetlenebilir:” denildikten sonra, sayılan 5 sebebin ikincisi olarak “Temmuz 1974’de Kıbrıs’ı istila ve işgal ettikten sonra Yunanistan için başlıca tehdit haline gelmiş olan Türkiye ile ilgili olarak müzakere gücünü arttırmak” şeklinde bir ifadeye yer verilmektedir. Bu ifade ziyadesiyle ifşa edicidir. Kıbrıslı Rum Liderlerden Clerides de Temmuz 1995’deki demecinde şöyle demiştir: “Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Andlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız; anayasal konularda ve Türkler tarafından ileri sürülen diğer birçok konuda elimizde sağlam bir koza sahip olacağız.” Seçkin Konuklar, AB Konseyi, Türkiye’nin tam üyelik için yaptığı başvuruyu 5 Şubat 1990’da kabul ederken “Türkiye ile AB üyesi olan bir Devlet arasındaki ihtilâfın ve Kıbrıs’taki durumun Türkiye’nin katılım süreci üzerinde olumsuz etkileri bulunacağını” ifade etmiştir. Birkaç ay sonra Dublin Zirvesi’nde aynı görüş tekrarlanmıştır. Dublin Zirvesi’nin ertesinde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 4 Temmuz 1990’da AB’ne tam üyelik için müracaat etmiştir. Türkiye ve Kıbrıs Türk Tarafı hukukî ve siyasî gerekçelerle AB’den başvuruyu kabul etmemesini istemişlerdir. Bununla beraber, AB, GKRY’nin yaptığı tam üyelik başvurusunu işleme koymuş ve tam üyeliğin gerçekleştiği nihai aşamaya kadar yürütmüştür. Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği kurma yönündeki girişimleri yoğunlaşınca, AB Haziran 1993’de “Kıbrıs’ın” başvurusunun incelenmesine öncelik kazandırmış ve başvurunun kabul edildiğini Ekim 1993’de açıklamıştır. Açıklamada, Rumların pozisyonuna uygun olarak, Kıbrıs sorununun çözüm şekli hakkında “iki kesimli federal çözüm” (bi-zonal federal solution) şekliyle bağdaşmayan görüşlere yer vermiştir. 25 Haziran 1994’de Korfu’da yapılan AB Zirvesi’nde de AB’nin ilk genişlemesinde “Kıbrıs’ın” yer alacağı açıklanmıştır. AB’nin de büyük çıkarının bulunduğu Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kurulmasına ilişkin karar 6 Mart 1995’de alınırken, aynı gün, AB, Yunanistan’a ödün olarak hükûmetlerarası konferansın tamamlanmasından 6 ay sonra “Kıbrıs” ile tam üyelik müzakerelerinin başlatılmasını kararlaştırmıştır. Gümrük Birliği kararının alındığı Türkiye – AB Ortaklık Konseyi toplantısında Türkiye Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın, 1960 Kıbrıs Andlaşmalarının men edici hükümlerine atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak kabul edilmemesi gerektiğini; çünkü Türkiye de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Andlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağını; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceğini açıklamıştır. AB Konseyi’nin Aralık 1997’deki Luxembourg Zirvesi’nde Türkiye’ye katılım adaylığı statüsü verilmezken, “Kıbrıs’la” katılım müzakerelerinin 30 Mart 1998’de başlayacağı açıklanmıştır. Seçkin Konuklar, 10-11 Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye AB Katılım Adayı statüsü verilirken Yunanistan vetosunu kullanmamıştır. Bunun karşılığında Yunanistan’a ve Kıbrıslı Rumlara AB tarafından önemli tavizler verilmiştir. Helsinki Zirve Bildirisi’nin 4, 9(b) ve 12. paragrafları bu ödünleri açık ve seçik ortaya koymaktadır. Bildiri de Kıbrıs’la ilgili olarak “Kıbrıs’ın katılım müzakereleri tamamlandığı zaman şayet Kıbrıs’ta çözüme ulaşılmamışsa, Konsey’in katılım hakkındaki kararı çözüme ulaşılması bir ön şart teşkil etmeden alınacaktır” ifadesine yer verilmiştir. Yunanistan’ın Helsinki’de Türkiye’ye “adaylık statüsü” verilmesi kararını veto etmeme karşılığındaki kazanımı sadece Kıbrıs’la sınırlı kalmamıştır. Avrupa Para Birimine katılma hedefini gerçekleştirmiştir. En önemli kazanımı da, PKK teroristlerinin başının, cebinde Güney Kıbrıs pasaportu olduğu halde Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliğinde misafir edilirken yakalanmış olması olayının kendisini terorizmle işbirliği yapan Devlet durumuna düşürmesinin vahim sonuçlarını ve o zamanki Dışişlerini bakanı Pangalos’un bu olaydaki rolünü, Türk ve dünya kamuoyuna kısa sürede unutturmayı başarması olmuştur. BMGS’nin ANNAN Plânı girişimini başlattıktan bir ay sonra 12 Aralık 2002’de toplanan AB Kopenhag Zirvesi’nin Bildirisi’nde de “Kıbrıs’la katılım müzakereleri tamamlanmıştır; Kıbrıs AB’ne yeni üye olarak kabul edilecektir” hükmü yer almıştır. AB’nin kısaca özetlemeğe çalıştığım tutumu sayesinde AB tam üyeliğini garantileyen; 16 Nisan 2003’de Atina’da AB’ne katılım Andlaşmasını imza eden Kıbrıslı Rumlar, 24 Nisan 2004 referandumunda ANNAN Plânı’nı reddetmişlerdir. İçinde Kıbrıs Türk Halkı’nın siyasî, ekonomik, sportif, vs. bakımlardan tecrit edilmiş durumda yaşatıldıkları, Ada’daki status quo’yu çözüme tercih etmişlerdir. AB, Kıbrıs 2004’de AB’ne tam üye oluncaya kadar, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinde atılan her ileri adımda, Kıbrıslı Rumların katılım sürecini hızlandıracak bir karar almıştır. Kıbrıslı Rumların üyeliğinin gerçekleşmesinden sonraki dönemde de, AB, aynı stratejiyi bu defa Türkiye’nin Kıbrıs politikasının temel esaslarının aşınmasına yol açmak amacıyla uygulamağa devam etmiştir. Seçkin Konuklar, AB’nin, Türkiye’nin AB’ne katılım süreci ile Kıbrıs sorunu arasında kurduğu bağın, Kıbrıs sorununun gerçekleri karşısında hakkaniyete uygun olduğunu düşünmek ve bunu ifade etmek olanaksızdır. Ortada adil olmayan ve iyi niyetli siyasetin ve diplomasinin icaplarına uymayan bir durum vardır. AB, Kıbrıs sorununu yaratmış olan tarafların AB’ne tam üye olma başvurularını değerlendirirken ve onları tam üye olarak kabul ederken, Kıbrıs sorununun çözülmüş olması şartını ileri sürmüş değildir. AB, 2004’de Kıbrıs’ta çözümü reddetmiş olan Tarafı bir hafta sonra törenle arasına üye olarak almıştır. Plâna, büyük çoğunluğu, belki de sırf AB’ne katılabilmek ve böylece, yine AB çevrelerince kendilerine vadedilmiş olan nimetleri elde etmek için “EVET” demiş olan Tarafı, üzerindeki haksız tecrit tedbirleriyle birlikte, dışarıda bırakmıştır. AB Konseyi ANNAN Plânı üzerindeki referandumdan iki gün sonra 26 Nisan 2004 tarihinde aldığı kararla, Kıbrıslı Türklerin üzerindeki tecridin kaldırılması yönünde somut tedbirler alınacağını açıklamıştı. Bu çerçevede, Kıbrıslı Türklerin AB ile doğrudan ticaretini sağlamak için bir Tüzük hazırlanacağını vurgulamıştı. AB bu siyasî taahhüdünü aradan 6 yıl geçmiş olmasına rağmen yerine getirebilmiş değildir. Ayrıca, ANNAN Plânı’na ilişkin süreç boyunca Türkiye’nin verdiği gözle görülür desteğe ve referandumun sonuçlarının ortaya koyduğu çarpıcı gerçeklere rağmen, yine de, AB, Türkiye’den Kıbrıs konusunda açılımlar yapmasını talep etmeği sürdürmektedir. 2004’den sonra da, AB Konseyi’nin Bildirilerinde, Ekim 2005’de Türkiye için hazırlanan Müzakere Çerçeve Belgesinde, Türkiye ile ilgili yıllık İlerleme Raporlarında, Kıbrıs konusuna ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlara ilişkin koşulların müzakere sürecinde Türkiye’nin önüne konulmasına devam olunmaktadır. AB, Türkiye’den, Kıbrıs konusunda, ancak, âdil ve kalıcı bir nihai siyasî çözümden sonra atılması düşünülebilecek adımları peşinen atmasını talep etmektedir. 2006 Kasım ayında Türkiye’nin müzakere sürecinde 8 başlığın, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uyma bakımından karşılaştığı herhangi bir zorluk yüzünden değil, Kıbrıs konusuyla bağlantılı olarak askıya alındığını da bu meyanda hatırlatmak isterim. AB, bu tutumlarının, Türkiye’de ve KKTC’de halkın adalet duygusunu ve AB’nin değer yargılarına olan inancını ne ölçüde rencide edebileceğini; KKTC’de ve Türkiye’de siyasî karar mercilerini ne denli açmaza düşüreceğini sanırım hiç dikkate almamıştır; almamağa da devam etmektedir. Seçkin Konuklar, Görünen o dur ki, AB organları Kıbrıs konusunda ve buna bağlı olarak Türkiye’nin katılım sürecinde Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar tarafından rehine alınmış duruma düşmüştür. AB’nin, bulunacak çözüm şeklinin AB’nin üzerine bina edildiği temel ilkelere uygun olması gerektiği tezi, Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın amaçladıkları çözüm şekline zemin kazandırmaktadır. AB’nin bu tezi, aynı zamanda, BM zemininde on yıllardır süren arayışlardan sonra çözüm şekline ilişkin olarak oluşturulmuş bulunan parametrelerin, çözümü kalıcı kılacak şekilde uygulanmasına engel olacak mahiyettedir. Varılacak çözümün hukukî kesinliğinin ve devamlılığının sağlanması için, çözümün parametrelerinin AB’nin birincil hukuk kaynağı haline getirilmesi, örneğin, “iki kesimlilik” ve “güvenlik ve garantilerle” ilgili parametrelerin, AB müktesebatına derogasyonlar getirilmesi suretiyle teminat altına alınması zorunludur. Bununla beraber, AB’nin, ANNAN Plânı ile ilgili gelişmelerin seyri içinde böyle bir tutumu benimsemekten uzak olduğu açıkça görülmüştür. Seçkin Konuklar, 2008 Şubat ayında Hristofyas’ın seçimleri kazanması çözüm için “fırsat penceresi” olarak değerlendirilmişti. Bu değerlendirmeyi paylaşmam mümkün değildir. Çünkü AKEL komünist ideolojide bir parti olmasına rağmen Kıbrıs konusunda ötedenberi Elen milliyetçisi gibi davranmaktadır. 2004’de ANNAN Plânı’na verilmiş olan red oylarının yüzde 40’dan fazlasının o zaman Hristofyas’ın Liderliği altında bulunan AKEL’den gelmiş olduğunun hatırlanmasında fayda vardır. Hristofyas’ın ve Partisi AKEL’in Kıbrıs konusunda Elen milliyetçisi olmasına, AKEL’in 1966’da ENOSIS kararı almış bulunmasına ve Hristofyas’ın amacının Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmak olduğunun açıkça belli olmasına mukabil muhatabı Sayın Talât’ın ve Partisi CTP’nin “Anavatan Türkiye” ve “Millî Dava” anlayışı ve söylemi yoktur. Ayrıca, Sayın Talât KKTC’nin kurulmasına zamanında karşı çıkmış olduğunu ve hattâ CTP’nin KKTC’nin kuruluşuna KTFD Meclisi’nde olumlu oy verme kararı alınca da üzüntüsünden ağladığını açıklamış bulunmaktadır. Bu durum müzakerelerde Türk tarafının handikaplarını oluşturduğu görüşündeyim. 21 Mart 2008 tarihinde müzakere sürecini başlatma kararı alınınca Sayın Talât 2008 Ağustos ayı sonuna kadar çözüme ulaşılma ihtimalinden bahsetmişti. Sonra 2008 sonu dendi. O zaman yazdığım yazılarda, Hristofyas’ın Türkiye’nin AB sürecinin takvimine göre hareket edip işleri oyalayacağı tahmininde bulunmuştum. Tahminimde yanılmamışım. Şimdi de müzakere sürecinin KKTC’de Nisan ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlarını Sayın Talât lehine etkileme vasıtası olarak kullanılmak istendiğini görüyoruz. Hristofyas’ın, çözüm arayışlarında muhatabı Sayın Talât’la sonuca gitmek için dikkat ve gayret göstermek yerine, daha önce Papadopulos’un da yaptığı gibi, “çözümün anahtarı Ankara’nın elindedir” edebiyatını sürdürmeği tercih ettiğini ve “AB’ne üye olmak isteyen Türkiye’nin AB’nin bir üyesini tanımamasının kabul edilemeyeceğini” tekrarlayıp durduğunu; müzakereleri ağırdan alıp bir takvime bağlanmasına karşı çıktığını dikkatten uzak tutmamak lâzımdır. Hristofyas’ın iktidara geldiği günden beri verdiği demeçler ve 24 Eylül 2009’da BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmanın içeriği, federal çözümün Ada’nın şartlarına uymadığına dair beyanı ve Türk Tarafı’nın 6 Ocak 2010 tarihinde yaptığı önerileri süratle reddetmesi geleneksel Rum tutumunun tekrarı mahiyetindedir. Seçkin Konuklar, Kıbrıs’taki Tarafların 21 Mart 2008 tarihinde yeniden başlattığı müzakere sürecinde çözüm şekli için belirlenmiş ve bana göre, ANNAN Plânı’nın da gerisinde kalmış olan çerçevenin unsurlarını ve iki Taraf’ın yaklaşımlarını dikkate aldığımız zaman, önümüzdeki dönemde, ortaya, ya Ada’daki gerçekleri dikkate almayan ve özellikle Türkiye’nin Ada’daki etkili ve fiilî hak ve yetkileri bakımından sakat bir çözüm şekli çıkabileceğini, ya da sürecin, mevcut çerçeveyi de benimsemedikleri belli olan Rum Tarafı’nca bir kere daha akim bırakılacağını tahmin edebiliriz. İkinci şık tecelli ettiği takdirde, Rum Tarafı’nın status quo’dan rahatsız olmadığı, uluslararası toplum önünde 1980’den bu yana 7. defa kanıtlanmış olacaktır. Böyle muhtemel bir durumda, 1980’den bu yana sahnede kalan Kıbrıs sorununa müzakereler yoluyla gerçeklere değil, varsayımlara dayalı sun’i bir çözüm şekli arama oyununda perdenin Türk Tarafınca nihai olarak kapatılacağını ümit ve temenni etmek istiyorum. Bu ümidimin kaynağını Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet DAVUTOĞLU’nun 17 Temmuz 2009 tarihinde TRT – 1 Televizyon kanalında yayınlanan “Enine Boyuna” programında kararlı bir üslûp ve tonda söylediği şu sözlerdir: “…..biz her ne şekilde olursa olsun Kıbrıs'taki statükonun bu şekilde sürmesi taraftarı değiliz. Bu şekilde bu müzakerelerin son şans olduğunun herkes tarafından algılanması lâzım. Kıbrıs Türklerinin sanki büyük bir insanlık suçu işlemiş gibi bu izolasyonlarla yaşaması mümkün olamaz. İngilizce bir tabir vardır, 'Enough is enough' diye…."Biz ( çözüm ) olması için çaba sarf edeceğiz, ama artık KKTC üzerinde uygulanan bu haksız ambargoların sürmesi mümkün değildir. Bir şekilde ya karşılıklı müzakerelerle bu statüko değişir ve Doğu Akdeniz'de barış ve güvenlik alanını beraber kurarız….. ya da alternatif yolları hep beraber düşünmek zorunda kalırız." Hükûmetimizin Kıbrıs sorununa bulunacak çözümü Doğu Akdeniz’de istikrarlı bir barış ve güvenlik alanı kurulmasının temel faktörlerinden biri olarak gördüğü bilinmektedir. Kıbrıs’ta çözümün bu amaca hizmet edebilmesi için çözümün iki Taraf arasındaki iç dengesinin sağlanması kadar, Türkiye ile Yunanistan arasındaki hassas dış dengesinin de kurulmuş olması gerektiği izahtan varestedir. Oysa, Yunanistan’ın ve “Güney Kıbrıs’ın” AB tam üyesi olmaları vakıası ve çözümle birlikte “Kuzey Kıbrıs’ın” da “Kıbrıs Cumhuriyeti’ne” yamanarak AB’ne katılacak olması çözümün dış dengesinin kurulmasını imkânsız hale getirmektedir. 2004’den bu yana Türkiye’de AB topu eskisi gibi zıplamaz olmuştur. 2004’den bu yana Almanya’nın ve Fransa’nın Türkiye’nin tam üyeliğine olan muhalefetleri daha da açık ve kuvvetli hale gelmiş görünmektedir. Özellikle 2002’den bu yana Kıbrıs sorununun Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyen başlıca faktör olduğunu savunagelmiş olan gazeteci – yazar Mehmet Ali Birand’ın 30 Aralık 2009 günü Milliyet gazetesinde çıkan “İsviçre, Türkiye'nin AB rüyasını dağıttı” başlıklı yazısında “eğer, Türkiye-AB müzakerelerinde ilerleme sağlanamıyorsa, başlıkların önemli bir bölümü askıda tutuluyorsa, Sarkozy, Merkel ikilisi sürekli şekilde tam üyelik yerine ‘İmtiyazlı Ortaklık’ öneriyorlar ve diğer üyeler de etkin şekilde bu duruma karşı çıkmıyorlarsa, bunların nedeni Kıbrıs filan değil, büyük oranda Türkiye’ye din penceresinden bakılmasından kaynaklanıyor” şeklinde bir değerlendirme yapması Türkiye’de sonunda gerçeklerin görülmeğe başlandığına dair bir işaret kabul edilebilir. Türkiye’nin ne zaman AB’ne tam üye olacağı belli değildir. Belki AB tam üyelik için kapıyı Türkiye’ye hiçbir zaman açmayacaktır. Belki de Türk halkı AB’ne tam üye olmak istemeyecek ve referandumda üyeliği reddedecektir. Temennimiz bu ihtimallerin tahakkuk etmemesidir. Bununla beraber, bu olasılıklardan biri ortaya çıktığı takdirde, bu aşamada Kıbrıs Türk Halkı’nın AB’ne katılması sonucunu da doğuracak bir çözüm halinde Türkiye Kıbrıs’taki hak ve yetkilerini, daha da doğrusu Kıbrıs “Millî Davası’nı” fiilen kaybetmiş olmayacak mıdır? Seçkin Konuklar, Yaşları ortalama 70’e varan mensup olduğum kuşak, son yarım asırdır Türkiye’nin dış politikasının baş öncelikleri arasında yer alan iki konunun ortaya çıkışına tanıklık etti. Bu konular ortaya çıktıklarından günümüze kadar bizlere eşlik ettiler. 12 Eylül 1963 günü Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında hedef Türkiye’nin tam üyeliği olmak üzere Ankara Anlaşması olarak bilinen Ortaklık Anlaşması imzalandı. Bundan 3 ay 9 gün sonra Kuzey yarı kürede yılın en uzun gecesi olan 21 Aralık 1963 gecesi Kıbrıslı Rumlar Ada’daki soydaşlarımıza karşı “etnik temizlik” harekâtını başlattı. Böylece Kıbrıs konusu uluslararası barış ve güvenliği tehlikeye düşüren bir sorun olarak 26 Aralık 1963’de Rumlar tarafından BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine dahil ettirildi. 1 Ocak 1964 tarihinde Ankara Anlaşması yürürlüğe girdi. Türkiye, hem tam üyelik hedefinden sapmadan AB ile ilişkilerini yürütmeğe, hem de millî dava olarak benimsediği Kıbrıs konusundaki haklarını ve yetkilerini korumağa ve sorumluluklarını yerine getirmeğe kararlılıkla koyuldu. Kanaatimce, Türkiye için önemi ve değeri tartışılmaz olan ve bir medeniyet projesi olarak görülen AB projemiz Türkiye için ne kadar önemliyse, Kıbrıs sorunu da Türkiye için o kadar önemlidir. Hiç olmazsa AB projemizden daha az önemli değildir. Görüşüme göre Türkiye hem lâyık olduğu AB tam üyeliğini elde etmelidir, hem de Kıbrıs’la ilgili hak ve yetkilerini Ada’daki çıkarlarını koruyabilecek şekilde muhafaza etmeği başarmalıdır. Bugün halâ “Kıbrıs sorununu çözmeliyiz” görüşünde olanlara söylemek isterim ki, Kıbrıs sorununun çözmek tek başlarına Türkiye’nin ve KKTC’nin elinde değildir. Böyle bir sorumlulukları da yoktur. Rum ve Yunan Ortaklığı da çözmek isterse çözüm ortaya çıkabilir. Hattâ bu da yeterli olmayabilir. Çünkü, Ada, ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın da çıkarlarını doğrudan ilgilendirmektedir. Yine de “Kıbrıs sorununu mutlaka çözmeliyiz” düşüncesinde olanlar varsa, bu takdirde onlara tek bir çözüm şekli bulunduğunu söylemek mecburiyetindeyim. Bu da “ver kurtuldur.” Çünkü, Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan’ın Türkiye için “ver kurtul” anlamına gelecek bir çözüm dışında hiçbir çözümü kabul etmeyecekleri on yıllar öncesinde belli olmuştur. Rumların ANNAN Plânı’na verdikleri red oyu aslında bu gerçeği bütün dünyanın da anlayacağı ve çözüm arama oyununda uzatmalara ihtiyaç bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur. “Kıbrıs sorununu çözmeliyiz” düşüncesinde olanların öne sürdükleri bir gerekçe de “artık dünya değişti” savıdır. Evet dünyanın değiştiği doğrudur. Bugün Türkiye’nin bölgesinde oynadığı veya oynamak istediği roller bakımından Kıbrıs adasının Türkiye için önemi daha da artmıştır! Kıbrıs sorununun çözüm şekline 1974’den sonra model olarak gösterilen Yugoslavya federasyonu tarihe karışmıştır. Çeklerle Slovaklar ayrılmıştır. Kosova, Abhazya ve Güney Osetya birer bağımsız Devlet olmuşlardır. Abhazya’yı Rusya’ya ilâve olarak Venezüella, Nikaragua ve Nauru tanımışlardır. Kıbrıs bakımından 50 senedir değişmezler de vardır. Ada’daki İngiliz üsleri, Kıbrıs sorununun çözümünü amaçlayan plânlarda dokunulmazlıklarını muhafaza etmektedirler. Kıbrıs 3000 km ötedeki İngiltere için önemli oluyor da, neden Türkiye için önemli olmasın!? Dinlediğiniz için teşekkür ederim.