İklim değişikliği meyvede rekolte kaybına neden oluyor İklim değişikliği meyvede rekolte kaybına neden oluyor

HABER: TAYFUN KAYA

Karadağ, dünyadaki yaygın ismi ile Montenegro, kendi ifadeleri ile Crna Gora…

Elbette hepsinin çevirisi ‘kara dağ’… Yazın 40 dereceye ulaşan sıcakları, kışın eksilerde seyreden havası ile yüksek yerler taşlaşmış. Bir sıcak bir soğuk iklim şartları dağları kayalık bölge haline getirmiş. Ülkede çok fazla dağ var. Dağların eteklerinde kısmen yeşillenme var ama gerçekten iklim sebepli Karadağ’ın dağları kapkara kalmış.


Ziyaret ettiğimiz o günlerde seçimler vardı. Ülkenin parlamenter yapısı içinde hem Cumhurbaşkanı hem de Başbakan var. İkisi de ayrı parti kökenli ve aralarında inanılmaz bir çekişme var. Bu arada cumhurbaşkanı Milo uzun yıllardır hükümette. Ailesi, kardeşleri oldukça zenginleşmiş. Başbakanları ise Arnavut kökenli Dratan. Henüz 38 yaşında. Cumhurbaşkanı Milo, Dratan seçildiği zaman, doğup büyüdüğü Karadağın en güney kasabası Ulginj (Ülgün) esnafına, şirketlerine denetim ve inceleme başlatmış. Böylece Cumhurbaşkanı Milo Ulginj’lilere ve tabi Başbakan’a gözdağı vermiş.

Laf arasında insanlık adına, bu yüzyılda ne karanlık günler… Böyle çağ dışı tehdit ve gözdağı veren çok fazla hükümet var. Neyse ki halkın egemen olduğu, istikbalin kıymetli olduğu ülkeler var da, aydınlığa, aydınlık isteyenlere umut oluyorlar.

Bölgede Sırp, Karadağ, Arnavut ve Boşnaklar yaşıyor. Ulginj şehri Arnavutluğa oldukça yakın. İşkodra ile araları sadece bir saat. Ve Ulginj’de çok fazla Arnavut var. Ülkede Ortodoks Hristiyanlar yoğunlukta, Katolikler ve Müslümanlarda var. Karadağ’ın Bar ve Ulginj şehrinde çok sayıda Müslüman, Arnavut ve Boşnak yaşıyor. Bu şehirlerde camiler var. Camilerin tamamı restore edilmiş. Çünkü 1912’de bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte camileri yıkmışlar, yıkılmayacak kadar sağlam, güçlü olanları ise patlatmışlar.

Bar şehrine gezimizi Cuma gününe göre ayarladık. Çünkü burada Ömerbaşi cami var. Ve ayrıca Türkiye’nin katkılarıyla 2002 yılında restorasyonuna başlanan Selimiye camiine, Karadağ diyanet işleri başkan yardımcısı hafız Bugari gelecekti. Gerçekten hitap sanatını çok iyi uygulayabilen biri. Türkiye’de de ismini duymuştum. Bilgili, dolu, heyecanlı, profesyonel yani ne kadar az bildiğinin farkında ama aynı zamanda bir o kadar amatör (latince amor kökünden), aşk ile işine bağlı. Hutbeye çıktığında bir kelebek naifliği ile süzülürken, bir anda aslan gibi kükreyerek yürekleri titretebiliyor. Duyduğumda bu güzel tecrübeyi yaşayacağım için çok heyecanlanmıştım. Gerçekten tam bir sani, gelişime inanan, çalışkan, çok iyi bir sanat insanı… Elinde bir kağıt parçası olmaksızın hatipliğini konuştururken, Selimiye camiinde kimseden çıt çıkmadı. Saf tutanlar gözlerini dahi kırpmadan dinlediler. Anlattıkları ise tamamen Allah’ın kelamından, Kuran-ı Kerim’dendi.

Elbette ben konuşulanları anlamadım. Ama sağolsun Emir Hamzagiç kardeşim yanımdaydı ve bana tek tek tercüme etti.

Vaaz başlamak üzereydi. Hoca minbere çıktı. Karadağ’ın Bar vilayeti Selimiye camiinde önce dua okundu. Kısa bir sessizliğin ardından gür bir “Dua edin” sesi yankılandı. Herkesin gözleri açıldı, huzurdakiler şöyle irkilerek toparlandılar. Aşağıya düşmüş, eğik kafalar minbere kalkıverdi. Yine o gür sesiyle “Dua edin de bizler, yani sizleri yönetenler iyi niyetli, iyi eğitimli olalım. Gönlü güzel olalım. Okumayı sevelim. Peygamber efendimizin güzel ahlakını almış olalım. Çalmayı bilmeyelim. Ayrıştırmayı aklımızdan bile geçirmeyenlerden olalım. Bizden olana “iyi”, bizi eleştirenlere “hain” yaftası yapıştırmayalım. Ahlaklı insanları da bozacak düzenli “suçluları af”, “vergi kaçıranları af” nedir bilmeyelim. İnsanları suça özendirmeyelim. Tembellik bilmeyelim. Tanrıcılık oynamayalım. Çünkü ancak o zaman sizde ahlaklı olursunuz. Çalmayan, ayrıştırmayan, üretken, çalışkan olursunuz.”

Giriş gerçekten muhteşemdi... Ve devam etti;

Dindar insanları maalesef Allah ile aldatıyorlar. (Yaşar Nuri hocamızın kulakları çınlasın.) Ayrıştıran ifadeler ile kötü düşüncelerin toplumun kafasında dolaşmasına müsaade ediyorlar. Öyle anlar geliyor ki kardeş kardeşi ile konuşmuyor. Birbirine selam vermiyor. Ama sonra aynı camiye namaza gidiyorlar. Hayret yani... Bunu nereden öğrendin acaba? Siz hangi dine bağlı olduğunuzu biliyor musunuz? İslamda böyle bir tutum var mı? Yok tabii, islam ile bunun alakası bile yok... Ruhunda din var o çok belli ama kafadaki aklı kullanmadığı için teraziye koyup tartamıyor. Ruhun seni islam kapısına getirir ama sadece aklın ve özgür iraden islamı doğru yaşamanı sağlar. Evet akıl... Akıl ile namaz, oruç, hacca gidiyorsun ama çok önemli olan akrabayı sevmeyi, güleryüzlü, nazik olmayı göz ardı ediyorsun. Öyle ötekileştiriyorsun ki dünya görüşü, siyasi görüşü biraz farklı olana selamın bile kaba, nefret dolu oluyor. Yahu güzel kardeşim sen bunu nereden ya da kimden öğrendin? Bu islamda yok. Tekrar soruyorum “Bunu hangi dinden ya da kimden öğrendin?” Kardeşine, komşuna, arkadaşına, dostuna kaba davranmayı, kalbini kırmayı kimden öğrendin? Beyinlerinize aldığınız bilgilere çok dikkat edin, her bilgiyi misafir, baş tacı etmeyin. Bu tür hastalıklı düşüncelere islam asla müsade etmez. İslam, Allah’ın bize Dünya hayatına geçişte verdiği en büyük hediye olan beyni, sağlıklı bir şekilde kullanabilme sanatıdır.

Gerçekten muhteşem bir vaazdı. Bilgisi ile, insanlığı ile, hatta görseli ile muhteşem bir vaazdı. Evet, bilgi size geldiğinde sorgulamanız, yargılamanız çok kıymetli. O bilgiyi tam ortadan ikiye yarıp “O mu?” “Bu mu?” demek, gerekirse tekrar tam ortadan ikiye yarmak ve tekrar sorgulamak gerekir. Yargılarınız yok ise algılarınızla rahatlıkla oynanacaktır. Gelin sorgulayalım şimdi “Bu yargılamaları doğru yapsaydık depremde insanlarımız beton yığınlarının altında kalır mıydı?” İki ay oldu halen çıkartamadığımız cesetler var. Deprem bizim sınavımız onu yenmekle görevlendirildik. Ama biz yenemedik. Halbuki insan, Allah’ın verdiği hediye ile akıl ile depremi yenmeyi çoktan başardı. Günümüzde o mühendisliğe insanlık fazlasıyla sahip.  

Hafız Bugari’nin sorduğu gibi “Nereden, kimden öğrendik biz bu işleri?” Çünkü islamda eksik mal yapma yok. Eksik tartı yok. Rüşvet yok. Eksik beton, demir yok. Tersine ilim, bilim var. Daha çok kazanmak için mühendisliği göz ardı etmek asla yok. Kendi zenginliğin için başkasının canını tehlikeye atmak ise ne mümkün!..

Oradan da Ulginj (Ülgün) şehrine geçtik. Ulginj’de Denizciler cami muhteşem, denize sıfır, 14.ncü yüzyılda inşaa edilmiş. 1880’de Osmanlının elinden çıkmış. Birinci dünya savaşı sonrasında cami yıkılmış. Alanya’lı yardımseverlerin bağışları ile tekrar restore edilmiş. Caminin girişinde de bu durum kocaman ve Türkçe yazılmış. Görülmesi gereken, minik, sevimli, huzur veren bir ibadethane. Bar ve Ulginj şehirleri Karadağ’ın güneyinde, burada yaz daha uzun. Ve çok yaşlı ama halen ürün vermeye devam eden zeytin ağaçları var. İçlerinden en büyüğünü ise milli park içine alınmış. Tam iki bin yaşında. Devasa bir gövdesi var. Ve gövdede yılların getirdiği, görülmesi gereken inanılmaz bir estetik var. İçeri giriş paralı ve çok turist çekiyor. Değer katan herşeyden, ağaçtan bile halkı için menfaat sağlıyorlar. Onu görünce daha önce haberlerde gördüğüm, Şanlıurfa’daki yaşdaşı, ikibin yaşındaki zeytin ağacımızın durumu aklıma düştü. Doğru düzgün yolu bile yok. Kayaların arasında, korunaksız, özensiz öylece hayatına devam ediyor. Ama o küskün değil halen zeytin veriyor. Fakat bu bizim duyarsızlığımızı örtmez. Onu görünce; “Biz şehrimize, ülkemize değer katan güzelliklere neden önem vermiyoruz acaba?” diye aklımızdan geçmedi değil…

Başkent Podgorisa’da küçük, şirin güzel bir şehir. Şehrin içinde bir çok milli park var. Ve pırıl pırıl kocaman bir nehir. Dışında ise Niagara ismi verilmiş şelale vardı. Ülkede her yerden su fışkırıyor. Şelalenin etrafında dolaşmak, gözlerini kapatıp sesini dinlemek çok keyif verdi.

 

Bir durağımızda Kotor oldu... Eski şehir gerçekten muhteşem bir yer. Doğal limanı, şehrin aynı şekilde korunabilmiş olması harika. Yüzlerce yıldır kullanılan meydanda, geçmişte onca insanın belki balık temizlediği, belki ağını onardığı, belki de kahvesini yudumladığı aynı meydanda oturup kahve içmek çok ama çok keyifliydi. Aziz Tryphon katedralinin hikayesi ise biraz değişik geldi bize... Anlatılanlara göre Aziz Tryphon bugünün İstanbul’unda yaşamaktadır. Kendisi ölür. Roma imparatorluğunun merkezine gemi ile götürülmek istenir. Yolda büyük bir fırtına çıkar. Ve gemiciler Doğal liman Kotor’a sığınır. Uzun bir süre yola çıkamazlar. Kotor halkı Azizin bu şehri seçtiğini düşünmeye başlar. Ve kemiklerinin burada bırakılmasını ister. Gemiciler de kemikleri bırakır ve oradan ayrılır. O gün bugündür Aziz Tryphon şehrin koruyucusudur. Aziz’in kafatası da kilisede, kutsal emanet olarak sergilenmektedir.

Güzel bir kurgu, ama 3.ncü yüzyıl gemicilik koşullarında gemiciler bir an önce geri dönmek istemiş ve bir bahane ile halkı ikna edip bırakmış gibi geldi bize...

Bu arada kuzeye doğru geldikçe Budva ve Kotor şehirlerinde karşımıza çok daha fazla Türk çıkmaya başladı. Ve gördüklerimizin tamamı 30 yaş altındaydı. Başka diyarlarda kendi insanımızı görmek, kendi dilimiz ile anlaşabilmenin keyfi hiçbir şeyde yok. Gençlerimiz oraya iş için gitmişler. Her gördüğümüz ile mutlaka sohbet etmeye çalıştık. Yerli halk ile problemleri yok gibi görünüyor. Biraz gözlerini kaydırarakta olsa ‘mutluyuz’ diyorlar. Ama bunca Türk’ü kabul etmelerinin arka planında şu varmış. Karadağ, Avrupa Birliğinde serbest dolaşım hakkı kazanınca, Karadağ’lı gençler Avrupa’ya kaçmış. Fransa’ya, Almanya’ya, Belçika’ya, Avusturya’ya, İsveç’e çalışmaya gitmişler. Onların bu gidişini durdurmayı başaramayan hükümet ise başka ülkelerin gençlerine kapıyı açmış. Kendi ülkesinde mutsuz olanlar şanslarını başka ülkelerde denemek istiyorlar. Bu da oldukça anlaşılır. Çünkü yaradılışımızın özünde, amacında mutlu olmak var.

Biz şahsen gezimiz sırasında onları görüp, kendi lisanımız ile bizden biri ile sohbet ettiğimiz için çok mutlu olduk. Umarım onlarda gerçek anlamda mutludurlar.  

Dilini konuşmadıkların ile anlaşmak çok zordur. Ortak bir dilde buluşsan dahi uzun vadede dil, kültürel farklılıklar oluşturur. Bu görev ile görevlendirilmiş olmamıza rağmen henüz 22.nci yüzyılda bu dil ayrışımını çözemedik.

İslam kaynaklarında bu durum Babil dönemine adfedilir. İfade edilene göre; Babil çok zenginleşmiştir. İnsanlar, ayrışmadan birbirleriyle rahatlıkla konuşur anlaşırlar. Küskünlükler yoktur. Mutludurlar. Babil kuleleri yapılır. Yaradana yaklaşmak istenir. Bu yüksek kulelerde ibadethaneler yapılır. Hatta soylu sınıf burada yaşam sürer. Her yer yemyeşildir. Dünya hayatı, sınav hayatı çok hızlı geçilebilmiştir. Ardından sınava bir ek yapılır. Maksat oyunu biraz daha zorlaştırmaktır. Toplum bölünecek ve farklı dillerde konuşulacaktır. Ve yeni koşullarla sınav sürecine başlanır. İşte dilin ayrıştığı o gün bugündür, bir kademe zorlaştırılmış sınav sürecimizi halen veremedik.

Ki bırakın Dünya halklarının anlaşmasını, kendi ülke sınırlarımızda bile tamamen kişisel çıkarlar, hırslar, uğruna farklı dilde eğitim serbestisi (kürtçe, lazca, çerkezce vs.) peşinde koşturup, hali hazırda veremediğimiz sınavdan bir kez daha kalıp, sonra birde utanmadan kadere bağlıyoruz.

Unutmayın Kader kelime kökü Türk mitolojisinde Gök Tengrinin oğlu Geser’den (Gheser, Kawsar) gelir.

Kağanlar, hükmedenler, şefler kader haritasını yönlendirenlerdir. Yanlış yönlendirmeler ile kaderden ‘keder’ doğar. Doğru yönlendirmeler ile kaderden ‘kevser’ doğar. Ve kevser suları gibi hayatlarda capcanlı, huzurlu, dopdolu yaşanır...

Son olarak; Şu mübarek Ramazan gününde, arap şeyhleri özentisiyle kuş sütü eksik olmayan, pahalı sofralarda oruç açıp, israf edip, ramazanın anlamını azcık bile anlamamışlardan olmamanız ümidiyle...