İstanbul’un her semtinde hemen her gün 50 kadar, kültür, sanat, düşünce, edebiyat toplantıları yapılıyor. Toplumbilim, Felsefe, tasavvuf, siyaset alanındakileri de ilave ettiğimizde takip edilmesi imkeansız sayıda faaliyet gerçekleşiyor.
Bu faaliyetler genellikle irili-ufaklı belediyelerin Sosyal Dayanışma ve Kültür Daire Başkanlıkları tarafından yapılmaktadır. Üniversiteleri ve sivil toplum kuruluşlarını da hesaba kattığınızda bir taraftan gurur verici bir birikim ortaya çıkıyor.
İşin bir başka boyutu da var. Konuşmacılar kadar bu faaliyetlere dinleyici olarak katılanlar da bilgi-görgü ve birikim sahibi. Öyle olunca dinleyiciler konuşmalara katılıyorlar, konuşmanın bir yerinde ‘ama öyle değil’ diyerek lafa girmekte ve konuşmacıya ufuk açan katkılar sağlamaktadırlar.
Ülke insanının eğitim düzeyi yükselince, ağzı laf yapan insan sayısı da, eli kalem tutan yazan sayısı da son derece arttı. Zaten hemen her yerleşim merkezinde ünlü-ünsüz bir çok yazar ya kendi adına, ya da bir stk adına, ya da belediye adına bir yazar okulu açmış, kendi ölçülerinde yazar yetiştiriyor.
Bu faaliyetleri kutsamak, övmek, takdir etmek, gıpta etmek mümkün. Ama ülkemizde olmayan bir damar var. Bu nasıl Türkçe, ‘olmayan! ve ‘var’ aynı cümlede kullanılabilir mi? Diyenleriniz olacaktır. Ben kullanayım da siz görün.
Olmayan damarın ne idiğinü sonraya bırakıyorum.
Bu kültür sanat faaliyetleri gönüllü kuruluşlardan başkası için bir para kazanma aracı haline gelmiş durumda. Bilhassa belediye eliyle yapılan kültür faaliyetleri ‘bizden olan aydınları, ağzı laf yapan-eli kalem tutanları’ maaşa bağlamak şeklinde tecelli ediyor.
Üniversiteler, bazı yarı bağımsız kuruluşlar da faaliyetler yapıyorlar. Burada çok fazla para gündeme gelemiyor. Kültür sanat ve başka stk’lar da bu tür faaliyetleri sürdürüyorlar.
Gönüllü kuruluşlar yaptığı faaliyetlere maddi destek bulmak için başkalarına gıpta ile bakıyor ya da maddi imkean sağlayan kurumlarla işbirliği halinde faaliyetlerini sürdürmenin yollarını arıyor.
Bütün bunlar  anlaşılabilir ve makul karşılanabilir.
Asıl sıkıntı şu: İster sağ siyasal düşünce ister sol siyasal düşünce sahbi aydınlar ya da mensup oldukları stk’ların alanı çizilmiş, konular dondurulmuş, ufuklar sıkı sıkıya kapatılmış durumda. Bütün bu faaliyetler belli beylik konuların dışına çıkamıyor.
Solun konuları, kurtuluş savaşı, Mustafa Kemal, Marksizm, inançlara yabanıl bakmak, Nazım Hikmet,laiklik ve benzeri birkaç konu daha.
Sağın konuları, İstiklal Marşı, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cemil Meriç, Mevlana, Yunus Emre, Tasavvuf, İbni Arabi ve daha birkaç konu.
Bunların dışında düşünemezler, konuşamazlar, hayatları bu konularla sınırlanır ve şekillenir.
Her biri belli tarihlerdeki vakalarda takılıp kalmışlardır. Bir adım ötesine dair bir düşünceleri yoktur.
Her iki öbek de sevdiklerini putlaştırıp, sevmediklerini hedef tahtası yapmakta, onların da doğruları olabildiği gibi kendilerinin de yanlışları olabileceğini akıllarına getirmezler. Dostlarından hep sevgi, beğeni, takdir, alkış beklerler. Her hangi bir dost çevresi mensubundan, şöyle bir eksik, bir yanlış, bir aksi görüş duyduklarında hemen o kişiyi muhalif olarak ilan edip hedef tahtasına yerleştirmekte bir beis görmezler.
İşte kültür sanat faaliyetlerinde, edebi, sanatsal çalışmalarda eksik damar bu yüzden eksiktir.
Her kişinin düşünce alanı sınırlı olunca, kalın çizgilerle belirlenmiş konular etrafında dönüp durmak kader olunca zaten ‘öyle değil, böyle’ demek de gereksiz hale gelmektedir.
İşte eksik olan damar ve hatta gereksiz hale gelmiş damar tenkit damarıdır. Münekkide yer yok hayatımızda. Eleştiri uzmanları, eleştirmenler, münekkidler yetişemiyor.
Bir başka konu ise şu:
Münekkid olmayınca konuşmacılar dinleyicilerin itirazlarına da çok fazla kulak vermedikleri gibi, can sıkıcı soru sorması muhtemel insanlara da söz vermemeye özen gösteriyorlar.
Söz alan kişileri güya dinleyici kitleye tanıtma bahanesiyle, onun muhalif olduğu, her şeye itiraz eden bir olduğu söylenerek, konuşmacının etkisi baştan kırılıyor.
Konuşmacı çam deviriyor, yanlış bilgi veriyor, kimse bunları düzeltemiyor. Laf dinlemeyen, sınırları zorlayan, yanlışı gözler önüne seren biri olursa ona ‘ bunları baş başa görüşmek lazım, kamu ile paylaşmak fitneye sebep olur’ gibi bahanelerle sesler kısılmaya çalışılıyor.
Konuşmacılar kaş yapayım derken,- aslında kaş yapma dertleri de yok ya- göz çıkarıyorlar.
Sağda çok gündemde olan bir vatandaş ‘Mehmet Akif’in Ahiret Komşuları diye bir yazı yazmış. Onu uyardım Face sayfasında.
‘Mezarlıklar ahiret değildir, iki mezarın yan yana olması onların ahirette komşu olmalarını göstermez’ dedim. Bu yanlış bilgi verme ve cahilce bir laftı. Mezarlık dünyadadır. Evet ahireti hatırlatır ama yine de dünyadır. Kimin kiminle ahirette komşu olacağı ise gidilip gelinmediği için ancak Kur’ani ve Nebevi kaynaklardan bilinebilir. Baştan sona evliya görüntüsü veren bu insanların İslam dinini böyle cahilce ve yanlış ifadelerle temsil etmesine müdahale etmek gerekir.
Bir başka yazı da camilerin kültür merkezi haline getirileceği muştulanıyor. Onlara bunun muştulanacak bir durum olmadığını, utanılacak bir durum olduğunu, cemevlerinin ibadethane olmak için verdiği mücadeleyi görmezden gelerek, ibadethaneyi kültür merkezi haline getirmenin nesini takdir ettiğini eleştirdim.
Hemen uyarılarımı sayfadan yok ettiler ve karşılaştığımızda da ‘bunları yüzyüze kendi aramızda konuşalım’ dediler.
Onlara, ‘siz yanlışı sundunuz, ben neden doğruyu sunmayacağım. Eleştirime  cevap verin. Okuyan benim eleştirimden, senin cevabından yeni şeyler öğrensinler’ dedim.
Bir başka arkadaş yanlış kullandığı kelimeleri yazdığımda, ‘bunu bana özel olarak söyleseydin daha iyi olurdu’ dedi. Halbuki o yanlışı yapan herkes o eleştiriden bir şeyler öğreneceklerdir.
İşte münekkid damarı olmayan bir sanat ve edebiyat, ya da düşünce hayatı son derece sağlıksız ve uydurmadır.