Bakmayın siz adının Karina olduğuna ve hatta göl dendiğine, mavi Ege’nin terk edilmiş birkaç Rum köyünün denize açılan kapısı aslında Karina. Biz de gece karanlığında arabamızı park edip uyuyacak güvenli bir yer ararken tesadüfen düştü yolumuz buraya. Çok şanslıydık çünkü Karina yolun sonuymuş, eğer yanlış insanların olduğu bir yere düşseydik şu an bu yazıyı yazamıyor olabilirdik.

Aydın Söke yolunda ilerlerken Priene-Didim yoluna sapıp zamanınız varsa Priene’yi de gezip "Adalet istiyorsan Priene'ye git " sözünün kaynağı tarihi kenti geçtikten sonra Doğanbey köyüne doğru saparsanız, Tuzburgazı’nı geçer geçmez bu muhteşem doğa harikasını görme şansını yakalarsınız.

Biz Priene’nin muhteşem sokaklarında gezerken zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Tam dönerken tepede gün batımının güzelliğine de kapılınca hava kararıverdi. Bizim yemek yememiz ve arabamızı çekip uyuyacak bir yer bulmamız lazımdı. Kıyıda balıkçılar olduğunu söylemişlerdi, gidip bulalım orayı dedik. Bize tarif edilen ilk balıkçıyı fazla ıssız !! bulup karanlıkta diğer balıkçıları bulmak için yola devam ettik.

Geri mi dönsek diye sonsuz karanlıkta ilerlerken birden ışıklı bir bina çıktı karşımıza. Bizi müşteri sanan iki görevli koştu hemen, ama burası bizim günlük harcamayı düşündüğümüz miktarın beş, altı katını bırakıp çıkacağımız bir yere benziyordu ve yemekten vaz geçip, sadece geceyi geçirmek için arabamızı park edeceğimiz güvenli bir yer aradığımızı söyledik. Yanımızdaki yiyecekler bizi idare ederdi nasılsa. Görevlilerden biri “Burası restoran, burada kalamazsınız ” derken, uzaktan bizi dinleyen, oranın sahibi olduğunu sonradan öğrendiğimiz, genç bir adam yanımıza gelerek “burası yolun sonu, ilerisi milli park ve jandarma, ama siz bu karanlıkta yola devam etmeyin, bizim 100 mt ilerideki yazlık yerimizin önüne park edip uyuyabilirsiniz” dedi.

Önce biraz tedirgindik ama bir anda oluşan karşılıklı güvenle peki dedik. Tam taş bir binanın önünde park etmiştik aracımızı ki, yanımıza gelip “Arabada yatmayın, burada boş bir odamız var, yazın eşim bebeği uyutmak için kullanıyordu.” dedi. Kabul etmek istemesek de ısrar etti, tuvalet ve banyoyu da kullanırsınız diye.

Sonra da bizi yemeğe davet etti. Birbirimize bakıp kazık yiyeceğiz diye düşünürken “biz bildiğiniz restaurantlardan değiliz, buyurun” dediği için hadi gidelim bari dedik. Hangi balığı yiyeceğimize karar vermeye uğraşırken de “siz içeceklere karar verin ben balık yaptırayım size” dedi ve gitti. Mezeleriyle, salatasıyla harika bir yemek yedik. Hesabı istediğimizde ise gözlerimize inanamadık. İçinde bir kağıt, üzerinde gönlünüzden ne koparsa yazılıydı.

Ne desek fayda etmedi, bize bugün yemek için ne bütçe ayırdıysanız onu verin dedi. Biz de mecburen öyle yaptık.

Karina da bir restaurant ve sahibi Hakan Bingöl. Gidin ve tanışın. Harikalar!!

Sadece arabamızı park edecek güvenli bir yer talep ettik, o bize artık unutulmuş bir misafirperverliğin burada hala yaşayan örneğini verdi.

Teşekkür ederiz Hakan Bey biz uyumaya giderken, sabah uyandığınızda göreceğiniz manzara sizi çok şaşırtacak demişti.

Gerçekten harika bir deneyim yaşadık. Sabah alacakaranlıkta uyanıp, sahilde günün doğuşunu seyrederken oturduğumuz yerin hemen dibindeki denizin, güneşin kızıllığı ufukda yükselirken, onun cazibesine kapılırcasına, sessizce bizden uzaklaşmasını şaşkın gözlerle izledik.

O kadar hızlı ve o kadar çok uzaklaştı ki, önceden denizin içinde olan kayıklar, şimdi nedeni belirsiz şekilde bir ip ve çapayla, sanki karada bir yerlere bağlı olarak karaya oturmuş bir şekilde kalakalmışlardı. Bunu bekleyen kediler alışkın bir şekilde hemen kumlarda kalmış balıkları ve yengeçleri aramaya çıktılar.

Geçtiği yerlere hayat veren, efsaneler yaratan, koyları göle, adaları tepeye çeviren Meandros’un(Büyük Menderes) binlerce yıldır taşıyarak yığdığı alüvyonlar pürüzsüz bir şekilde geride kalmış, biz de gezindik aslında birkaç dakika önce deniz olan kumların üstünde kediler gibi merakla. Burası yıllar öncesinde gümrük binası olarak kullanılan yerlerin, restaurant ve balıkçı barınağına dönüştürüldüğü bir tesis. Sit alanı olduğundan yeni yapılara izin verilmiyor, yalnızca eskileri onarıp kullanabiliyorlar.

Belediye önceleri elektrik getirmiş kurdeleler keserek açılış yapmış ama sonra "Doğal Sit alanı." olduğu akıllarına gelmiş ve elektrik direklerle gelemez, yer altından döşenmeli kablolar, deyip kesmiş elektriği, kabloları da toplayıp gitmiş. İyi mi? Peki balıkçıların balıkları nasıl bozulmadan korunacak ? Bu tesis nasıl hayatına devam edecek. Restaurant sahipleri de çözümü güneş enerjisi panelleri koymakta bulmuş. Bir kere masraf etmiş, artık hep ücretsiz elektrik kullanıyorlar. Milli park sınırları içindeki bir yer için gayet doğayla uyumlu ve zararsız bir sistem olmuş. Ama hemen dibindeki, milli parkla aralarında sınır oluşturan jandarma karakoluna böyle bir imkan sağlanmadığı için , birdenbire çalışmaya başlayan jenaratörün sesi sabahın sessizliğinde bizi yerimizden zıplattı.

Karina gölü soyları hızla tükenen tepeli pelikanların da kuluçka alanı, ama bununla da kalmıyor, aynı zamanda Türkiye sınırlarında yaşadığı bilinen 456 kuş türünden 256’sına da ev sahipliği yapan bir kuş cenneti. Dönüş yolumuzda üzerimizden geçen pembe bulutun bir flamingo sürüsü olduğunu geç farkettik, fotoğraflayamadık maalesef.

Biz Karina Gölü'nü arkamızda bırakıp, Doğanbey ya da eski adıyla Domatia’ya doğru yola düşerken güneş de yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlamıştı.

Ve Doğanbey köyü bizi başı dumanlı tepeleriyle karşıladı !

Doğanbey, Dilek Yarımadası Milli Parkı'nın kuzey tarafındaki başlangıç yeri. 1890 larda hastahane olarak yapılan, daha sonra okul ve karakol olarak da kullanılan bina şimdi ziyaretçi tanıtım merkezi olarak düzenlenmiş. İçinde yarımadanın büyük ve detaylı bir maketinin yanısıra, doldurulmuş kuş çeşitleri, bazı hayvanların kemikleri ve yarımada hakkında bilgiler bulabileceğiniz küçük ancak gerçekten görülmeye değer bir de müzesi var.

Domatia mübadeleden önce yaklaşık 300 kişinin yaşadığı bir Rum köyüymüş. Hastahanesi, kilisesi, okulu, kahvehanesi, meyhanesi olan hareketli bir yermiş. Mübadele ile boşaltılmış ve Selanik’den aynı şekilde getirilen Türkler de buraya yerleştirilmişler. Onlar da tarlalara uzak, inip çıkması zor diye köyü terk etmişler. Köy evleri zamanla bakımsızlıktan yıkılmış. Sonunda 2005 yılında köye imar izni çıkmış. Neyse ki izni verenler herşey aslına uygun onarılacak, eskiden neyse o olarak kullanılacak demeyi düşünmüşler de köy çirkin yapılaşmaya maruz kalmamış. İşte o günden sonra yıkılıp dökülen, kimsenin yüzüne bakmadığı evler değer kazanmaya başlamış. Şimdi sadece temelleri kalmış taş evleri bile almaya kalksanız el yakıyor.

Ağırlıklı olarak öğretim görevlileri tarafından alınıp, aslına uygun yaptırılıyor evler. Köy halkı o nedenle onlardan bahsederken “enteller” diyor !!

Ticarethaneler de aslına sadık kalınarak onarılabiliyormuş. Yani bakkal gene bakkal, meyhane hadi en fazla restaurant, kahvehane de cafe olabiliyor. Biz de eskiden köy kahvesi olan cafe de oturup bir çay içelim dedik.

Demir Bey bu cafenin sahibi, (Gece kaldığımız balıkçının da amca oğlu! ) babasının zamanında kahvehaneymiş bu bina, karşısında da yıkıntı bir yer var orası da Rum köyüyken meyhaneymiş, yakında restaurant açacakmış orada. Çok sevimli bir yer yapmışlar. Aslında yazın turizmci olan oğlu ve gelini işletiyorlarmış burayı, ama biz gittiğimizde yoklardı.

Köy artık kurumuş bir derenin iki kenarına kurulmuş. Restore edilen evler o kadar güzel ve çevre o kadar sakin ki, aklınızda 100 sene önce burada koşuşturup oyunlar oynayan çocuklar, camdan cama birbiriyle muhabbet eden güzel Rum kızları, iki büklüm belleriyle yokuşları tırmanmaya çalışan bastonlu ihtiyarlar, hayranlıkla etrafı seyrediyorsunuz. Hala yapılmamış yıkıntı halinde evler mübadele zamanlarını hatırlatıyor bize.

Tam bir “filler tepişir, çimenler ezilir.” durumu bu mübadele olayı. Bir tarafta bu güzellikleri, yaşanmışlıkları, evlerini, tarlalarını sadece ellerine alabildikleri birer valizle terk etmek zorunda bırakılmış bir halk, diğer tarafta evlerini, yaşantılarını aynı şartlarda bırakmış, ne iklimine, ne tarımına alışkın olmadıkları bu yerlere yerleşmek zorunda bırakılmış başka bir halk. Zorla getirildikleri bu yerleri sevememiş, gidip başka bir yerde kendilerine yeni bir köy kurmuşlar. Sokakları gezerken bütün bunlar aklımızdan geçiyor, kendimizi aynı durumda düşünüp hüzünleniyoruz.

Şimdi gezi yazılarının olmazsa olması sorulara geçelim;

Nerede kalınır? Doğanbey’de iki pansiyon var birinde kalabilirsiniz, ya da siz de bizim yaptığımız gibi rica edip karavanla kalır veya gecelik çadır kurabilirsiniz. Olmadı Didim’e geçip onlarca otelden birine takılabilirsiniz.

Ne yenir? Derseniz eğer, bu sorunun tek cevabı var balık. Ya da balık restoranlarında Ege’nin meşhur mezelerinin lezzetiyle karnınızı doyurabilirsiniz. O da olmazsa Doğanbey’de cafede birşeyler atıştırabilir ya da kendi yemeğinizi yanınıza alıp piknik yapabilirsiniz. Ama mangal yakmayın ne olur. Kuşları o dumanın içinde boğmayın.

Nerelere gidilir? Diyorsanız da Karina’dan sonra civardaki eski Rum köylerini gezebilir, o masalsı ortamların tadını çıkarabilirsiniz. Ya da Milet ve Priene antik kentlerini gezip, efsanelerin çağına yolculuk yapar, oradan İshak Bey Cami’sine geçip Selçuklu döneminin muhteşem mimarisine hayran kalabilirsiniz. Milet’den 22 km uzaklıktaki Didim’e geçip kendinizi serin sulara bırakabilirsiniz.