“Esrik karanlığın içinden yorgun kambur gözlerim, aydınlığı sırtlanmış geliyorum.”
Melda Zirek
Adı BEN. Diğer adı…
SEN.
SEN ve BEN. İki kişilik kocaman bir yalnızlık.
Zafer sarhoşu , aşk mahmuru,
Biriktirdiğimiz yalnızlıkları hoyratça harcayarak elde ettiğimiz kocaman bir aşk bizimkisi…
Harcarken gocunmadığımız yegâne şey…
Yalnızlık…
Adını anmak ve duymaktan çekindiğimiz
Lakin her defasında tam da ortasına düştüğümüz kara bir çukur.
Tılsımı nesilden nesile yayılan
Bizi her defasında es geçen
Büyülü bir ruyanın içinde olmamızı istemeyen
Kinayeli bir aşk…
Sen içindeyken beni dışarı fırlatan ,ben dışındayken seni içeri alan
Afili bir yalnızlık.
Sen ve ben…
Afili yalnızlığın tam ortasındaki koca BİZ…
Yel değirmenleriyle savaşan deliler kervanının başını çeken
Plastik bebeğiyle plastik topunu bir köşeye fırlatıp
Plastik bir aşk yaşayan suni sevgililer.
Adı tadı kokusu geniz yakan.
Kavuran.
İki kuytu beden
İki kuytu ruh
İki kuytu sevda.
Güz sancısı bizimkisi
Yan yana olmayı beceremeyen
En büyük korkusu kendi olan kara bir cehennem
Kavrulan
Har vurup
Harman savrulan
Elindeki yegâne şeyin yalnızlık olduğuna inanmak istemeyen
Plastik bir aşk.
*
Her insanın üzerinde belli belirsiz ince bir zar oluşur zamanla. Oysaki doğduğumuzda tamamen korunaksız, masum, ham bir bedenle dünyaya geliriz. Hiç farkına varmadan kendiliğinden oluşan bu zar, zamanla kalınlaşır, kabuk bağlar; kalkan halini alır.
Artık hayata karşı dirençli; kaygılarımızın, öfkelerimizin, sorunlarımızın üstesinden gelecek koca bir kalkanımız vardır.
Kalkanın ruhu çekilmiştir.
Sevgilerimizin geçirgenliği de azalır bu salt kalkanla. Minicik bir boşluktan girmeye çalışsa da bedenimiz dışarı atar, kusar sevgiyi. Bünyeye yabancıdır.
Kalkan zamanla bedenin her yerini kaplar, taşlaşır. Gökten uzattığı el karşılıksız kalınca Tanrı ikilemde kalır.
Zar taş olur, taş zarı deler; içimize akar doğruca yüreğimize gider. Onu usulca işlemeye, kemirmeye başlar. İçi tamamen boşaltılan taştan beden hayata hazırdır…
Domino taşı gibi istiflediğim yaşam modellerimin teker teker yıkılışına izleyici kalasım gelir bazen. İçimdeki kadının yıkılış anını görmemek için kapasam da gözlerimi, sesini duyarım. Usulca ağlayışını... Bakarım uzun uzun ardından. İçimdeki kadın, gözlerini dikmiştir uzağa, bilmediği en uzağa. Devamını göremez. Ufuk çizgisi ayırmıştır onu bildiklerinden. Bildikleriyle bilmedikleri çizginin sağ ve soluna yaslanmıştır. Bu çizgi kadının koludur. Kolları savrulur.
Susuz bir yosunum iri kayaya sıkışan. Havadan dalgalar çarptıkça köpürüyor kaygan bedenim. Bir iki sert dalga daha çarparsa kurtulurum belki beni ezen eriten kayadan.
Geceler olur, gündüzler homurdar yerine geçmek için. Bal kokulu sabahlar çöker kollarımın arasına. Ellerim kaygan, yorgun, tırtıklı… Bekliyor yalnız yaklaşan geceyi.
Engin ve derin sularda boğulan yosunum şimdi. Kollarım savrulmuş; bir bakıyorum tuzlu midyenin gövdesinde, bir bakıyorum denizkestanesinin iğneleri arasında…
Sevda Kaçsın Çayınıza