Yahudi asıllı filozof Karl Marks (1818-1863) ile ateist Friedrih Engels’in (1820-1895) kafa kafaya vererek hazırladıkları Komünist Manifestosu 21 Şubat 1848’de, Karl Marks’ın yazdığı Kapital isimli kitap,14 Eylül 1867 târihinde yayımlandı. 
İki kafadarın ortaya attığı düşünceler, Osmanlı Devleti’nde yaşayan Bulgar, Rum ve Ermeniler tarafından câzip bulundu ve Eylül 1910’da Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kurdular. Dönemin Osmanlı Sadrazamı Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesi üzerine parti yöneticileri tâkibata mâruz kalınca, faaliyetleri aksadı ve 1919’du kurulan Türkiye Sosyalist Fırkası ile birleşti. 
Sosyal Demokrat Fırkası Moskova’daki Ekim devriminden etkilenerek Aralık 1918’de İstanbul’da kuruldu, 1919’da kapatıldı.   
Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası, 22 Eylül 1919 târihinde Dr. Şefik Hüsnü (Deymer) tarafından kuruldu. Kurucular arasında Mustafa Suphi, Sadrettin Celal (Antel) gibi isimler vardı. ‘Aydınlık’ adı ile gazete çakırdılar. 1 Mayıs 1923 târihinde yayınladıkları bildiri sebebiyle partinin yönetici ve üyelerinden çok kişi tevkif edildi, hemen hepsi hapis cezâsına çarptırıldığından parti, faaliyetlerine son verdi. 
Türkiye Sosyalist Fırkası: Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın devamı olarak 20 Şubat 1919’da kuruldu, 1922’de kapatıldı. 
Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi: 20 Haziran 1946’da Dr. Sefik Hüsnü (Deymer) tarafından kuruldu. 16 Aralık 1946 târihinde İstanbul Sıkıyönetim Mahmekesi tarafından kapatıldı. 
Marks ve Engels adlı kafadarlar, işçilerin ayaklanıp iktidarı ele geçireceklerini iddia ediyorlardı. Bu iş için de sanayi ülkesi olan İngiltere veya Almanya’yı uygun görüyorlardı. Yanıldılar. İlk Komünist ihtilal, bir tarım ülkesi olan Rusya’da, Jülyen takvimine göre 25 Ekim 1917, Milâdî takvime göre 7 Kasım 1917 târihinde patlak verdi. 
İki kafadarın ortaya attığı Komünizm ideolojisini benimseyen ilk Türk Mustafa Suphi’dir. (1882-1921) Türkiye’de 10 Eylül 1920 târihinde Türkiye Komünist Fırkası (TKF), gizli teşkilat olarak kuruldu. TKF’nin resmî organı 7 Aralık 1920 târihinde kurulan Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, 20 Ocak 1921’de kapatıldı, kurucuları hapis cezâsına çarptırıldı. 
Komünist ideolojinin temelindeki çarpıklık, bu ideolojiye hizmet maksadıyla kurulan bütün partilerin yapısına da yansıdı ve hiçbiri ülke yönetiminde söz sâhibi olamadı. Ne var ki çarpık ideolojiye hizmeti gaye edinenler düşüncelerinden vazgeçmediler. 
27 Mayıs 1960 askerî darbesi ile Türkiye’de taşlar yerinden oymamıştı. Komünistler gemi azıya aldılar.  Özellikle 13 Kasım 1960’ta Millî Birlik Komitesi’nden 14 üye tasfiye edilince, orak-çekiçli kızıl bayraklarla meydanları istila ettiler, bâzı binalara bu paçavralar asıldı. Bu hareketler 1974 yılına kadar devam etti. 
DHKP/C, DEV-GENÇ, TİKKO, DEV-YOL, THKP, DEV-SOL ve daha onlarca sol terörist gruplar, önce üniversitelerde, sonra liselerde taşlı-sopalı, yetmedi silahlı eylemlere giriştiler. Kendilerine katılmayanları okula almadılar, dövdüler, öldürdüler. Mazlum ve mağdur gençler, teşkilatlanmak ihtiyacını hissettiler. 18 Mart 1966 târihinde; ‘Türk Milletine Gençlik Aşısı’ sloganı ve Eğitim ve Kültür Vakfı adı ile bir çatı altında toplandılar. Teşkilat, ‘Ülkü Ocakları’ adı ile tanındı. Kısa zaman içerisinde Türkiye’nin dört bir köşe bucağında binlerce şube açıldı. 
İZ BIRAKTILAR / ŞEHİT ERHAN CENGİZ isimli kitabın yazarı Oğuzhan Cengiz ve kardeşi Şehit Erhan Cengiz bu kuruluşa mensup idiler. Onlar ve dâvâ arkadaşları; Türk-İslam Ülküsü’nü gaye edinen, kalpleri vatan sevgisi ve millet aşkıyla dolu, Türk diline, inancına, târihine, töresine, hizmet etmeyi farz-ı ayın olarak kabul etmiş idealistlerdi. Hiçbir karşılık beklemeden akıllarını, bedenlerini vatan ve milletin varlığına, bütünlüğüne, selâmetine vakfettiler. Yalnız mensubu bulundukları Ülkü Ocaklarını değil, çeşitli sebeplerle tevkif edilip hapsedildikleri, ‘taş medrese’ veya ‘Yusufiye’ olarak andıkları hapishâneleri de fikir ve iman mutfağı olarak kabullendiler. Oralarda çilesini dolduranlar, ‘Hamdık, piştik Elhamdülillah’ diyerek yeniden mukaddes vazifelerine koştular. 
Mukaddes vazifelerini îfa ederken, nefs-i müdafaa sadedinde elini kana bulamak mecburiyetinde kalan ülkücülerin, idamdan önce dinî telkine gelen hocaları teselli etmek suretiyle gösterdikleri metânet, iman ve inanç… kelimelerle değil, ciltlerle kitapla bile ifâde edilemeyecek mûcize gibi destansı olaylardır. Onlar, idam olayını ‘nikâh’ olarak adlandırabilen, Mevlânâ ruhlu, Yunus gönüllü, Yusuf ahlaklı insanlardı.   
Oğuzhan Cengiz’in yazdığı kitap, böylesine mukaddes vazifenin ifası sırasında kızıl Komünistlerin kahpe kurşunlarına hedef olarak şahâdet şerbetini içen bir ülkü devinin, Erhan Cengiz’in hayatını ve o hayatın çevresinde yaşanan olayları, olayların kahramanlarını ve olayların çağrıştırdığı düşünceleri, gerçeklerden bir mikron ölçüsünde dahi ayrılmaksızın duygu yüklü ifâdelerle hikâye ediyor. Okuyucu şüphesiz görmeyecektir. Fakat satırlar arasında yazarın gözyaşlarını hissedecektir. 
Kitap, elbette bir şehidin hayat hikâyesinden ibâret değildir. Bir târihin kitabıdır. Bilindiği gibi târih kitapları, geçmişteki olayları anlatmanın ötesinde geleceği planlayan, yol ve istikamet haritasının hazırlanmasına temel teşkil eden bilgiler ihtiva eder. Geçmişin câhili olanlar, geleceğin körüdür. 
12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra Mamak mahkemelerinde ve oradan sevk edildikleri çilehânelerde ezilen, yok edilmeye çalışılan ülkücülerin bir kısmı istemeyerek, içleri kan ağlayarak kendilerini siyâsetten, mücâdeleden vatan müdafaasından tecrit ettiler. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra zâten çürük bir zemine oturtulan Komünizm ideolojisi de kâğıttan Kuleler gibi çökünce, kızılcıklar piyasadan çekilir gibi oldu. Onların yerine ortaya çıkarılan bölücü-ayrılıkçı PKK militanları meydanı boş buldular. Asker, polis, devlet memuru ve sivil halktan 30.000’den fazla insanımız şehit edildi. 
Târih, ders almak içindir. Ders alamayanlar için tekürrür eder. 
Târihi tekerrür ettirenlere Oğuzhan Cengiz, İZ BIRAKTILAR / ŞEHİT ERHAN CENGİZ isimli kitabıyla dersler veriyor. 
‘Bu memlekete komünizm gerekiyorsa ve komünizm yararlı bir şeyse onu da biz getiririz, size ne oluyor?’ Diyen gafil yöneticiler hep olagelmiştir. Kitap, bir yönüyle onları ‘uyandırmak’ gibi özel bir vazife îfa ediyor. 
Anlayana…  
Kitapta yer alan bölümlerin başlıkları bu derslerin görüleceği dershânelerin kapılarını açacak altın anahtardır. Birkaçı şöylece sıralanabilir: *Şehitlerimiz İçin *Ülkücü Hareket Olmasaydı Ne Olurdu? *Milliyetçilik… *Orhun Âbidelerinden *Divanü Lugati’t-Türk’te Türk *Üç Tarz-ı Siyâset’te Öne Çıkan Türkçülük *3 Mayıs 1944 Duruşmaları *Türkiye’de Komünist Faaliyetleri *Komando kampları *Eğer Kamplar Açık Kalsaydı… *Unutmak İhânettir *Dağlar Devriliyor *Her Şeyde Riya Olabilir Fakat Ölümde Asla *Kara Eylül… Ve diğerleri…
BİLGEOĞUZ YAYINLARI:                                                                                                                                                         Alemdar Mahallesi Molla Fenarî Sokağı Nu: 35/B Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212-527 33 65                                            Belgegeçer: 0.212-527 33 64  e-posta: [email protected]  www.bilgeoguz.com.tr 

OĞUZHAN CENGİZ
Yazar ve yayıncı Oğuzhan Cengiz, 19 Mayıs 1959 târihinde İstanbul’da doğdu. Ailesi Artvin'den göçtü, ilk ve orta öğrenimini İstanbul'da gördü. Üniversite yıllarında, 12 Eylül 1980 Darbesi öncesi, siyasî mücâdelelerde aktif olarak yer aldı; İstanbul Ülkü Ocakları Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu. 1978 yılında girdiği hapisten 1990'da çıktı. Sağmalcılar, Maltepe Askerî Cezaevi, Paşakapısı, Edirne, Malatya Sakarya'da hapis yattı. Hapisten çıkınca Sakarya'da Serdivan Anadolu Lisesi’nin kantinini işletti.
      1991'de İzmit-Gebze'de kullanılmış ev eşyaları ticareti yapan şirket kurdu. 1993'te büro mobilyaları işine girdi. 1998'de iflas etti. 1999'da Çin Halk Cumhuriyeti’ne iş gezisine çıktı. Çin'den havaî fişek ithaline başladı. İşini ortağına devrettikten sonra, 2002'de, gazeteci Arslan Tekin'le haftalık Türk Haber Gazetesi’ni çıkardı. 25. sayısından itibaren gazetenin genel yayın müdürlüğü' üstlendi. 56. sayıda gazete kapandıktan sonra Bilgeoğuz Yayınlarını kurdu. Bilgeoğuz Yayınları çatısı altında Fosil ve Bilgecan adlarıyla da kitaplar yayınlanlamaya başladı.
     Hapishane günlüklerini yayınladı, biyografik çalışmalar yaptı.
     Eserleri: Yanıkkale (Cezaevi günlükleri, 2001; ekli 7. Baskı  2005), Kapıaltı (Cezaevi günlükleri, 2004; ekli 13. baskı 2005), Sürgündeki Derviş (Özbekistan Erk Partisi lideri Muhammed Salih hakkında, 2005), Bir Yıldız Kaydı: 2005, Teşkilât Ercan Yavuz Selim Demirağ ile, 2006), Okul ve Aile Etkinlikleri Antolojisi (2008), Arşiv Belgelerinde Gün Sazak: 2008 Başkan Recep Haşatlı: 2009. Necdet Sevinç: 20010, Devlet Bahçeli: 2013, Ekmelettin İhsanoğlu: 2014, Metehan: 2016, Atilla: 2017, Timur: 2017, Cengiz Han: 2017. 

KUŞBAKIŞI:
Şifanın Dili: MÜZİKLE TERAPİ 
13,5 X 21 santim ölçülerinde, 144 sayfalık kitapla yazar Arzu Çalık, müziğin ruh ve beden sağlığı üzerindeki ektilerini anlatıyor. 
Müzik ve sağlık ilişkisi üzerine çalışmalar çok eski târihlerde başlamıştır. Günümüzde ‘müzik terapi’ adı altında ilmî bir boyut kazanmıştır. Konu ile alakadar olan ‘modern psikiyatri’ uzmanları geliştirdikleri metotlarla problemli kişileri topluma kazandırarak, gerçek hayatla bağlarını sağlıyorlar ve kuvvetlendiriyorlar.  
Müzikle terapi, çocukların da rûhen ve bedenen sağlıklı gelişmesinde önemli rol oynuyor.  
Mayıs 2017 yayınlanan kitap, belirtilen konularda geniş kapsamlı ve faydalı bilgiler sunuyor. 
MSN YAYINCILIK:                                                                                                                                       Hâkimiyeti Milliye Caddesi Nu: 58 Kat: 49-A Üsküdar/İstanbul Telefon: 0.216-495 90 58                                   Belgegeçer: 0.216 – 495 90 60  [email protected]   www.msnyayincilik.com  

KUŞBAKIŞI: 
JÖNTÜRKLER / 1908 İhtilalinin Doğuşu: 
Jöntürk devrine ve Jöntürk isyanlarına yol açan hâdiseler, merkezde olduğu kadar Balkanlar’da Araplar arasında ve İstanbul’dan hayli uzaktaki halk kitleleri üzerinde de tesirlerini hissettirmiştir.
Kitap batı milliyetçiliği düşüncesinin dünyanın diğer bölgelerine nasıl girdiğini ve yerleştiğini, milliyetçilik fikirlerinin bu uzak bölgelerde nasıl yeni politik müesseseler olarak şekillendiğini göstermektedir. Târihin tekerrürden ibâret olduğu yahut böyle bir eğilim taşıdığı örneklerle ispatlanmıştır.
Muhsin Önal Mengüşoğlu’nun Ernest E. Ramsaur’dan dilimize çevirdiği 13,5 X 21 ölçülerindeki kitap,  232 sayfadır.
PINAR YAYINLARI: 
Alemdar Mahallesi, Çatalçeşme Sokağı Nu: 27, Defne Han Oda: 15 Cağaloğlu, Fatih, İstanbul. Telefon: 0.212-520 98 90 Belgegeçer: 0.212-527 06 77  e-posta: [email protected]    www.pinaryayinlari.com   


SÂDECE YAPRAK DÖKTÜK:
Kitabın yazarı Belma Aksun, meslekten târihçi olmamansa rağmen fevkalâde üst seviyede üçlü bir târih şuuruna sâhip olan merhum ağabeyi Ziya Nur Aksun’un hayrü’l-halefi olduğunu, her satırda ayan-beyan ortaya koyuyor. 
Şu satırları yazan kâlemin sâhibine ancak derin bir saygı duyulur: 
ABD Asya'yı, Ortadoğu'yu hiç anlamamıştı da sanki Avrupa anlamış mıydı? Ne gezer? 
1833’te Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, askeri Kütahya önlerindeyken ‘Bundan sonra İstanbul'da Kavalalı Hânedânı mı göreceğiz?' diye soran bir Avusturyalı gazeteciye ‘Siz Batılılar biz Doğuluları anlamıyorsunuz. Ben bu kanaatte olsam, oğlum bana isyan eder. Biz bu kanaatte olsak, şu ahâli bizi çiğner. Oğlum İbrahim, Üsküdar'a giderse, Sultan’ın ayaklarına kapanacak ve Mısır'a dönmek için izin talep edecektir. Sultan etrafının tesiriyle yanlış hareket etmektedir; Bu da Allah'ın biz Müslümanlara bir takdiridir’ demişti. Nitekim Konya çatışmasında Osmanlı Sadrazam'ı Reşid Mehmed Paşa'yı esir eden oğlu Kavalalı İbrahim Paşa, O’na bir sadrazam gibi hürmet göstermiş ve İstanbul'a uğurlamıştı. Dahası, Sultana yazdığı mektupta Kütahya'da kışlamak için izin istemişti. Sadece ahâlinin değil devletin âsisinin gözünde bile devletin nüfuzu, tesiri böyleydi işte. (s: 33)
Bir başka Osmanlı değerlendirmesi:
İslam’ı baş tâcı eden Osmanlı, onun ezelî ve ebedî prensiplerine dayanan büyük bir devlet, çok ciddî bir sosyal düzen, âdil bir yönetim, mükemmel bir hukuk düzeni, çok kudretli bir  ordu, orijinal bir mimârî, yâni başlı başına bir medeniyet meydana getirmişti. Avrupalılar bu büyük kudrete karşı gelememişler ve küçük bir kıtaya sıkışıp kalmışlardı. 
Hak, kuvvete dayanmadıkça anlamsız kalırdı. Avrupa onun için işgal ettiği yerlerde duramamıştı. Rusya da öyle… Yabancı istilaları, tıpkı eski kervanların konup göçmesi gibi geçip gitmişti. Fakat hayli önemli dertler ve problemler bırakmışlardı. Oysa Osmanlı, hukuka bağlı ve âdil bir kuvvet olduğu için asırlarca kalmıştı. Bugün hâlâ hasreti çekiliyorsa, nizam ve intizam unsuru adâlet ve hak teyitçisi olduğu içindir. 
Biz, gittiğimiz her yere sulh, sükûn, huzur, adâlet ve nizam götürdük. Avrupa gittiği her yere medeniyet nâmıyla huzursuzluk, haset, nifak, sefahat ve fuhuş götürdü. Onların ‘hak’ dedikleri şey kuvvetten ibâretti.  Bizim kuvvetimiz ise dâima müeyyideli, daha doğru bir deyimle hukuka bağlı bir kuvvet olmuştu. Ne yapacağı, ne yapmayacağı belliydi. (s: 37, 38)
Hikâyenin kahramanı yaşlı ve bilge hanımefendinin (muhtemelen yazarın kendisinin), yaşadığı bir hâdise: 
Metrobüsle karşı yakaya geçiyordu. Camın kenarında ayakta duruyordu. Yanı başında da 17-18 yaşlarında bir genç kız… Giderken çantasından bir paket bisküvi çıkarmış, paketi açmış ve mahcup bir gülümsemeyle kendisine ikram etmişti. Teşekkür etmişti. Ama bu içten davranış çok hoşuna gitmiş, ‘Biliyor musunuz’ demişti, ‘dünyanın hemen hiçbir ülkesinde böyle bir olaya rastlayamazsınız. Sâdece bizim ülkemize has bir şey bu ve çok güzel.’ Doğruydu da… Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle yedi kat yabancıyla kimse bisküvisini paylaşmazdı… 
Sâdece bu hasletimiz, elimizdekini başkalarıyla böylesine içtenlikle paylaşabilmemiz bile şu bencil, şu kendinden, kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen pragmatist, maddeci, fırsat düşkünü dünyaya hâlâ öğretecek şeylerimiz olduğunun göstergesiydi. Mevlânâ’nın dediği gibi: 
Sanmasınlar yıkıldık, sanmasınlar çöktük;                                                                                                               Bir başka bahar için sâdece yaprak döktük. (s: 81)     
Diğer hikâyeler, günlük hayatta yaşanan sıradan hâdiselerle örgülü gibi görünse bile hissedebilen mesajlarla okuyucuya ferahlık veriyor: iyiye, güzele ve doğruya yönlendiriyor.
Ölümün güzel… Hayır, muhteşem bir târifi: 
Hangi tohum yere dikildi de bitmedi?                                                                                                                        Ne diye insan tohumundan şüphe ediyorsun? (s: 115)
Yeryüzünde söylenmedik söz kalmadığı iddia edilir. Doğrudur. O halde alaka çekmek için farklı bir şey söylemek mümkün değil. Bilinenleri farklı bir tarzda söyleyebilmek, tek tercih olarak kalıyor. ‘Herkes Bir Değil ki’ başlıklı hikâyede bu tercih, başarılı bir şekilde kullanılıyor. (s: 116-122)
Hikâyelerin çoğundu yaşlı insanların, düşünce ve hayal ufkunda yaptığı gezintiler var. ‘Geçmiş zaman olur ki hayâli cihan değer’ düşüncesi ağırlıkta ise de günümüzün güzellikleri, teşvik maksadıyla gözler önüne seriliyor. Hedef belli: İyiye, doğruya ve güzele… Ve dâima… 
ÖTÜKEN NEŞRİYAT A. Ş.                                                                                                                                                    İstiklal Caddesi, Ankara Han Nu: 63/3 Beyoğlu 34433 İstanbul Telefon: 0.212- 251 03 50                                                  Belgegeçer: 0.212-251 00 12 e-Posta: [email protected]  www.otuken.com.tr  

KISA KISA… KISA KISA… 

1-MÜSLÜMAN KADININ AİLE VE TOPLUMDAKİ YERİ: Behiy Huliy / Özgü Yayınları.
2-NEFSİNİ BİLEN RABB'İNİ BİLİR: Kubilay Aktaş / Selis Kitaplar.
3-CENNET YOLLARI: Prof. Dr. Mehmed Zahid Kotku / Server Yayınları.
4-ATATÜRKÇÜLÜĞÜN KEMALİZME İHANETİ: Bora Demirci / Siyah Beyaz Yayınları.
5-DERİN FEDAİLER: Hakan Akpınar / Kamer Yayınları.