Evrendeki her canlının ve nesnenin doldurduğu bir boşluk ve bıraktığı bir mesaj vardır. Kimi izler asırlar ötesine ulaşabilirken, bazıları toz bulutu gibidirler. Gelen ilk rüzgârla silinir giderler. İyi veya kötü kalıcı veyahut geçici iz bırakmak, bizim kişiliğimizin ve karakterimizin göstergesidir.
Doğan her canlı mutlaka ölümü tadacaktır. Tek başımıza bu dünyaya gözlerimizi açarken, son yolculuğumuza da yalnız yürüyeceğiz. Adına yaşam dediğimiz sürenin sonunda, şu gök kubbede tatlı bir seda bırakmaktır, olmalıdır gaye. Yoksa çıktığımız son yolculukta, ebediyen yakamızı ve vicdanımızı bırakmayacak olan pişmanlık yükümüzü omuzlarımızda taşımak zorunda kalmamalıyız.
Tanrıya ve ahirete inancı olan herkes mutlaka buna dikkat ederek yaşamak zorundadır. Kötülük ve zulüm yapmak kolaydır. Zor olan “iyi olmak değil, adam olarak kalmaktır” Allah’ın rızasını kazanmaktır. Maalesef dinimizi bile öğretirken, cennet ve cehennem ile ya korkutuyor, yâda cennetle mükâfatlandırmak suretiyle saf belirlemeye çalışıyoruz. Mükâfat beklentisi pazarlık konusu işlenmektedir. Korku ve mükâfatla yapılan ibadetler, buna göre yaşam tarzımızı şekillendirmek ne kadar realist bir yaklaşımdır. 
Muhakkakki bu dünyaya geliş sebebimiz belli bir plan çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bir hikmeti vardır. Bu gayeyi okuyabilmek bunun bilinciyle hareket etmemiz istenirken, kimine göre uzun, bazılarına göre kısa fakat belirli bir zaman dilimi içerisinde geçecek olan yolculuğumuz boyunca, yol boyunca çeşitli tuzaklar vardır. Tanrının insanoğluna verdiği duygular kin, nefret, kıskançlık, sevgi, aşk, hoşgörü, inanç, kibir gibi zıt duygularımız kurulan tuzaklara ya düşmemize veyahut basmamamızı sağlamaktadır. 
Burada bizim hangi duygularımızı beslediğimiz veya hangilerine yenildiğimizle bağlantılıdır. Tanrı bizleri sınava tabi tutarken, elde edeceğimiz neticenin zevkine varabilmek, kendi kazancımız olan mükâfatı bize sunarken adına özgür irade denen hareket serbestliği vermiştir. Yaşam biçimimize müdahale etmemektedir. (yalnızca rehber veya kullanma klavuzu’da diyebileceğimiz kitabını göndermiştir.) Seçim özgür irademizle işlemektedir. Allah bizleri çeşitli imtihanlardan geçirir. Dünya malı ve makamları kimilerinin gözlerini kamaştıracaktır. Kaybetmemek adına, zulme, sapık yollara veya riyaya başvuracaktır. 
Kısaca, kimimizi mal mülkle, bazılarımızı ise yoksulluk veyahut makam, şan, şöhretle, hastalık, uzuv eksikliği gibi birçok sınava tabi tutmaktadır. Hiçbir etki altında kalmadan zorluklardan şan,şöhretten, makamdan, mevkiden etkilenmeden adam olarak hayatlarını sonlandırabilenler kazananlardır. 
Ne kadar ömrümüz olursa olsun, son nefeste mutlaka herkes söylediği tek bir söz vardır. Hayat ne çabuk geçti. Aslında yılların bir önemi yoktur. Yaşadığınız süre ne kadar uzun olursa olsun, adına yaşam dediğimiz süreç bir anlıktır. 
Eğer yaptıklarımızın bir sonucu olamayacaksa iyi veya kötü olmak anlamsızlaşacaktır.
Hayatını komünizme adamış, ülkesini demir yumrukla yönetmiş, ölümüngeleceğini unutmuş, zulüm ve mal, mülk, makam ve mevkisini ve gücünü korumak için kuvvete başvurmaktan çekinmemiş bir diktatörün son sözleri ne kadar düşündürücüdür.
Evet, Tito’nun ölümünden kısa süre önce itirafıdır.
Ömrünün 50 yıllık bölümünü komünist ideolojiye harcayan “Türkiye komünist talebe teşkilatı başkanı” (Salih Gökkaya) sıfatıyla anılan ömrünün son günlerinde İslam’la müşerref olan, yaşlılığında Yugoslavya devlet başkanı Tito’yu ziyaretinde Tito’nun şu sözleri son pişmanlığın itirafıdır aslında.
Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito’yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar lide­rin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:
Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece kor­kunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; öl­mek, yok olmak... Toprağa karışmak ve dönmemek üzere gi­diş... İşte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç bir şey anlamıyor musunuz?
Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyo­rum:
Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükâfatyoksa benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir ses­leri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım;
Ben Allah’a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kâinatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...
Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulüm­ler, şu anda boğazıma düğümlenmiş bir vaziyette...
Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi...
Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemi­yoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin!
Evet son itiraflardır bunlar Tito’nun.
Herkese farkındalıklı bir yaşam dileklerimle.