Şimdiki çocuklar ve gençler aynı heyecanı duyuyorlar mı bilmiyorum ama, biz çocukluğumuzda ve gençliğimizde milli bayramlarda bambaşka bir heyecan duyardık. Her yerleşim biriminde öğrenciler okul flamalarının ardında dizilirler, yürüyüş kolunda şehrin meydanında toplanırlar, geçit resmiyle bayramın tadını çıkarırlardı.

Büyük şehirlerdeki milli bayram kutlamaları daha da görkemli olurdu. Sadece sivil öğrenciler değil, askeri öğrenciler, harp okulu ve özel kıyafetli tören kıtası, tanklar, askeri araçlar, gökyüzünde savaş uçakları birer gurur âbidesi gibi vali ve diğer resmi protokolün önünden geçer, biz de albayrakların gölgesinde bu manzarayı zevkle, gururla, coşkuyla izlerdik.

30 Ağustos okulların tatil olduğu zamana denk geldiği için öğrenci katılımı açısından biraz zayıf geçerdi ama, Zafer Bayramımız olması hasebiyle askeri açıdan tüm varlığımızın sergilendiği, halkımıza umut ve güven veren bir gösteriye dönüşürdü.

Kutlama törenlerinin bu kadar ilgi görmesi ve sevilmesi, elbette halkın, öğrencilerin özellikle de çocukların bu tür gösterileri ancak bayramdan bayrama izleyebilmesinden kaynaklanıyordu. Şimdi öyle mi ya? Televizyonlar hemen her şeyi canlı canlı evimizin içine kadar getiriyorlar. O yüzden bu tür kutlamaları yerinde görmek için ayrıca bir merak duymuyoruz.

30 Ağustos Kurtuluş savaşı mücadelemizin zaferle sonuçlandığı gün. Birinci Dünya savaşının ardından yurdumuzun hemen her yeri düşmanlar tarafından işgal edilmiş ve istilacı devletler tarafından bölüşülmüştü. Bize sadece iç Anadolu bölgesinde avuç içi kadar bir yer bırakılmıştı. Önünde sonunda onun da elimizden alınıp haritadan silineceğimizi düşünüyorlardı besbelli.

Ama umdukları gibi olmadı. Mustafa Kemal’in öncülüğünde küllerinden tekrar doğan Türk milleti, yokluk ve yoksulluk çemberini kırarak destan yazdı ve genci yaşlısı, çoluğu çocuğu, kadını erkeğiyle istiklâl mücadelesi vererek yurdu düşmanlardan temizledi ve yepyeni bir cumhuriyet kurarak adını dünya devletlerinin yanına yazdırdı.

Türkler’in Anadolu’ya ilk ayak bastıkları 26 Ağustos 1071 Malazgirt Zaferi’yle aynı tarihe denk gelen  26 Ağustos 1920’de başlayan Büyük Taarruz, 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin kazanılmasıyla zafere giden yolu aralamış oldu. Yeni nesillerin hiç unutmaması gereken bu tarih, 1924’ten beri Zafer Bayramı olarak kutlanıyor.

Bu yıl Kurban Bayramı da hemen 30 Ağustos’un peşine takıldı. 31 Ağustos arefe, 1 Eylül de Kurban Bayramı. İki tatil arasında kalan yarım günlük mesailerin yapılmamasını zaten daha önce otomatiğe bağlamıştık. Bu sefer 30 Ağustos’tan önceki pazartesi ve salının da hafta sonuyla birleştirilerek bayram tatilinin 11 güne çıkarılması gündeme geldi.

Turizm sezonunun çeşitli dış olaylar sebebiyle pek de iyi geçmediğini düşünen hükümet, halkın bu isteğine olumlu cevap verdi ve tatil uzadı. Evet, normal izinlerinin dışında insanların büyük bir kısmı izin sürelerine fazladan 11 gün daha eklemiş oldular. Ne Zafer Bayramı, ne Kurban Bayramı umurunda kimsenin. Herkes sadece uzayan tatilin sevincini yaşıyor.

Evet önemli bir milli bayramımızla önemli bir dini bayramımızı birlikte kutluyoruz bu yıl. “İki bayram arası nikâh kıyılmaz” diye uydurulmuş bir özdeyişimiz var. Peki iki bayram arası bir takım dertlerimizden problemlerimizden bahsedilebilir mi? Yoksa böyle bir ortamda can sıkıcı konulara girmesek daha mı iyi olur?

Elbette sevinçlerin doruğa çıktığı bayram günlerinde iç karartıcı şeylerden bahsetmek istemeyiz. Ama bayramları kutlarken, hem onları hangi şartlarda elde edebildiğimizin farkında olmalıyız, hem de geleceğe yönelik bayramlarımızın devam edebilmesi için neler yapmamız gerektiğinin bilincini taşımalıyız. Bazı şeyleri bizim görmezden gelmemiz onların olmasını önlemez.

15 Temmuz sürecinden beri Türkiye tam bir kıskacın arasında. Bir taraftan darbe teşebbüsünün nasıl ve kimler tarafından organize edildiğine ilişkiler şüpheler tam olarak açığa kavuşturulamazken bir taraftan o günden beri dış baskılar artarak devam ediyor.

Şu anda yargı aşamasında olan bir konuda fikir yürütmek doğru değil. Ancak devletin içine sızmaya çalışan paralel yapının nerelere kadar ulaşabildiği, hangi birimlerde henüz tespit edilememiş ne kadar paralel görüş sahibi olduğu gibi sorular hep cevapsız kalıyor.

Öte yandan dış dünyanın sanki bir anlamda desteklediği bu teşebbüs, ülkemize yönelik çok yönlü bir şer ittifakının belirtisi gibi. Uluslararası dengelerin ve stratejilerin 2x2 dört eder şeklinde kesin belirtileri ve sonuçları olmadığı için, her an uyanık olmaktan ve her alanda kendimizi iyi ifade edip doğru savunmaktan başka çaremiz yok.

Olayların içerideki yansımaları da net bir görüntü vermiyor. Böylesine ciddi ve önemli bir konuda ana muhalefet partisinin takındığı tavır da bir garip. Kanunlar suç işleyenlere ceza vermek için vardır. Suç ve ceza, eğer bir ülkede kişiden kişiye değişirse orada adaletten söz edilemez. Gazeteci veya politikacı olmak, işlenen suçlardan ceza görmeye engel bir durum teşkil etmeli diyemiyorsak, ortada bir suç olmadığını mı iddia etmeliyiz? Adalet pankartı açıp Ankara’dan İstanbul’a yürümek kanunda suç olarak ifade edilen fiilleri suç olmaktan çıkarır mı, sakin kafayla bunları düşünmemiz lâzım.

Adalet yürüyüşünden beklenen tepkiyi elde edemediğini düşünen muhalefet, şimdi Çanakkale’de yeni etkinlikler yapma peşinde. Kılıçdaroğlu ülkenin Batısında Adalet Kurultayı toplarken, Cumhurbaşkanı da ülkenin doğusunda Malazgirt’te Türkiye’nin ayağa kalktığını söylüyor.

Kafalar oldukça karışık. Eğer hiç irdelemeden birinin peşine takılıp giderseniz korkulacak pek bir şey yok ama, biraz düşünüp olup biteni muhakemeye etmeye kalkarsanız işimiz gerçekten zor. Gerçi atalarımız hep zor işleri başararak bizim bugünlere gelmemize vesile olmuşlar.

26 Ağustos 1071’de Anadolu’nun kapısını Türkler’e açan Alpaslan’ın işi de kolay değildi, 26 Ağustos 1920’de Anadolu’yu düşmandan temizlemek için canla başla çalışan Mustafa Kemal’in işi de kolay değildi. Biz böyle zor işlere pek alışkın değiliz işte… Dinlenmek eğlenmek, tatil yapmak bizim daha çok hoşumuza gidiyor. Oysa çalışmadan kazanmak mümkün değil. 

Öyle görünüyor ki etrafımızda şu anda bizim dingin bir halde korkusuzca, çekincesizce hayatın tadını çıkarmamıza engel olmak isteyenler, bizi sürekli bir tedirginlik içinde olmaya mahkûm etmek isteyenler var. Ufak tefek rötuşlarla eksiklerimizi gidermek, yanlışlarımızı düzeltmek gibi bir yola başvurmak yerine, bizim hep sil baştan yeni oluşumlarla yeni maceraların içine girmemizi istiyorlar.

Yeri geldiğinde cumhuriyetin kurucusu olduğunu söyleyebilecek kadar iddialı olan muhalefet partimiz,  kendi partisi içinde bile liderlik imkânı bulamamış bir hanımefendiyi, belki iktidarın gücünü bölmeye yardımı olur diye desteklemeye yönelik bir siyaset yapabiliyor. Bu kısır döngü içinde gelecekte bizi nelerin beklediğini kestirebilmek gerçekten zor.

O yüzden bizler her işimizi Allah’a havale ediyoruz. Kendi beceriksizliğimizin vekili yüce yaratıcı olsun istiyoruz. Dinci miyiz, kolaycı mıyız, kaytarıcı mıyız, saf mıyız, kurnaz mıyız belli değil… 

Türkiye’nin sosyal hayatını bilimsel tahminlerle çözmek gerçekten çok zor. Bizde kurallara uymayan, hep bir şekilde istisnalardan ve sürprizlerden beslenen bir damar var. Belki de bizi ayakta tutan bu güçtür kim bilir?

Gelecekte bayramlarımızı daha bilinçli şekilde kutlamak, tatille bayram ayırımını iyi yapmak ve hak ettiğimiz yerlere gelmemizi sağlayacak güzel günlere ulaşmak temennisiyle, bütün okuyucularımızın ve Basın camiasının her iki bayramını kutluyor, sağlıklı, huzurlu, mutlu tatiller diliyorum.