Yeni-Kapu adıyla alâkalı bir de çok şık ve enteresan bir yakıştırma var. Gerçi bir çoğumuzun muhtelif kaynaklardan istifade ederek öğrenip bildiği bir yakıştırmadır. Yakıştırma diyorum, zira mevzubahis hikâyeye uyum sağlayabilecek bir Padişah seçilememiştir. 
Zira hikayenin kahramanı olarak seçilmiş olan Sultan IV.Murad Hân (1611-1640) yılları arası yaşamıştır ki; bu değerli Padişah’ın yaşadığı devirde, ne deniz sahili doldurulmuş ve ne de adı geçen semt hayata geçirilmişti. O dönemde mevcut olan sadece “Vlânga Büyük Limanı” idi. 
Bu nasıl ve kimler tarafından düşünülüp yazılmıştır?... Bu hususta herhangi bir bilgimiz yoktur? Ancak her şeye rağmen gayet zarif ve nefis bir yakıştırma olduğundan aynen geçiyoruz: 
Sultan IV.Murad Hân, yaz mevsiminin nefis bir sabahı; Marmara Denizi’nin, insanın ciğerlerindeki havayı temizleyen iyotlu suların insanı tazeleyen kokusunu teneffüs etmek arzusunu duyar ve böylece Vezirini de yanına alarak, tebdil-i kıyafet, Marmara’nın serin sularında bir sandal sefası sürebilmek maksadıyla çift kürekli gayet lüks bir Tüccar mesiresiyle denize açılır ve İstanbul’un doyulmaz manzarasını temaşa etmeye koyulur ki, böylece hiç farkına varmadan Kadı-Köy sahiline ulaştığında kıyıya çıkmayı arzu eder ve bir de bakar ki; ak sakallı, yanakları pembe, pembe ve fakat hayli yaşlı bir sevimli ihtiyar görür; ihtiyarcık, yere büyükçe bir mendil sermiş, durmadan aşık atmakta... Padişah merakla Vezir’ine sorar: “Bu ihtiyarcık ne ider?...” Vezir cevaplar: “Her aşık atım, istikbal okur Efendimiz.” Merakla ihtiyarın yanına sokulan Padişah, selâm verdikten sonra: “Ne idersin Baba?” deyince. İhtiyar: “Aşık atar, İstikbal okurum Beğim.” diyerek, Padişah’ın sorusunu cevaplar. Bunun üzerine Padişah gayet zor bir soru sorar: “Bil bakalım ben kimim?” der. Aşık Dede, aşık attıktan sonra: “Biz aciz kullarınıza şerefler bahşettiniz Sultanım!” diyerek ayağı kalkıp, hürmet ve saygı ile Padişah’ını selamlar. 
Bunun üzerine Padişah daha zor bir soru sorar: 
“Bil bakalım ben saray’ıma hangi kapu’dan döneceğim?...” 
İstikbâl okuyan Aşık Dede, tekrar aşık attıktan sonra; küçük bir kâğıt üzerine bir şeyler karaladıktan sonra, kağıdı katlayıp Sultan’ına verdikten sonra: “Lütfen kapu’dan girdikten sonra açınız Efendimiz.” der. 
Mevzubahis kağıdı katlanmış şekilde göğsüne sokarak, Aşık Dede ile vedalaştıktan sonra, tekrar çift kürekli, Tüccar teknesine binerek, Kadık-Köy sahilinden yavaş, yavaş uzaklaşarak, “Çatladı-Kapu” istikametinde adeta süzülen tekneden; Marmara-Denizi’nin emsalsiz sahil şeridinin güzelliğini; Hz.Allah’ın bahşettiği emsalsiz güzelliği, tarifi imkânsız bir zevkle temaşa etmeye koyulmuştu ki, çift kürekli Tüccar teknesi, Marmara’nın mavi sularında süzüle, süzele Kum-Kapu sahilini geçerek, Yeni-Kapu açıklarına gelindiğinde, bu pek zarif sahil parçasını gördüğünde, adeta hayran kalan IV.Murad Hân, kıyıya yanaşılmasını irade buyurunca, derhal kıyıya yanaştırılan tekneden sur nöbetçilerine seslenen vezir: “Bre yoldaşlar! Padişah’ımız IV.Murad Hân irade buyurmuşlardır: “Sur dibinde derhal bir gedik açıla!” 
Derhal harekete geçen lağımcılar, bir insanın geçebileceği genişlikte bir gedik açınca; Sultan ve Vezir açılan gedikten merakla içeri girince, son derece tertipli bir sahil semtine girdiklerinde adeta hayran kalmışlar ve Padişah, hayretlerini gizlemeden: “Burası ne kadar muhteşemmiş!..” demekten kendini alamamış!... 
Vezir ise: “Sultanım! Aşıkçı Dede’nin sunduğu kâğıdı mübarek göğsünüzden çıkarın da ne kelam yazmış görelim?” deyince, mezkûr kâğıdı adeta unutmuş olan IV.Murad Hân, kâğıdı derhal çıkarıp açmış ve hayretleri içinde şu sözcüğü okumuş ve Padişah’da, Vezir de adeta hayretler içinde kalmışlar?.. 
(-: YENİ KAPUNUZ MÜBAREK OLSUN PADİŞAHIM!) 
İki kısımdan oluşan “Yeni-Kapu” bölümde gözlerden uzak tutulan bir tarihi gerçeği, özetle de olsa yeni nesillerimize naçiz bir armağan olması dileğiyle kaleme alabildim ve çok şükür, dileğimde muvaffak olabildim. Çok şükür diyorum zira, tarihi gerçekler hakkında yeni nesillerimize bir nebze olsun bilgi aktarabilmek; gençlerimizin istikbale sağlam bilgiler sayesinde, sağlam adımlar atabilmesi, yarınlarımızdan emin olabilmemizin başlıca çaresidir. 
Düşünün! Adalet ve hak, hukuk aşığı bir Padişah olan Sultan III.Mustafa Hân, 1760’larda , mağdur duruma düşürülmüş: “Kara-Gümrük ve Edirne-Kapu” Ermeni kulları için, “Büyük Vlânga Limanı” sahil şeridini doldurtarak, yoktan var olan bir sahil semti meydana getirtmiş ve mezkûr Ermeni mağdurzede Ermeni kullarını bu mahale yerleştirmekle, tebaası arasında herhangi bir sebeple tefrik yapmadan eşit muamele görmesi ile, “Türk kalbi’nin” manevi açıdan ne derece oumlu zenginliklerle dopdolu olduğunu alenen gösterebilmiştir. 
Tebaası arasında tefrik yapmadan adalet sunan bir Hükümdar nasıl olurun en açık misalini bütün Cihana göstermiştir. 
Böylesi bir Padişah’ın; ne tarihe mal olmuş emsalsiz adalet severliğini, hiç mi hiç kale almadan, doğrudan mezkûr limanın kazılarına geçen ve de yeni, yeni medeniyetler hakkında bilgi edinildiğini çarşaf, çarşaf yazılarla, kamuya duyurmaya çalışanların, niçin böyle davrandıklarını uzun, uzun düşünmeye hiç mi hiç gerek yoktur. Çünkü, şapka düşmüş ve de kel görünmüştür. Zira; Osmanlı’nın Ermeni tebaasına nasıl değer verdiği alenen görülmektedir. Halbuki; Ermenilerin “Türk düşmanı”, “Türk’ü sırtından hançerleyen; ebedi ve ezeli düşman” olarak bellenmesi lazımdır. Dolayısıyla; “Türk, Ermeni münasebetleri” hakkındaki kayıtlarda, hiçbir olumlu taraf olmamalıdır ki, Türk ile Ermeni her daim düşman olarak kalabilsin! 
Günümüzde bu iğrenç fikir yapısını “1 Eylül 2014 Pazartesi” kendilerine adeta vazife adetmiş olan bazı yazarlar, hemen her fırsatta, Ermenileri kötülemekten geri kalmamakta, bir takım ferdi ilavelerle, en hayasız ve de vicdansız şekilde hareket etmekten geri kalmamaktadırlar... 
Bilindiği gibi, Osmanlı-İmparatorluğu, aynı hakimiyeti paylaşan muhtelif halkların bir bütün teşkil etmesiyle hayat bulmuştur. Buna rağmen sadece bir kavimi ele almak ve İmparatorluğun hemen her hakkını, sadece Türk Kavmine yakıştırmak, yanlışların ve hataların en büyüğü demektir. Nitekim, günümüzde bunun pek acı verici sancısını çekmekteyiz... 
Demem odur ki, “Türk adı” hiçbir surette meşru gösterilerek tekelleştirilemez ve zaten adil görüş açısından buna imkân yoktur! Zira, Türkiye Cumhuriyeti Topraklarında yaşayan hemen her fert, hangi kavmin mensubu olursa olsun “Türk sayılmalıdır”. Zira, Türkiyeli olduğuna göre Türk’tür! 
Binaenaleyh, “Yeni-Kapu” adı da, aynı yanlış zihniyetin mahsulü olarak, hatalı değerlendirilmektedir. Çünkü, “Yeni-Kapu” adı bir bölgenin değil, bir semtin adıdır. 
Mesela; Denizin sahil boyu doldurularak, muazzam bir sahil meydanı sağlanması muhakkak ki, sevindirici bir vak’adır. Ancak; Yeni-Kapu ile Samatya-Kapu arasıda kalan bu dolma meydanın bulunduğu mahal Davut-Paşa’dır, Yeni-Kapu değil. Bizden hatırlatması!.. 
Yeni-Kapu’nun ilk sakinlerini önceki sahifelerde yazmıştım. Sonrakiler ise; “Türk, Ermeni, Rum ve Bulgar” topluluklardan oluşmuştur ki, bu dönemin Yeni-Kapu’su, çok renkliliğin tadını çıkarırken, bazı açılardan da Azınlık teşkil eden “Gayr-ı Müslim” cenahı üzmekte ve üzüntülerini kalplerine gömerek, ellerinden geldiğince, hayatlarını mutlu geçirmeye çalışmaktaydılar... 
Yeni-Kapu’daki Türk arkadaşlarımız bizlere karşı pek samimi değillerdi. Zira, bizler onlarca “Türk Milletini sırtından vurmuş” ve öz vatanına ihanet etmiş kavimlerin çocukları idik. 
Pazar günleri, sabah ayinine yetişebilmek için, çabucak giyinir ve Kilisenin yolunu tutardık. Ne var ki, Kilise’ye gidişimiz pek kolay olmazdı. Zira, Müslüman çocukları yolumuzu bekler ve bizleri hırpalamak isterlerdi. Bu sebeple daha ziyade sahil kayalarının üzerinden atlayarak Kilise’ye gitmeye çalışır ve böylece, hayli heyecan çekerdik.... 
Bunun başlıca sebebi; aile büyüklerimizin bizleri uyarması ve sakın ha Türk çocuklarıyla dövüşmeyin, kavgadan kaçının. Aksi taktirde onların büyükleri de devreye girer ve böylece aileler arası küskünlükler baş gösterebilirdi... 
Nitekim, böylesi sebeplerle hayli içimize kapanık yaşar, kimseye bulaşmamak için elimizden geldiğince böylesi nahoş hadiselerden uzak kalmaya çalışırdık. 
Türk çocukları içinde “Nuri” isminde bir çocuk vardı ki, bilhassa Ermeni çocuklarını sevmez ve onları düşman görürdü. Siz ona bakın ki, yıllar sonra Nuri’yi “Adana-Askeri Hastanesinde” görmem nasip oldu. Mevzubahis Hastanede “Sıhhiyye Başgediklisi” olarak görev yapmaktaydı. Ben ise, rahatsızlığımdan dolayı mezkûr hastaneye gelmiş bir Deniz Neferi “Bahriyeli” idim. Birbirimizi görünce adeta dünyalar bizim oldu, sevinçle kucaklaştık. Her ikimizin de gözleri yaşarmıştı ama sevinçten ve de bu normaldi, zira ikimizde bir nevi gurbette sayılırdık. 
Nuri kardeşimin şu sözlerini asla unutmadım ve ömür boyu da unutmama imkân yoktur: 
(-: Levon ne acı değil mi!... Bazı beyinsiz politikacıların kurbanı olarak tüm çocukluğumuzu zehir etmişiz!... Ne Türk’ü, ne Ermeni’si; buyur ikimiz de mukaddes Ordumuzun birer hizmetkârı olarak şu an her ikimiz de mukaddes Türk Ocağında aynı havayı teneffüs etmekte, aynı duyguları paylaşmaktayız!.. Lânet olsun bizlerin çocukluklarını zehir edenler!”
Düşünüyorum da; acaba şu an Nuri kardeşim ne yapmakta? Hz.Allah onu her daim mutlu kılsın; dünyada mutluluk, ahirette cennete layık görülsün! 
Saygıdeğer okuyucularım, yeni bölümde buluşabilmek umudu ile, cümlenize hayırlı yarınlar diliyorum efendim. Saygılarımla. 
<devam edecek>
Not: Yazıdan herhangi bir pasaj alınması halinde gazetemize müracaat edilmesi gerekmektedir.