Yedi tepeden bakardık İstanbul’a çocukluğumuzda,

Her tepenin üstünden bambaşka bir görüntü, 

Bambaşka bir sihir yerleşirdi anılara…

Boğazın iki yakasına takılırdı gözlerimiz,

İlkbaharda; 

Her yanı rengârenk mimoza…

Ne bir kule, 

Ne de bir gökdelen! 

Sadece kız kulesi, 

Bir tarafta Dolmabahçe’nin muhteşemliği, 

Diğer yanda,

Topkapı Sarayının güzelliği, 

Eşi benzeri olamayan

Sultanahmet’le, Ayasofya…

O muhteşem görüntülerle sarmalanırdı,

Tarihi yarımada…

Tabii ki, gelişecekti ülkemiz, 

Tabii ki, modernleşecekti her köşesiyle şehirlerimiz. 

Yaşamsal tercihleriyle, 

Düşünce yapısıyla, 

Dünya görüşleriyle,

Gelişecekti, değişecekti toplumsal yapımız. 

Modernleşmeyi, 

Gelişen ülkeler seviyesini yakalamayı hedefleyen Türkiye; 

50’li, 60’lı, 70’li, 80’li, 90’lı yıllarda olduğu gibi kalmayacaktı. 

Değişecekti tabii ki! 

Ama böyle mi oldu?

Kendi öz değerlerimizle değişmeyi, gelişmeyi hedefleyen ülkemizin o yıllarından günümüze; sosyal yapısıyla, insan görüntüleriyle, ekonomisiyle, siyasi çalkantılarıyla, yaşanan onca olumsuzluklarıyla, özellikle de doğasıyla yaşamımızın renklerinden, bize has o güzelliklerden, özel değerlerimizden 2000’li yıllara ne kaldı? 

Neler hatırlanır, o günlerden şimdilerde?

İşte tam bu noktada; İstanbul’un doğasında, doğal güzelliklerinde yaşanan değişimlere/dönüşümlere değinerek, tarihe bir not düşmeliyim.

Adeta görmezden gelinen, çare üretilemeyen olumsuzlukları, yaşanan çaresizlikleri, günümüzün değişim/dönüşüm tablosuna odaklanarak anlatmalıyım, dünya mirası Aziz İstanbul’u…

İşte, insanoğlunun eliyle tarihi özellikleri giderek yok edilen, doğanın ‘değişimini/dönüşümünü’ anlatan İstanbul tablomuzun yürekleri parçalayan o görüntüsü:

Türklerin ve Müslümanların İstanbullu kimliği 564 yıldan bu yanadır.

50’li, 60’lı yıllarda İstanbul’a göç edip yerleşenler; şehrin o dönemde mevcut yaşam tarzına ve ortamına uyum sağlayabiliyorlardı. 

Çünkü o dönemin insan ilişkileri, toplumun yaşam tercihlerinin oluşturduğu yardımlaşma ortamı ve doğal yaşam; bu dönemde bu güzel şehre gelip yerleşenlere uyum sağlama imkânı sunabiliyordu.

Ama özellikle 70’li yıllardan itibaren ‘İstanbul’un taşının, toprağının altın’ olduğunu sanarak bu aziz şehre göç edenler; şehrin taşını, toprağını işgal etmişlerdir!

Bu insanlarımız, böylesine bir yaşam kargaşasında İstanbul’a uyum sağlayamadıkları için İstanbul’u kendilerine uydurmaya kalkmışlardır!

Aslında köylü, köyünde şehirli, şehirde görenek ve gelenekleri; bir zarafete sahiptir.

İşte yıllar öncesi başlayan bu hazırlıksız yer değiştirmeler; günümüzün İstanbul’unda yaşanan her türlü toplumsal olumsuzluğun da alt yapısını hazırlamıştır.

Doğum toprağında, baba ocağındaki alışkanlıkları, gelenek ve görenekleri terk ederek İstanbul’un o baş döndürücü yaşam tarzına, akıp giden o ışıltılı ama aldatıcı, acımasız yaşantısına alışmak için verdikleri onca çaba, çoğu kez hüsranla sonuçlanmıştır.

Sonuçlanmaya da devam etmektedir…

Bu dev anakent’in, o gıcırdayan pahalı ekonomik dişleri arasında sıkışıp kalan insanlarımızın hayatta kalabilmek adına verdikleri yaşam mücadelesi, ne yazık ki karşılığını bulmamakta, tam tersine ezilmiş, kakılmış bu insanlarımız; çoğu kez yaşadıkları haksızlıklar-hukuksuzluklar nedeniyle; çevrelerindeki zengin yaşamlara, bu yaşamın tadını çıkaran insanlara öfke ve yaşam terörü sıçratmaktan çekinmemektedirler!

İstanbul’un yıllar öncesinde kalan dostluklarından, kardeşliklerinden, komşuluk ilişkilerinden artık eser dahi yoktur. 

50 yıl öncesinin o kibar, mütevazı, Türkçemizi mükemmel konuşan, sevgi ve saygı dolu İstanbullu’ görüntüsü yok olmuş, adeta yok edilmiştir!

Gün geçmemektedir ki, İstanbul sokaklarından tecavüz, gasp, cinayet, yaralamalı ve ölümlü kaza haberleri gelmesin!

Özellikle kadınlarımız öldürülmesin..!

İstanbul çığlık, çığlığadır! İstanbul’un doğal yaşamı yok olmak üzeredir! İstanbul artık son nefesindedir!

‘O her sengine yekpare Acem mülkünün feda olmasıyla’ ölçümlenen bu dünya mirası şehrimizin barındırdığı tüm güzellikler yavaş, yavaş kaybolmakta; burada yaşayan insanların umursamazlığı, yönetenlerin yetersiz/önlemsiz uygulamaları nedeniyle İstanbul acımasızca yok edilmektedir…

Yıllar öncesi İstanbul’un tüm güzelliklerini bilen, yaşayan, gören her semtinin sıcak insani ilişkilerine tanıklık eden beni, benim kuşaklarımı da üzdüğüne inandığım bu olumsuzluklar; eminim ki, bugün bu aziz şehirde yaşayıp da ‘kentsel/rantsal dönüşüm’ adına uygulanan türlü yapılaşmalara, adeta ‘taşlaşan İstanbul manzarasına’ kayıtsız kalmayan/kalamayan herkesi üzmektedir.

Günümüzde İstanbul’un siluet simgesi olmuş Ayasofya’nın, Sultanahmet Camiinin o muhteşem görüntülerinin arkasına bir hançer gibi saplanan iki gökdelen görüntüsü; 

‘Birilerinin, birilerine darıldım’ demesiyle geçiştirilemeyecek kadar önemli, böylesi bir yapılaşmaya izin verenlerin büyük bir hatası, en hafif tabiriyle ‘vurdumduymazlığın’ ta kendisidir!

564 yıldan beri İslamiyet’in, Türk Milletinin mührünü taşıyan bu topraklarda:

Camilerimizden semaya yayılan ezan seslerinin, kültür zenginliğimiz olarak yorumladığımız kiliselerin çan seslerinin duyulduğu; 

Ay yıldızlı al sancağımızın gölgelediği, dünya kültürlerinin mirasını taşıyan ‘Aziz İstanbul’umuzun’ binlerce yıl öncesini anlatan tarihine sahip çıkmak, bu kentte yaşayan herkesin ama öncelikle bu kenti yönetenlerin görevidir.

Gelişen teknolojinin tüm yansımalarının acımasızca uygulandığı bugünün İstanbul’unda;

Neredeyse her mahallede bir AVM’nin açıldığı, doğayı ve doğal yaşamı barındıran tüm yeşilliklerin büyük bir bölümünün yol, köprü, yeraltı treni yapımına feda edildiği günümüzde;

Şehrin sadece yol çevrelerinin yalap, şalap çimlendirilmesi, kimilerince ağaç diye vasıflandırılan ama aslında süs çalılarıyla bezenmesi, yaşanan gerçekleri ortadan kaldırmayacak uygulamalardan sadece birkaç örnektir.

İstanbul çığlık, çığlığa son nefesindedir!

‘Ey İstanbul!’  Hitabıyla; meydanlarda yeri göğü inleterek, bu dev ana kentte yaşayan insanlardan seçim zamanı oy isteyenler: 

Umarım, İstanbul’un her köşesinde yaşanan bu olumsuzlukları görüyor, duyuyordurlar! 

Tıpkı ülkemizin diğer kent merkezlerinde yaşanan benzer olumsuzlukların görülmesi, yükselen insan ve doğa feryatlarının duyulması gerektiği gibi…