Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yümni Sezen, 13,5 X 19,5 santim ölçülerinde, 301 sayfalık eserinin tam adı: ‘Kapitalizmin Zulmü – Marksizmin Muhasebe Defteri – İslam’ın İlke ve Hedefleri. Ayrıca içeriğinden ipucu veren bir açaklama var: ‘Yanlışlara Kurban Edilen Doğrular.’ Yazar eserini; ‘Dindar siyâsîlerin ve marksist aydınların vicdanlarına ithaf’ ediyor. 

Kitabın önsözünde yer alan; ‘Komünizm faaliyetleri, dindarları ve özel olarak milliyetçileri haklı olarak ürkütmüştü.’ Cümlesi dikkat çekiyor. Herhalde komünizmin, kağıttan kule gibi üfleme mesâbesindeki küçük bir rüzgâr ile yıkılmadan önceki dönemin ‘dindarları’ kast ediliyor olmalı. Komünizm, doğduğu topraklarda yıkılmış olsa bile, kıyıda-köşede (ölüyü diriltmeye çalışan) komünizm hayranları ‘tehlikeli’ olamasalar bile, var güçleriyle çalşıyorlar.  Günümüzdeki dindarların tamamına yakın çoğunluğu,  komünizmden korkmadıkları gibi, ‘dindarlık’ da ‘joker kavramlar’ arasındaki mûtenâ yerini almış bulunuyor. Elbette tenzih edilecek dindarlarımız var. Fakat ‘Manzara-i umûmiye’ budur efendim. (Dindarlığın kendisi değil tabîi ki adı) maske olarak kullanılmaktadır. Kullananların varlığı ve çokluğu elle tutulmasa bile gözle görülür haldedir. 

Özsözde çarpıcı başka ifâdeler de var: 

Zâlimliğin başka bir zâlimlikle önlenebilmesine ve ezilebilmesine yol açmak nasıl mümkünse, hürriyetin de başka bir hürriyetle yok edilebilmesi söz konusudur. Hayatta bunun binlerce örneği olduğu açıkça bilinir. Kapitalizmin mallarını koruma duygusu, başka bir davranışa tahammül edememiştir. İşte Marksizm de bu duruma tahammül edemiyordu. Bu zâlime haddini bildirmek gerekiyordu. Fakat Marksizm öksüz ve yetim kalmıştı. Anasını babasını kendi elleriyle öldürmüştü. Çelişkiler üzerine bina etmeye mecbur kaldığı doğrularını öksüz ve yetim bırakmıştı. İsâbetli yaklaşımlar, âdeta ödünç alınmış duruma düşüyordu. Meselâ, temel dayanaklarından biri ‘artı-değer teorisi’ idi. Haklı olarak üzerinde durdukları artı-değer, kapitalizmin bir ârızası, bir hastalığıdır. Marksizm bunu bazı hesaplamalara mahkûm etti. Böyle olunca da teori olarak kaldı.’ (s: 7) 

Bu hususlar, kitabın devam eden sayfalarında teferuatlı olarak açıklanıyor. 

Birinci bölümde yazar, ‘Felsefe-Din-İdeoloji’ kavramlarını inceleyerek, eserinin sonraki bölümlerinde yazacaklarının temelini çizimler desteğinde oluşturuyor. Bu bölümde açıklığa kavuşturulan diğer kavramlar: Diyalektik, Liberalizm, Makrsizm, Determinizm, Libero-Sosyo materyalizm. 

Sezen Hoca, bu kavramları irdelerken; aklı, ilmî kıstasları, özellikle de vicdânî iklimi kaybetmeden gerçeklere yaklaşmaya çalışıyor. (s: 11-92)

İkinci bölümde ise okuyucucu gerçeklerle karşı karşıya getiriliyor. O gerçekler: İktisâdî hayat, Liberalizm, Marksizm ve İslâm’dır. İktisâdî dünyanın temel kavramlarını; Değer, Emek, Sermâye, Üretim, Tüketim, Dağıtım-Değişim, Fiyat, Para, Arz-Talep, Tasarruf, Yatırım, Mülk, Pazar, Otorite (yetki), Gelenek olarak belirliyor. 

Yazar, ‘iktisat’ ilminin varlık sebebini çok açık ve net bir şekilde açıklıyor: Varlık-kıtlık… Eğer herşey, hava ve güneş ışığı kadar bol ve herkese, gelecek bütün nesillere yetecek kadar bol olsaydı, ‘iktisat’ denilen bir düzen ve onun ilmi de olmazdı

Aşağıdaki satırlar, Yümni Sezen’in; meselelerin hakîkatlerini güneş ışığı gibi gözler önüne serdiğinin delilidir:

Bir altın kadehle bir demir kadeh, aynı değerde midir? Marx’ın teorisine göre eşit değerde olması gerekirdi. Altını elde etmek için sarfedilen emek, demiri topraktan çıkarmak için sarfedilen emekten fazladır ama, altını işlemek, demiri işlemekten kolaydır. Toplam emekte hemen hemen bir eşitlik olup, farklılık yoktur. Bu sefer, azlığı-çokluğuna ve arz-talep’e başvurmak gerekir. Maddenin özelliklerinin farklılığını hesabetmek, bizim psikolojimizdeki yansımalarına bakmak gerekecektir. Demek ki ne kadar önemli olursa olsun, sırf emekle meseleyi açıklamak yetmeyebilir.’ (s: 95-96)

Karl Marx Efendi, mezarından kalkıp bu satırları okuyabilse, ‘ben ne halt etmişim…’ diyerek, insanlığın başına belâ ettiği doktrininin ilk uygulayıcısı Lenin gibi kafasını taştan taşa vurarak geldiği yere dönmez miydi? 

Kapitalizm-Sosyalizm-Komünizm: Üç İdeolojinin Sosyolojik  Dayanakları’ başlıklı bölümde de dikkat çekici açıklamalar var. (s: 129-157)

Sol ve solculuk nedir’ ara başlıklı bölüm; akıl ve mantığıyla değil, gördükleri ve kafasına sokuşturulan sloganlar sebebiyle, çığırtkan azınlığın peşine takılan saf gençlere altın değerinde öğüttür. (s: 165-174)

Kitabın en dikkate değer sayfaları; ‘İslam’ın İktisâdî Hayata Açtığı Kapılar’ başlıklı yazı ile başlıyor. Bu uzun bölüm, mutlaka bütünüyle ve yazarın ifâdelerinden okunmalı. 

İslâmiyet’in, iktisâdî hayata getirdiği yenilikler ve onun mahsülü olan âdil sistemin ne olduğu, nasıl tatbik edileceği teferruatlı olarak anlatılıyor. (S: 174-203)

Bir başka sayfada, güneşi balçıkla sıvama işleminin içyüzü açığa çıkarılıyor: İktisat ilminin târifi, iktisatla ilgili ders kitaplarının baş sayfalarında: ‘Sınırsız olan ihtiyaçlarla, sınırlı olan tatmin vâsıtaları arasında en mükemmel dengeyi kurmak…’ kelimeleriyle başlayan cümlelerle yapılır.  Reklam, delikli borunun mertliği bozduğu gibi bu târifteki iktisat ilminin papucunu dama attı. İhtiyaçları, sınırsızlığın ötesine taşıdı. ‘Benim ürettiğim iyidir’ yerine ‘Bunu da al, mutlaka al ve benden al…’ algılatmalarıyla beyinler yıkandı. İhtiyaçların târifleri de sınıflandırmaları da değişti. Reklamı çok yapılan herşey zarûrî ihtiyaçmış gibi beyinlere yerleştirildi. Alışverişte hile yapmanın adı ‘reklamcılık’ oldu. Köleliği kaldırmak üzere nâzil olan İslâm diyarlarında reklamcılık, insanları kapitalizmin kölesi hâline getiriyor. 

Sonraki sayfalarda İslâm’ın getirdiği ilkeler ve ulaşılmasını sağlayacak yöntemlerle birlikte belirlenen hedefler hakkında Kur’ân ve Hadisler rehberliğinde bilgiler veriliyor ki, herbiri yekdiğerinden mühim. Birkaçını tercih edilip misal olarak göstermek, diğerlerine haksızlık olacaktır. 

Üçüncü ve son bölümde Din-İktisat-Siyâset ilişkisi örneklerle anlatılıyor. (s: 259-278)

Sonuç bölümünü, ‘kapitalizmin reddiyesi ve yerine konulacak âdil sistemin tasviri’ olarak özetlemek mümkünse de hikmet, yazarın ifâdesinde gizlidir. (s: 279-294)

İRFAN YAYINCILIK

Alemdar Mahallesi, Çataçeşme Sokağı Nu: 42 Kat: 3 Cağaloğlu, İstanbul. Telefon: 0.212- 518 38 66, Belgegeçer: 0.212-516 32 54 e-posta: [email protected] // internet: www.irfanyayinevi.com     

 

Prof. Dr. YÜMNİ SEZEN

1938'de Urfa’nın Birecik ilçesinde doğdu. Aynı yerde ilk ve ortaokul öğreniminden sonra 1957'de Gaziantep Lisesini bitirdi. 1961’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Millî Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli okullarda öğretmen ve yönetici olarak çalıştı. 1975’de İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü'nde öğretmenlik yaptı. 1976-1978 yıllarında İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. 1985'de Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim görevlisi olarak geçti. Bir yıl sonra İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Yapı ve Sosyal Değişme Anabilim Dalında doktorasını tamamladı. Sırasıyla Yardımcı Doçent, Doçent ve sonra Profesör unvanlarını aldı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Din Sosyolojisi öğretim üyeliğinden emekli olarak çalışmalarına devam etmektedir.

Çalışmaları felsefe, sosyoloji, din sosyolojisi ve İslamî sosyoloji üzerinde yoğunlaşmıştır. 

Yayınlanmış kitapları: Günümüzde İslâmiyet ve Milliyetçilik (1978), Sosyolojiye Göre Halk-Millet-Devlet (1982), Târihî Maddeciliğin Tahlil ve Tenkidi (1984), Hayatın Manâsı (1984), Sosyoloji Açısından Din (1988, 1993,1998), Sosyolojide Temel Bilgiler ve Tartışmalar (1990,1997), Türk Toplumunun Lâiklik Anlayışı (1993), İslâm Sosyolojisine Giriş (1994), Maddeci Felsefenin Çıkmazları (1996), Çağdaşlaşma, Yabancılaşma ve Kimlik (2003), İslâm'ın Sosyolojik Yorumu (2004), Hümanizm ve Türkiye (2005), Kültür ve Din / Türk-İslam Örneği 2011. Ayrıca; Kültür adıyla Fransızcadan bir kitap tercümesi, çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayınlandı. 

  Prof. Dr. Yümni Sezen evli ve üç kız babasıdır.

KUŞBAKIŞI:

ADALAR’A ÇIKMAK:

İstanbul’da değişik üniversitelerde edebiyat ve târih tersleri vererek 12 yıl yaşayan Fransız yazar Catherine Pinguet, Paris’e döndükten sonra dünya incisi şehrimize olan hayranlığını satırlara döküp kitaplaştırdı. İstanbul’un Köpekleri (2009), İstanbul; Fotoğrafçılar, Sultanlar 1840-1900: (2014). Ve son kitabı: Adalar’a Çıkmak: (2018). İstanbul’da 12 yıl yaşamak, elbette 3 kitaba sığmaz. Devamı gelecektir. 

Batılıların ‘Prens Adaları’, bizim kısaca ‘Adalar’ dediğimiz bu kara parçacıklarının kendilerine has kültürleri, târihleri, efsâneleri ve hikâyeleri var. Bayın Pinguet’nin ‘Şimdilik’ son eserinde okuyucuyu, Adalar’ın târihinde yolculuğa çıkarıyor. Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinden geçip günümüze kadar uzanan yazılarında, târihî yaklaşımın yanı sıra, Troçki’den Sait Faik’e, Theophile Gautier’den Yahya Kemal Beyatlı’ya kadar Adalar’da yaşamış veya gelip geçmiş yazarların, şâirlerin, seyyahların tespit ve düşüncelerini, ‘isimsiz’ adalıların hâtırâlarını,ve onların şâhit oldukları alâka çekici hâdiseleri anlatıyor.  Şüphesiz bu tür eserleri, Türkler de yazdılar. Fakat nedense batılıların yazdıkları, biz Türkler için ayrı bir gurur vesilesi oluyor.  

Eserin çok büyük bölümü Pierre de Gigord’un koleksiyonundan derlenmiş ve bazıları daha önce hiç yayımlanmamış 55 fotoğraftan oluşuyor. 

Fırsat buldukça Adalar’a gidenler, Pinguet’nin bu eserini okuduktan sonraki ziyâretlerinde farklı güzellikler bulacaklardır. 

Orhun Alkan’ın Türkçeye çevirdiği eser, 20 X 27,5 santim ölçülerinde ve 222 sayfadır. 

TÜRKİYE İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI:  

İstiklal Caddesi Meşelik Sokağı Nu: 2 Kat: 4 Beyoğlu, İstanbul. Telefon: 0.212 252 39 91 Belgegeçer: 0.212-243 56 00 [email protected]  İnternet: www.iskultur.com.tr   

TÜRKLERİN DÜNYASI (Dil-Kimlik-Siyâset)

Tarihî derinliğe ve coğrafî genişliğe sâhip dünyanın sayılı milletlerinden biri olan Türklerin dillerinin izlerine M.Ö. 3500’lerde Sümerce tabletlerde rastlanmaktadır. Günümüzde batıda Adriyatik Denizi’nden doğuda Mançurya’ya, kuzeyde Kuzey Buz Denizi’nden güneyde Habeşistan’a kadar uzanan 22.000.000 Km’lik çok geniş bir alanda 300.000.000’un üzerinde bir nüfusa sâhip olan Türkler, kendilerine ait bağımsız yedi ülkeyle birlikte, Rusya, Çin, İran, Irak, Suriye, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Kosova, Makedonya, Moldova, Gürcistan, Tacikistan gibi ülkelerde yaşamaktadır.

Kitap; Prof. Dr. Bilgehan Atsız Gökdağ’ın 25 yıl içinde çeşitli dergilerde yayımlanan; Türk dünyasını daha çok dil, kimlik ve siyâset üzerinden incelediği makalelerinden oluşmaktadır. Bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerinde millet inşasında dilin yeri,  dil planlamaları,  Avrasyacılık, Bakü Türkoloji Kurultayı, ortak iletişim dili, alfabe değişimleri, Balkanlar, İran, Orta Doğu ve Afganistan’da Türk varlığı ve onların dilleri gibi konular 21 makalede dikkatlere sunulmuştur. Dilin sosyo-politik ve sosyo-kültürel yönünün öne çıkarılarak ele alındığı makalelerde 19. yüzyıldan günümüze Türk dünyasında devam dil ve alfabe tartışmalarına da mercek tutulmuştur.

16 X 23,5 santim ölçülerinde, 463 sayfalık kitap, 2018 yılında yayınlandı.

AKÇAĞ BASIM YAYIM PAZARLAMA ANONİM ŞİRKETİ: 

Tuna Caddesi Nu: 8/1 Kızılay-Ankara. Telefon: 0.312-432 17 98 Belgegeçer: 0.312-432 28 52 www.akcag.com.tr  e-posta: [email protected] 

NEDEN KLASİKLERİMİZ YOK?

Zihnimize, hafızamıza, yâni medenî-kültürel varlığımıza müdâhalelerin neredeyse iki asırlık târihi var. D. Mehmet Doğan, eseri hakkında şunları yazıyor: 

Kimlik ve kişilik değiştirici bu müdâhaleleri doğru bir zeminde değerlendirmektir. Zorla kültür değiştirmenin neticeleri ile biz ve bizden sonrakiler gerçek mânâda karşı karşıya kaldılar. Öncekiler ortak metinler okumuşlar, klasik mûsikîmizle haşır neşir olmuşlar ve tezyinî-plastik sanatlarımızı hayatlarının bir parçası olarak hissetmişlerdi. 

Cumhuriyet’in ikinci kuşağı olarak biz bunlardan tamamıyla mahrum kaldık. Bu dayatmalarla ilgili tepkilerimizde de farklılaşmalar ortaya çıktı. Bu farklılaşmanın tamamen ‘dil’ merkezli olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bu dillerdeki zorlayıcı değişime boyun eğip, birikimden vazgeçerek sırf dinî kavrayışla meseleyi halletmek yönündeki ‘radikal’ görünümlü/iddialı tavrın kısırlığı artık daha iyi anlaşılabiliyor. Dinin kültürleşmesi, yaşanması, hayatı bir şekilde idâre etmesi asla ihmal edilemeyecek bir sosyal gerçekliktir. Medeniyet inançların, kültürlerin kendini ifâde etme tarzıdır. Bunun inkârı ise, günümüzde selefilikten radikalliğe ve ışidciliğe kadar varan bir vandalizmle kendini göstermektedir. 

Neden klasiklerimiz yok?’ Bu sorunun temel yazılı metinlerimizi aşan bir tarafı olduğunu da belirtmek gerek. Bu yüzden kitapta klasik mûsıkîmizle ve klasik sanatlarımızla ilgili yazılar da yer alıyor.

YAZAR YAYINLARI:   

Müdafa Caddesi Nu: 10 Müdafa Apartmanı Kat: 7, Daire: 13 Kızılay, Ankara. Telefon: 0.212-417 34 72   

Belgegeçer: 0.212-232 05 71 e-posta. [email protected]  // www.yazaryayinlari.com    

DERKENAR

TÜRÇEMİZİN KATİLLERİ!

Muhakkak ki her dilin yeni mefhûmlar için yeni kelimeler türetmeye ihtiyâcı vardır. Fakat her biri müstakil, kapalı bir sistem teşkîl eden diller bunu kendi mantıklarına, kendi kaidelerine göre yaparlar. Bu kaidelere göre teşkîl edilmiyen kelimeler -lisâniyatta- “Uydurma” veyâ “Barbarca” (Fransızcadaki “barbarisme” tâbirini bu sûretle Türkçeleştiriyoruz) kabûl edilirler. Her dilin bekçileri mesâbesinde olan dilciler, edîpler veyâ o dilin her bir konuşanı bu çeşit kelimelere karşı müteyakkızdır ve onların yaygınlaşmaması için karârlılıkla mücâdele ederler. Zîrâ bunlar, dilin mantığını, bünyesini bozar ve onu keşmekeşe, binâenaleyh tereddîye sürüklerler. Bâzan böyle kaide hârici bir kelime, muhtelif sebeplerle yaygınlaşır ve “galat-ı meşhûr lûgat-i fasîhden evlâdır” kaidesince umûmî kabûl görür. Şu var ki bu ameliye isimsiz bir şekilde bütün bir halkın eseridir ve bu çeşit kelimeler istisnâî kalırlar veyâ hiç olmazsa nâdirattandırlar. 

Hâlbuki Türkiye’de, 1930’lardan îtibâren, iktidâr gaasıbı bir zümre, kasd-ı mahsûsa ile Uydurma veyâ Barbarca kelime îmâline yönelmiş ve bu yolla yeni bir Resmî Dil ihdâs etmiştir. İşte Milletimiz için tahammül edilmez olan, onun dili üzerinde bu şekilde sû-i niyetle ve cebren tasarruf edilmesidir. Dilimize bu gayr-i meşrû müdâhalenin başlıca gayesi de, kimisi için hâinâne sâiklerle, kimisi için de anlaşılmaz bir eziklik hâlet-i rûhiyesiyle, Türkçeyi Fransızcalaştırmak, yâni hem türetme kaideleri, hem kelime hazînesi, hem zevki, hem de cümle kuruluşu bakımından olabildiğince Fransızcaya benzetmektir. Hâinâne sâiklerle hareket edenleri tesbît, teşhîs ve kendileriyle -meşrû vâsıtalarla- mücâdele lâzımdır. Eziklik hâlet-i rûhiyesiyle davrananları ise îkaz ve şuûrlandırmak iktizâ eder. Onlara hitâben bizim ezcümle söyliyeceğimiz şudur: Hem medeniyet, hem insanlık bakımından târihe şân veren ve insanlığın bin küsur senedir gidişâtı üzerinde müessir olan Türkler gibi büyük bir millete mensûb olan bir ferdden, asırlardır dünyâya kan kusturan şu Avrupalılar karşısında eziklik hissine kapılmak şöyle dursun kibirli olmak beklenir ve buna rağmen, bir Türk, dîğer insanlara karşı mütekebbir davranmıyorsa, bunun sebebi, ancak Müslüman fazîletine sâhib olmasıdır. 

Yrd. Doç. Dr. ŞÂKİR ALPARSLAN YASA

KISA KISA / KISA KISA…

1-İSLAM DÜŞÜNCESİNDE FELSEFE-KELÂM İLİŞKİSİ: Şamil Öçal / Fecr Yayınevi.

2-KUR-AN’DA TASAVVUF: Kemal Tekdemir / Akıl Fikir Yayınları.

3-FELSEFE KÜLTÜRÜ: Vefa Taşdelen / Hece Yayınları

4-BİR ÖMRÜ OKUMAK: Fatma Kebire Gündüz / Beyan Yayınları

5-SESSİZ DEVİN KALESİ-Temel Kaya’nın Başarı Hikâyesi: Bünyamin Aygün / Doğan Kitap.