Bâzılarının İslâm'dan uzak duruşunun yanlış bir gerekçesi var.
     Yanlışını, eksiğini ve kötülüğünü gördüğümüz insanın; bu durum ve tavrını  -müslüman olduğu için-  İslâm oluşundan ileri geliyor sanışımız; çok büyük bir yanılgı. Aynı zamanda İslâmı yersiz ve haksız olarak ithamdır!
     Şunu iyi anlamalıyız ki, İslâm hiçbir şahsın hiçbir milletin inhisar ve tekelinde değildir.
     İslâm Allah'ın insanlığa sunduğu İlâhî Yol'dur. Kabul eder veya etmez. Uyar veya uymaz. Gereklerini yerine getirir veya getirmez. Kişinin bileceği bir şey.
     İslâm olduğu hâlde, iyice bilmediği veya anlamadığı, ya da bile bile aksi kabul, davranış ve yanlışlarda bulunanın bu hâlini İslâma vermemeli. İslâmdan bilmemeli. İslâmı itham eder duruma düşmemeliyiz.
     Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti hukuk devletinin şemsiyesi altındayız.
     Hukuka uyarsak iyi bir vatandaş olur; uymazsak cezayı hak ederiz.
     Herhâlde kimse hırsızdan dolayı hukuku suçlamaz.
     Kimse çalan çırpan, rüşvet alan için kalkıp hukuku sorumlu tutmaz.
     Kaldı ki, tüm dünya devletlerinin hukuku  -genelde-  kişinin aleyhinde değildir.
     Her hukukta can, mal, ırz kutsal. Ahlâklılık ise erdemdir.
     Ama bütün bunlara rağmen her ülkede öldürmeler, çarpmalar, çırpmalar, rüşvetler, kanunsuzluklar  -tarih boyunca-  az veya çok yapılmış. Bugün de yapılmakta!
     Fakat hiçbir vicdan sahibi, kalkıp da bütün bunlardan ötürü kanunları ve hukuku itham etmez. Onları sorumlu tutmaz. Zaten tutmamalı.
     Tıpkı doktorun suç ve hatasından dolayı Tıbb'ı,
     Mühendisin kusurundan ötürü Fenn'i,
     Polis kanunsuzluk yaptığı için polisliği,
     Müzisyen ahlâksızlık içinde diye müziği,
     Marangoz işini iyi yapmadığı için marangozluğu vs. suçlamamız icap etmediği gibi.
     Unutmıyalım ki, iş ayrı işçi ayrı.
     Tıbb ayrı doktor ayrı.
     Hukuk ayrı avukat veya hakim ayrıdır.
     Nitekim İslâm da ayrı, müslüman da ayrıdır.
     Bütün bunlardan ötürü, mensupların hatası; mensup ve bağlı oldukları dîne, ilme, fenne ve san'ata verilmez. Verilmemeli.
     Ne hazindir ki, kişilerin bilerek-bilmiyerek yaptığı hata ve kusurları; onun mensup ve bağlı olduğu İslâma vermek gibi bir şuursuzluk ve bilinçsizliği yapar ve işler olduk!
     Oysa din Allahın insanlara, kendi menfaat ve yararları için uymaları teklif edilen İlahî bir ray hükmündedir. Uyan felah ve kurtuluşa erer. Uymayan tepetaklak gider. Rayda gitmek nasıl ki, trenin lehinde, raydan çıkmak nasıl ki trenin aleyhinde ise, insanın da hayatını ve hürriyetini İlâhî rayda bilmesi, o nispette kulun kendi lehinedir.
     Doktorun dediğini yapmayan; doktora değil, kendine zarar verir. İlâhî yolda olmayan da Allaha değil kendine  -hem de en büyük-  kötülüğü yapmış olur.
     Kaldı ki, müslümanın her hâli ve hareketi İslâmî olmayabilir! Bu İslâmın değil, insanın kendi kusurudur. Elbette bu durum; kulun İslâmı lâyıkıyla öğrenememesinden ileri geldiği gibi, bunda öğretenlerin de öğretmedeki başarısızlıklarının payı büyüktür.
     Bu durumda, iş başa düşüyor. “Başkasına itimat etmiyen; nefsiyle (bizzat kendisi) teşebbüs eder (girişimde bulunur).” Yani doğrularımızı, doğru kaynaklardan kendimiz öğrenmeliyiz. Üstelik bu şekilde iki bakımdan kazançlı sayılırız.
     Çünkü hem dinimizi öğrenmiş, hem de dini; şuurlu ve şuursuzca yanlış öğretenleri tanımış oluruz. Nitekim Hz. Ali şöyle der:
     “Hakikati, söyliyenlerine bakarak öğrenmeyin. Hakikati, bizzat kendi kaynağından öğrenin. Söyleyenlerin de ne olduğunu öğrenmiş olursunuz.”