İslâm Hukuku Profesörü Dr. FARUK BEŞER Açıklıyor:

Kur’an-ı Kerim’de Hitap, Bid’at, Kolonya, Canlı Resmi ve Heykeli…

Oğuz Çetinoğlu: Kur'an'da hitaplar genellikle niçin erkekleredir?

Prof. Dr. Faruk Beşer: Kur’an-ı Kerim,  Hz. Muhammed (a.s.) gönderilen bir kitaptır. Kur’an’ın konuşma üslubuyla gönderildiğini ve bu kitabın konuşma dilinden yazıya aktarıldığını bilmekte fayda vardır. Kur’an'daki üslup bundan dolayı ‘de ki’, ‘ey insanlar’, ‘ey iman edenler’, ‘ey kâfirler’, ‘ey ehl-i kitap’, ‘ey nebi’, ‘sana soruyorlar, de ki’ gibi hitaplarla doludur. Âyetlerdeki hitabın çoğunlukla müzekker oluşu peygambere hitaben gönderilmiş olduğundandır: Arapçanın özelliğine göre, kadına ve erkeğe ayrı ayrı ifade biçimleriyle hitabedilir. Peygambere (a.s.) yapılan hitapların müzekker kalıbıyla olması da bu dilin gereğidir. 

Kur'ân ve hadîslerde geçen İslâmî emir ve yasaklar, dünya ve âhirete ait vaadler, herhangi bir istisna yapılmadığı sürece hem erkekleri, hem de kadınları kapsar. Bunların erkeklere ait yüklem ve zamirlerle ifade edilmiş olmaları önemli değildir. Bu, hem Arapça, hem de İslâm hukuk metodolojisi bakımından böyledir. 

Erkeklere hitap eden bir emir veya yasağın, ayrıca kadınlar için de tekrar edilmesi gerekmez. Çünkü bu, ifâde ettiğimiz gibi Arap dilinin ve hukuk mantığının bir gereği olduğu gibi, Kur'ân'ın kendisine has üslûbu ve ifade mantığının da bir gereğidir. Zira Kur'ân, herşeyden önce mü'min erkeklerle mü'min kadınları, birbirlerinin dostları ve velileri olarak ilan eder:

Çetinoğlu: Kur’an’da, husûsen kadınlara yönelik hitaplar da vardır…

Prof. Beşer: İslâm sâdece erkeklerin dini değil. Kur'ân sâdece erkeklere hitap etmiyor. Kur'ân-ı Kerîm'de kadınlara has uzunca bir sûre vardır: (Nisâ sûresi). Kur'ân'da bazı kadınlara da Allah'ın vahiy (ilham) gönderdiği zikredilir. (Kasas, 28). ‘Kadınlar erkeklerin şakîkidirler.’ ‘Şakik’ tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün eşit parçalarından her biridir. ‘Kadın olsun erkek olsun, kim iyi işler yaparsa cennete girecektir.’ (Nisâ, 124). ‘Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler...’ (Tevbe, 71). ‘Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi kadınların da kazandıklarından bir payı vardır.’ (Nisâ, 32)

Kur'ân'da kadın ya da dişi anlamına gelen ‘nisâ, nisve, imrae, ünsa’ kelimeleri türevleriyle beraber 85 defa, erkek anlamına gelen ‘racul, zeker, mer’ kelimeleri de yine türevleriyle beraber 86 defa geçmektedir.

Çetinoğlu: ‘İnsan’ kelimesinin, kadınları da kapsamadığı söylenebilir  mi?

Prof. Beşer:İnsan’ kelimesinin, kadını kapsamadığını söyleyen hiç bir İslâm âlimi, hatta hiç bir insan yoktur. 

Genele hitap ederken Arap dilinin gereği, ya eril (müzekker), ya da dişil (müennes) bir kalıpla hitap edilecektir. Sosyal hayatın bütün yüküyle erkeklerin omuzunda olduğu bir toplumda eril kalıbın seçilmesinden normal ne olabilir? Üstelik bu dil Arapların İslâm'dan önce de konuştukları dildir. Onlar o zaman da böyle konuşuyorlardı. Kendi dilleriyle gelen Kur'ân'ın, bu dili bozması düşünebilir mi? Aynı özellik tamamen Fransızcada ve kısmen İngilizcede de vardır. Aynı iddiayı onlar için de söyleyebilir misiniz?

Çetinoğlu: Namazdan sonra dua etmek, Kur'an okumak bidat mıdır?

Prof. Beşer: Namazlardan sonra istenildiği kadar dua edilebilir, Kur'an'dan sûreler, âyetler okunabilir. Bunda bir sakınca yoktur; bunlara bidat denilmez.

Namazların farzlarından sonra üç defa esteğfirullah… Allahümme entesselam… demek; otuz üçer kez subhanellah, elhamdülillah, Allahu ekber demek; Âyet el-Kürsi, hatta Felak ve Nâs surelerini okumak Hz. Peygamber (asm)’in hadisleriyle sâbittir ve bunlar sünnettir.

Ancak bunlar Hz. Peygamber (asm) zamanında seslice ve bir müezzinin komutuyla söylenmiyordu, bunları herkes kendisi içinden okuyordu. Sonradan İslam’a Arapçayı ve namazı bilmeyen insanlar girince, onlara öğretmek için görevliler bu duaları biraz seslice okumaya başladılar. Sonra buna alışıldı ve bunları hatırlatmak müezzinin görevi gibi oldu. Böylece de aslının böyle olduğu sanıldı. Oysa bilenler için doğrusu, farzını kıldıktan sonra herkesin bu tespihâtı kendi hâlinde okumasıdır. Bilmeyenler için sesli söylenip hatırlatılmasında da bir sakınca yoktur.

Çetinoğlu: Bid'at konusunda bilgi verir misiniz? Bid'at nedir? Tüm bid'atlar haram mıdır; iyi niyetli bidatlar da mı haram?

Prof. Beşer: Hz. Peygamber (asm) ve ashâb-ı kirâm dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hattâ bir benzeri olmayan ve İslâm'dan olmadığı halde sonradan ortaya çıkan ve ibâdet kabûl edilen görüş ve ameller, sünnete aykırı davranışlar.

Bid'atın kapsamı konusunda farklı bakış açılarının olmasından dolayı, İslâm bilginleri tarafından farklı tarifler yapılmıştır.

Kimi âlimlere göre bid'at, Hz. Peygamber (asm)'den sonra meydana gelen her şeydir. Bu târifi yapan âlimler bid'ate sözlük anlamından daha geniş bir anlam yüklemişlerdir. Bu sebeple de sonradan çıkan amel ve inançları ‘iyi’ ve ‘kötü’ olmak üzere ayırmak mecburiyetinde kalmışlardır. Sonradan ortaya çıkıp Kur'ân ve sünnete muhâlif olmayan veya emirlerinin bir gereği olan şeylere ‘bid'at-i hasene’ (güzel bid'at); muhâlif olanlara ise, ‘bid'at-i seyyie’ (kötü bid'at) ismini vermişlerdir. Ayrıca bid'at-i haseneyi kendi arasında, bid'at-i seyyieyi de kendi arasında ayrı kısımlara tâbi tutmuşlardır. Böylece bid'at, vacib, mendub, mübah, mekruh ve haram olmak üzere beş kısma ayrılmaktadır. Meselâ Kur'ân ve sünnetin anlaşılması için mecbûrî olan Arap gramerini bilmek; fıkıh, fıkıh usûlü gibi ilimlerle uğraşmak vâcib; Ehl-i sünnet itikadına muhalif sapık fırkaların ileri sürdükleri görüşler ise, bu âlimlere göre, haram bid'at kapsamında mütalaa edilmektedir. (Tahânevî, Keşşâfu İstilahâti'l-Funûn, İstanbul 1984 I/133).

Bid'ati bu şekilde târif edip taksimata tâbi tutanlar, Kur'an ve sünnete muhalif olmayan veya emirlerinin bir gereği olan şeylere bid'at isminin verilmesine dayanak olarak, Hz. Ömer (ra)'in şu sözünü ileri sürerler:

Hz. Ömer, Übey b. Ka'b'in, (r.a.) sekiz rekât olan terâvih namazını yirmi rekât olarak kıldığını ve Rasûlüllah (asm) döneminde münferiden kılınan bu namazın cemaat halinde kılındığını gördüğünde: ‘Bu ne güzel bid ât’ demiştir. (Muhammed Revvâs Kal'acî, Mevsüatu Fıkhı Umar b. e!Hattâb, Kuveyt 1984, s. 125).

Diğer âlimlerin bid'at târifleri ise şöyledir: Hz. Peygamber (asm)'den sonra ortaya çıkan, din ile alâkalı olup bir ilâve veya eksiltme mâhiyetinde olan her şeydir. (Hayreddin Karaman, İslâmın Işığında Günün Meseleleri, İstanbul 1982, II/248).

Bu âlimlere göre önceki gruptakilerin ‘bid'at-i hasene’ kapsamına soktukları şeyler haddi zatında bid'at değildir. Onlara bid'at ismini vermek yanlıştır. Çünkü bu gibi şeylerin Kur'ân ve sünnette dayanakları vardır. Bunlara sonradan çıkmış şeyler nazariyle bakılamaz. 

Çetinoğlu: Hz. Peygamber (asm) zamanında yapılmayıp sonradan yapılan pek çok işlem var: Kur'ân-ı Kerîm'i bir mushaf içerisinde toplamak, hadisleri derleyip toplayarak kitap haline getirmek, camilerin yanında minare yapmak… gibi Bu husustaki yorumunuzu lütfeder misiniz?

Prof. Beşer: Söyledikleriniz  her ne kadar Hz. Peygamber (asm)'den sonra olmuş birer bid'at iseler de, bunlar bid'at kapsamına girmeyen güzel şeylerdir, İslâm'a aykırı değildir.

Bid'atlar alanları itibariyle de kısımlara ayrılmaktadır. İtikadî konularla ilgili olanlara ‘itikadî bid'atler’, iş ve hareketle ilgili olanlara da ‘amelî bid'atler’ denir. Ayrıca mâhiyetleri itibariyle küfrü gerektiren ve gerektirmeyen bid'atler vardır.

‘Yakasız gömlek giymek sünnet, yakalısını giymek bid’at;’  

‘Yer sofrasında yemek yemek sünnet, masada yemek bid’at;’  

‘Yer minderinde oturmak sünnet, koltukta oturmak bid’at;’  

‘Mikrofonsuz ezan okumak sünnet, mikrofonla okumak bid’at;’  

‘Takke ve sarık takmak sünnet, başaçık gezmek bid’at’ gibi kanaatler ileri sürülür, böylece sünnet ve bid’at tanınmış ve tanıtılmış olur çok kere...

Çetinoğlu: ‘Sünnet’ kavramında tereddüt yok. Peki sünnet olmayan, bid’at olarak vasıflandırılanları yapanlar, yakalı gömlek giyenler günah işlemiş oluyorlar mı? 

Prof. Beşer: Bu sözlerle insanları sünnete teşvik etmek gibi bir iyiniyet vardır aslında. Tersini iddia edenler sünnete karşı gelmekle ve bid’ate taraftar olmakla suçlanır. Akabinde ise tartışmalar, münakaşalar başlar, husumet ve kırgınlıklarla konu kapanır.

Bu tür meseleler bazı zamanlar karı-koca, baba-oğul ve kardeşler arasında gündeme geldiği gibi, çok kere de İslâmî hizmetlerde bulunan kişiler arasında sohbet konusu olur, konuşulur, tartışmaya girilir ve sonuçta istenmeyen manzaralar ortaya çıkar.

Resûlullah’ın Sallallahu Aleyhi Vesellem hayatını inceleyen, sünnet ve hadisi tetkik eden İslâm uleması arasında konu müzakere edilmiş, değişik tarzda yorumlar yapılmış ve neticede birtakım târifler getirilerek bid’at meselesi tasnife tâbi tutulmuştur.

Ulema arasında bid’at geniş ve dar kapsamlı olmak üzere iki ayrı şekilde mütalâa edilmiştir. Bid’atı geniş kapsamlı olarak inceleyen başta İmam Şâfiî, İmam Nevevî olmak üzere İbn Âbidin ve benzeri âlimler bu kısaca şu tarifi getirirler:

Bid’at, Resûlullah’tan Sallallahu Aleyhi Vesellem sonra ortaya çıkan her şeydir.’

Bu târife göre, dinî özellik taşıyan amel ve davranışlarla birlikte günlük hayatla ilgili olarak sonradan ortaya çıkan yeni düşünceler, uygulama ve âdetler de bid’at olarak kabul edilmiştir.

Bu âlimler, meseleye delil olarak da şu hadisi zikrederler:

Kim benim bir sünnetimi ihya ederek insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevaplardan hiçbir şey eksiltmeden onların sevaplarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bid’at icat ederek onunla amel edilmesine sebep olursa, o bid’at ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.’ (İbn Mâce, Mukaddime, 15)

Bu târifle birlikte aynı ulema bid’atı, hasene ve seyyie olarak ikiye ayırır, yapılması mahzurlu olmayanlara bid’at-ı hasene (iyi bid’at), yapılması mahzurlu olanlara da bid’at-ı seyyie (kötü bid’at) derler. Minare ve medrese yapmak bid’at-ı hasene, kabirlerin üzerine mum yakmak da bid’at-ı seyyiedir. Buna göre, hadislerde reddedilen bid’atler, kötü bid’atlerdir.

Hz. Ömer (r.a), Mescid-i Nebevi’de teravih namazını cemaatle kılanları görünce, ‘Bu ne güzel bir bid’attır.’ diyerek teşvik etmiş ve bid’at-ı haseneyi belirtmiştir. (Buhârî, Teravih, 1)

Bid’atı dar kapsamlı olarak anlayan başta İmam Malik olmak üzere, Aynî, Beyhakî, İbn Hacer el-Askalânî ve Heytemî, İmam Birgivî ve İbn Teymiyye gibi âlimler de şu tarifi getirirler:

Bid’at, Resûlullah’tan Sallallahü Aleyhi Vesellem sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilave veya eksiltme özelliği taşıyan herşeydir.’

Bu ulemaya göre dinle ilgisi olmayan ve dinî özellik taşımayan yeni icatlar bid’at sayılmaz. Bu bakımdan örf ve âdet türünden olan davranışlar bid’at kavramının dışında değerlendirilir.

Çetinoğlu: Sonradan çıkan herşey bid’at ve her bid’at dalalet olursa, nasıl olur da bid’atte güzellik olur? 

Prof. Beşer: Rabbânî, sünnete en ufak bir gölge düşürecek bid’ate müsamaha dahi göstermemekle birlikte Mektubat’ın bazı nüshalarının şerhinde sünnette aslı bulunanlara bid’at ismini bulaştırmaz, onlar için ‘güzel âdet’ anlamında ‘sünnet-i hasene’ tabirini kullanır.

Bu tespitlerin yanında, Bediüzzaman, eserlerinde zaman zaman ‘ehl-i bid’a’ tâbirini kullanır. Bunları muhatap alarak İslâm’ı müdafaa sadedinde bazı açıklamalar yapar. 

Soru: Kolonya, krem, deodorant, parfüm gibi alkol içeren ürünlerin kullanılması abdesti bozar mı, namaza zararı var mıdır?

Prof. Beşer: Kur'an-ı Kerim'de şarabın pis olduğu bildirilmektedir. (Maide, 5/90-91)

Hanefi mezhebine göre, şaraptan başka sarhoşluk verici alkollü maddelerin içilmesi haram olmakla birlikte bunların tıpkı şarap gibi necis olup olmadıkları konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. İmam Ebu Hanife, şarap ve üzümden yapılanların dışındaki alkollü içkilerin bir dirhemden (ıslattığı yer avuç içinden) fazlasının elibiseye bulaşması halinde bile namaza engel olmayacağını söylemiştir. (Serahsi, Mebsut, 24/14-15) Buna göre, kolonya ve ispirto gibi şeylerin içilmesi haram ise de alınıp satılmaları ve kullanılmaları caiz görülmüştür.

Şafi mezhebine göre ise, üzümden imal edilen şarap ile diğer maddelerden elde edilen ve sarhoş edici nitelikte olan alkollü içkilerle kolonya arasında fark yoktur. Bunlar da şarap gibi necistir ve haram kılınmıştır. Bulaştıkları yerin yıkanması gerekir. Esas hüküm bu olmakla beraber, esans, parfüm ve benzeri şeyleri kullanıma elverişli hale getirebilmek amacıyla bunlara katılan az miktardaki katkı maddeleri, necis olsalar bile görmezden gelinebilecek ve affedilecek necasetlerden sayılmıştır. (Ceziri, 1/19; Mehmed Keskin, Büyük Şafi İlmihali, s. 504)

Soru: Sık sık karşılaşılan, maksatlı veya iyi niyetli bir soru var: Resim ve heykel yapma yasağının İslâmî bir hükmü ve bu hükmün dayanağı olabilecek âyet ve hadis var mı? 

Prof. Beşer:  Resim ya da heykel yasağına dair Kur’ân-ı Kerim’de bir âyet yoktur. Ancak Resulüllah’ın sözleri anlamındaki sünnette bir canlının resmini ya da heykelini yapmayı yasaklayan sahih hadisi şerifler vardır. Bunları anlamaya çalışan ve özellikle de konuya sanat açısından bakanlar bunları kişiye veya hâle göre değerlendirip, herkes için her zaman böyle olmadığını söylemişler. Ancak Cumhur dediğimiz İslam âlimleri çoğunluğu bu hadisi şeriflerin bütün zamanlar için geçerli olduğu kanaatindedirler. Çünkü ‘çok uzaklardan da olsa resim ve heykelcilikte perestişe giden yollar ve ihtimaller vardır’ derler. Doğrusu bunu gözlemlemek mümkündür. Bu açıdan bendeniz Resulüllah Efendimizin resim ve heykel yasağını başlı başına bir mucize ve O’nun peygamberliğinin bir delili olarak görüyorum. Kaldı ki, insanın bedii zevklerini tatmin için uğraşacağı pek çok sanat dalı ve alanı var. Canlı resmi veya heykel yapma bir ihtiyaç değil, olmamasının bir eksikliği dolmaz, ama olmasının kötülüğe kapı açan bir ihtimali bulunabilir. 

Prof. Dr. FARUK BEŞER:

22 Nisan 1952 tarihinde Trabzon’da doğdu. İlkokulu Trabzon´da, Ortaokulu İzmit İmam Hatip Okulunda, Liseyi de Yozgat İmam Hatip Lisesinde okudu. Buradan 1972 yılında mezun oldu. 

 Atatürk Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi’ni 1978 yılında bitirdi. Mezun olduğu Fakültede İslam Hukuku dalında ‘İslam’da Sosyal Güvenlik’ başlıklı teziyle 1985 yılında ‘doktor’ unvanı aldı. 

Bu arada Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak 8 yıl muhtelif görevler yaptı. Ardından İSAV İlmî sekreterliğinde bulundu. 1986-1993 yılları arasında özel bir ilmî araştırmalar merkezinde 6 yıl kurucu müdür olarak çalıştı.

Malezya International Islamic University’e öğretim üyesi olarak gitti ve orada 1993-1994 yıllarında iki sömestr Mukayeseli İslam Hukuku ve İslam Milletler Hukuku dersleri okuttu.

Döndükten sonra Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğretim üyesi olarak intisap etti. 12.10.1994 tarihinde İslam Hukuku Anabilim Dalından doçent, 2000 Yılında da Profesör oldu.

Aynı fakültede iki yıl dekan yardımcılığı yaptı. University of Pittsburgh´un dâveti ile Visiting Professor olarak 1999 yılında ABD´ne gitti ve adı geçen üniversitede altı ay araştırmalarda bulundu.

Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde İslam Hukuku Anabilim Dalı Başkanı ve öğretim üyesi olarak çalışmakta iken, 2012 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne geçti. Halen burada öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Prof. Dr. Faruk Beşer, evli ve dört çocuk babasıdır.