Eğer biz İslâm ahlâkının ve iman hakikatlerinin mükemmelliklerini fiil ve eylemlerimizle göstersek, diğer dinlerin tâbi, mensup ve bağlıları; elbette topluluklar hâlinde İslâmiyete girecekler. Belki dünyanın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete girecekler.

Çünkü insanlar, özellikle medeniyetin fen ve bilimlerinin ikaz ve uyarılarıyla uyanmış; insanlığın mahiyet ve içyüzünü anlamıştır.

Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve olamazlar. En dinsizi de, dine sığınmaya mecburdur.

Çünkü, insanın aczi ile beraber sayısız musibet ve onu inciten iç ve dış düşmanlara karşı dayanak noktası; yalnız ve yalnız Âlem’in San’atkâr Yaratıcısını tanımak ve O’na iman etmek ve inanmaktır.

Evet uyanmış insanın; Âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, çaresi yok. Kaldı ki, bu insanın; fakrıyla beraber hadsiz ihtiyaçları vardır.

Ebede kadar uzanmış arzuları vardır. Bütün bunları sağlayacak olan ise, sadece ve sadece Yüce Allah’tan başkası değildir.

Kalbin sadefinde / kıymetli kabuğunda hak dinin cevheri / özü bulunmazsa, insanın başında maddî mânevî kıyametler kopacak ve canlıların en bedbahtı / en talihsizi, en perîşânı olacak.

İnsan bu asırda savaşların, fen ve ilimlerin ve dehşetli olayların ikazlarıyla uyanmış. İnsanlığın cevherini ve çok yönlü kabiliyetini hissetmiş.

Ve insan, acip sayısız istidadiyle yalnız bu kısacık, üstelik dağdağalı / zorluklarla dolu dünya hayatı için yaratılmamış.

Şüphesiz ebed ve sonsuz hayat için gönderilmiştir ki, ebede uzanan arzu ve istekleri, mahiyet ve içyüzünde var.

Kaldı ki, bu dar, fâni dünyanın; insanın sonsuz emel ve arzuları için, yeterli olmadığını herkes bir derece hissetmeye başlamış.

Hattâ, insaniyetin bir duygusu ve hizmetkârı olan hayal hissine denilse: “Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür verilecek, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir surette bir idam senin başına gelecek.”

Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen ve uyanmış o insanın hayâli, sevinç ve müjdeye bedel, derinden derine üzüntü ve eyvahlarla, ebedî saadetin bulunmamasına ağlayacak. İşte bu ince mâna içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir hak dini arama meyli çıkmış. Herşeyden evvel, ölüm idamına karşı hak dindeki bir hakikati arıyor ki, kendini kurtarsın.

Şimdiki dünyanın durumu bu gerçeğe şahitlik ve tanıklık eder. Zamanla insanın bu şiddetli ihtiyacını; dinsizliğin ortaya çıkmasıyla, dünyanın kıt’a ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar. Hem Kur’an âyetleri, başlarında ve sonlarında, insanı akletmeye çağırır. “Aklına bak!” der. “Fikrine, kalbine başvur, meşveret et / danış, onunla görüş ki, bu gerçeği bilesin” diyor. Meselâ:

“Bakınız, o âyetlerin başında ve sonlarında diyor ki: “Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, gerçeği bilesiniz,” “Biliniz” ve “Bil” hakikatine dikkat et.

“Acaba, neden insanlar bilemiyor, tam bir bilgisizliğe düşüyorlar? Neden akıl etmiyorlar, divâneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, Hakkı görmeye kör olmuşlar?

Neden insan hayat maceralarını, âlemdeki olayları hatırlamıyor ve düşünmüyor ki doğru yolu bulsun?

Neden sonrayı düşünmüyorlar? Neden akıllıca ve dikkatlice muhakeme ve fikretmiyorlar? Neden dalâlete / yanlışa düşüyorlar?

Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş asırlardan ibret alıp gelecek manevî belâlardan kurtulmaya çalışınız!” mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine kıyasen çok âyetlerde, insanı aklına müracaata, fikriyle meşverete / danışmaya çağırıyor.

Kısaca söylemek lâzımsa, insan son asırda olup bitenleri iyice düşünmeli. Artık aklını başına almalı. İbret aldığını göstermeli.