Bazı mesele ve problemler hakkında nasihat ve öğütler vererek; insanları irşad eden, doğru yolu gösteren; kısaca umuma, genele ve herkese hitap edip ders verenler var.

     Bunların bazıları, şimdiki zamanı geçmiş zamana kıyas edip karşılaştırmada bulunuyorlar. Fakat halkı etkilemek için, iddia ettiklerini; zihinlerde canlandırarak parlak ve abartılı bir şekilde gösteriyorlar.

     Halkı etkilemek için, iddialarını ispat etmeleri, gerçeği arıyanları ikna etmeleri lâzım iken, bunu ihmal ediyorlar. Oysa geçmişte kalbler saf ve temizdi. Âlimleri taklit etmek gerektiğinin söylenmesi, hatırlatılması geçerli ve söylenenler için yeterliydi. Bunlara delil ve kanıt lâzım değildi. Bir dâvâ ve meseleyi ispat için bunlara ihtiyaç duyulmuyordu.

     Fakat bugün, herkeste gerçeği arama ve araştırma meyil ve isteği var. Bunlara, iddia edilen şeyleri zihinde canlandırmaları yetmez ve onları etkilemez. Halbuki bir kanaati, bir fikir ve düşünceyi kabul ettirip etkilemek için, iddiayı ispat ve dinleyeni ikna etmek gerekir.

     Meselâ bir şeye rağbet ettirmek ve isteklendirmek veya bir şeyden korkutup ürkütmek için, ondan daha önemli bir şeyi, daha küçük ve önemsiz göstermek icabeder. Bu ise din ölçüsünü elden kaçırır. Nitekim “Bir gece iki rekat namaz kılmak, hac etmek gibidir!” derler. Fakat etkili ifade ve söylemin gereği olan; duruma göre ve zamanın gidişatına uygun söz söylemezler! Sanki insanları eski zaman köşelerine çekiyor sonra konuşuyorlar.

     Halbuki dinsel meseleler üzerinde öğütler vererek; halkı irşat edip yol yordam gösterenler; hem araştırıcı bir ilim adamı olmalı. Ki, iddia ettiğini, savını ispatlasın. Hem konuları derinlemesine inceleyen biri olmalı. Ki, dinin hükümlerini yerli yerine oturtabilsin. Hem de tam bir ikna edici olması şarttır.   

     Hakiki medeniyeti teşkil eden İslâmiyet, maddî bakımdan şimdiki medeniyetten -maalesef- geri kalmış durumda. Sanki İslâmiyet; kötü ahlâkımızdan dolayı bize darılmış, mazi tarafına dönüp gidiyor. Asrı Saadete / Saadet yani Hz. Muhammed’in zamanına bizi şikâyet edecektir. Bunun en büyük sebebi ise, İstibdattan sonra, umumun mürşidi / yol göstericisi olan üç büyük eğitim dalı mensuplarının birbirine karşı menfi tutumlarıdır! Bu hâli şu mısralar çok güzel bir şekilde ifade etmektedir:

    “Cümlenin (herkesin) maksûdu (kasdı) bir amma rivayet muhtelif (çeşitli).

      İfadelerimiz ayrı ayrıdır, senin güzelliğin ise birdir. Hepsi de o cemale (o güzelliğe) işaret ediyorlar.”

     Bu mısralar; İlâhiyatçılar, Mektebliler ve Tekke mensuplarının durumunu yansıtır vaziyettedir. Çünkü onlar zıt fikirler, çeşitli meşrep ve hareket tarzları ve birbirlerine aykırı anlayışlar içinde bulunmaktadırlar. Bu üç ilim ve irfan kaynağı mensuplarının; âdeta fikren, zikren ve ilmen birbirlerine düşmeleri; İslâm ahlâkının esasını sarsmış, milletin birliğini çatallaştırmış, medeniyetin yüksek seviyesinden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ve aşırılıkla diğerini tekfir ediyor / küfürle itham ediyor! Tadlil ediyor / dalâlet ve sapkınlıkla yaftalıyor! Öteki tefrit / geride kalma ile onu cahil görüyor! Onu güvenilmez buluyor! Bunun çaresi birlik olmaktır. Fikirlerin arasını bulmaktır. Doğrularda hemfikir  ve oydaş olarak aralarında barış ve uzlaşıyı sağlamaktır. Ta ki, orta yolda buluşulsun, birleşilsin. İlerlemedeki uyum ve düzen bozulmasın.

     Öyleyse yaşasın millî birlik, milletin birliği.

     Ölsün ihtilâf, anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık ve ikilik.

     Yaşasın millî muhabbet, millî sevgi, milletin birbirine karşı duyduğu sevgi.

     Gebersin şahsî, kişisel kin, husûmet, düşmanlık ve garaz.

     Yok olsun intikam ve öç alma fikir ve düşüncesi.

     Yaşasın akıl ve idare etme ve çare üretmede yoğunlaşmış dindar hürriyetçiler.

     Ayrıca şu hususu da unutmamak lâzım:

     “Nice doğru işleri ayıplayanlar vardır ki, bu onların anlayışının sakatlığındandır.”