ABD başkanlığının İran ile ilgili ekonomik kararları her ne kadar yaptırım olarak zikrediliyorsa da aslında bunun adı ambargodur. Ancak bu kararların ambargodan öte anlamı ise etki alanının İran’la sınırlı kalmamasıdır. Yani sadece İran değil bu ülkeyle iş yapanlar da “yaptırım” kapsamındadır.

BM sistemine göre barışı bozmaya yönelik tehditler sözkonusu olduğunda Güvenlik Konseyi’nin yaptırım uygulama yetkisi vardır. Beş daimi üyeden hiçbiri veto etmeden asgari 9 üyenin olumlu oyu ile yaptırım kararı alınabilir. Öte yandan bir devletin başka devletlerle ticari ilişkilerini kesme, alış-veriş dışında bankacılık, ulaştırma ve yatırım gibi konularda da hedef ülkeyi kara listeye alma hakkı vardır. Buna karşın hedef ülkenin de misilleme, zararla karşılık verme, diplomatik ve yargı zeminlerini kullanması mümkündür. 

5 Kasım’da yeni bir aşamaya geçen ABD’nin İran’a yönelik “yaptırımları” ise sonuç itibariyle bütün ilgili ülkeleri, ekonomideki domino etkisi dikkate alındığında ilgisiz ülkeleri dahi etkileyecek, cezalandıracak kararlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Türkiye yaptırımlar konusunda 8 muaf ülkeden biri olduğu halde İran’ın sıkışmışlığı eninde sonunda Türkiye’yi de olumsuz etkileyecektir. Belirtmek gerekir ki 8 muaf ülke arasında Türkiye dışında Müslüman olanı yoktur. Özellikle komşu ülkeler Pakistan, Afganistan, Azerbaycan için muafiyet sözkonusu değildir. Çin, Hindistan, Yunanistan, İtalya ise muaflar listesinde yer almaktadır.

2015’de Obama liderliğindeki ABD’nin yanında Rusya, İngiltere, Fransa, Çin ve Almanya ile İran masaya oturmuş ve nükleer silah üretimini önleme konusunda bir anlaşmaya imza atmışlardır. Trump daha seçim kampanyasında bu anlaşmayı tanımacağını ilan etti ve sözünü yerine getirdi. Bununla beraber anlaşmanın bölgesel ve küresel barış açısından hangi açıkları olduğu veya ilave hangi tedbirlerin alınması gerektiği yahut anlaşma çerçevesinde ne gibi aksaklıklar yaşandığına dair girişim yoktur. Ortada Uluslararası Hukuk açısından geçerli bir sözleşme olduğu halde Trump yönetimi, keyfi bir şekilde (İsrail lobisi öyle istediği için) sözleşmeden çekilme kararı aldı.

Her devletin daha önce imzaladığı sözleşmeden çekilme hakkı vardır. Şayet sözleşmeye göre bunun hukuki maliyeti veya sözleşme dışında siyasi riski varsa buna katlanır. Hitler’in Locarno Antlaşması’ndan çekilmesi nedeniyle Nürnberg’de yargılandığı gibi Trump’ı da böyle bir yargılamanın beklemediğini kimse garanti edemez.

Bütün bu politikaların nihai hedefi nedir? Trump veya Evangelist cephe ne yapmak ister. Ortadoğu olabildiğince karıştırılarak nereye varılmak isteniyor? Öncelikle Trump, dört bir yandan kuşatılmıştır. Ara seçimlerden önceki hassas denge, seçimlerden sonra daha da hassaslaştı. Sadece Trump’a yöneltilen suçlamalar açısından değil fakat Temsilciler Meclisi’nde bundan sonraki kararlar açısından da bu hassasiyet derecesi yükseldi. Bu şartlar altında Yahudi Lobisi ve İsrail’in talepleri son derece önemlidir.

Suriye, Irak ve Yemen’deki karışıklıklar sürerken, Fırat’ın doğusunda İsrail uydusu terör devletinin altyapısının oluşturulmasıyla çatışmaların daha da genişletilmesinin hedeflendiği açıktır. Katar krizinin geldiği aşama ile Kaşıkçı cinayeti sonrasında Suudi yönetiminin Beyaz Saray’a âmade kılınması projeleri de net bir şekilde okunmaktadır.

1932-1948 arasında İngiliz işgalcilerin kurup işlettiğ Kerkük-Hayfa petrol boru hattı İsrail’in kurulması sürecindeki çatışmalarda kullanılamaz hale geldi. 2003 müdahalesinden sonra bu hattın yeniden açılması, hatta Hazar kaynaklarının dahi bu istikametten Hayfa’ya akıtılması konusunda nice girşimler yapıldı ve projeler hazırlandı. Bununla beraber müdahaleden sonra Irak’ın yeniden kurulmasına, bölge enerji kaynaklarıya doğrudan irtibatlı özerk Kürt bölgesinin oluşturulmasına öncelik verildi. Nihayet Arap Baharı sürecinde Özgür Suriye Ordusu’nun başlattığı hareket zemininde nice terör örgütleri kuruldu. Tam da hedef coğrafyada IŞİD ortaya çıktı. ABD’den devşirilen silahlarla kurulan yönetimin işlediği cinayetler, bölgeye müdahaleyi “zorunlu” hale getirdi. Washington böyle bir terör örgütüne karşı bîgâne kalmadı ve İsrail çıkarları doğrultusundaki projeleri yürütecek PYD-ABD devletçiğinin temellerini attı.

Bugün PYD-ABD işgal bölgesi, aynı zamanda Kerkük-Hayfa hattının omurgasını oluşturmaktadır. Hazar kaynaklarının da buradan geçmesi muhtemelen İran’daki karışıklıkların varacağı nokta ile bağlantılıdır. Ancak muhtemel saldırılara karşı İranlı yöneticiler ABD-İsrail cephesine altın topside bir fırsat sunuyorlar: “İran, gerekirse Hürmüz Boğazı’nı kapatır.” Bunun anlamı başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez petrol ve doğalgazı için Hayfa’ya ulaşan boru hatları inşasının bir an önce başlaması gerekmektedir. Kaşıkçı cinayetinden sonra gerek Suudi, gerekse köşeye sıkıştırılmış olan Katar yönetimi, bunun ötesinde diğer Körfez emirlikleri ABD-İsrail cephesinden gelecek böyle bir talimata hazırdırlar.

Bununla beraber ambargo kararına karşı başta Almanya-Fransa-İngiltere olmak üzere diğer küresel aktörlerin stratejileri netlike kazanmamıştır. Bu süreçte şüphesiz Rusya en kârlı ülkelerden olacaktır. Putin’i heyecanlandıran gelişmelerin başında petrol fiyatlarındaki artış beklentisi bulunmaktadır. Bunun yanında ABD ve Ortadoğu’daki bağlılarının İran ateşine atlamalarıyla çok daha fazla karışacak coğrafyaya kendi çıkarları açısından en uygun şartlarda katılmak için fırsat kollayacaktır. Suriye’de daha ihtiyatlı hareket ettiği gözden kaçmamaktadır. Bir bakıma dünya savaşlarında tarafların yorulmasından sonra ABD’nin katılarak son sözü söylemesini, Putin bu süreçte denemeyi düşünmektedir. Bu hengâmede Kırım veya Ukrayna’da yaşananlar da kimsenin aklına gelmeyecektir. Rusya, Hazar kaynaklarının dahi İsrail’e uzanmasına sessiz kalabilir. Bunun karşılığında alacakları önemli!