Araştırma Görevlisi KÜRŞAT YILDIRIM ve Eşi, Doktora Öğrencisi ELVİN YILDIRIM’ın
İPEK YOLU Seyahatinde Üçüncü Durak: DUNHUANG

Oğuz Çetinoğlu: Çin’de üçüncü durak olan Dunhuang’a yolculuğunuz nasıl geçti?

Kürşat Yıldırım: Şian'dan bineceğimiz tren 14 saat gecikmeli olarak kalktı. Bu esnada tren istasyonu içinde beklemek mecburiyetindeydik. Çünkü kimse trenin ne zaman kalkacağını bilmiyordu. İstasyondaki memurlar ise Çince konuşan bir yabancıdan korktuklarından olsa gerek her keresinde trenin iki saat sonra kalkacağı cevabını veriyorlardı. Gerçekten tepede bir yerlerde bir ‘demir yumruk’ vardı. İnsanlar sadece yerlere uzanıp uyuklamakla iktifa ediyorlardı.
Biz de satın aldığımız gazeteyi sererek yere uzanmaktan başka bir iş yapmadık. İnanılmaz bir insan yığını vardı. İstasyondaki pislik ve kokunun hududunu kimse çizemezdi. Bu arada meraklı gözler üzerimizdeydi. Nasıl olduysa bir anda bir Uygur ile göz göze geldik. Böyle bir karşılaşmaya yeryüzünde Türklerden başka hiçbir millette tesadüf edileceği kanaatinde değilim. Yıllar önce birbirinden ayrılmış iki dostun tekrar buluşunca sulanan gözler vardı bu kardeşimizde. Nasıl bir iştir anlamak mümkün değildi. Uygur geldi ve ‘Selamünaleyküm’ diyerek benle tokalaştı. Sanki tanışıyormuşuz gibi davranıyordu. Türkiye Türkü olduğumuzu söyleyince bir daha kucaklaşma ihtiyacı hissetti. Adı Amanullah olan Hotenli Uygur kardeşimiz, Şian'da çalıştığını ve tatil için memleketine gittiğini söyledi. Üç yaşındaki kızının Kuran-ı Kerim okuyabildiğini söylerken yüzünde beliren saadet hiçbir şekilde tarif edilemezdi. Ona Hoten'e de gideceğimizi söyleyince bana telefonunu vererek Hoten'e vardığımızda mutlaka aramamı söyledi. Treni kalkacak olan Amanullah tekrar sarılıp bizden ayrıldı. Allah işlerini rast getirsin. Etrafta ‘Türk’ün ve ‘kucaklaşma’nın ne olduğundan habersiz Çinliler hayretler içinde neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı.
Sabah saat 10.57'de kalkması gereken Dunhuang treni gece 02.00’de'de kalktı. Binlerce Çinlinin arasında bir tek biz sinirli gibi duruyorduk galiba. Hatta gelen treni ‘Tanrı'nın lütfu’ gibi karşılayarak ‘Demir Yumruk’a şükredenler bile olabilirdi.

Çetinoğlu: Trene bindikten sonra yataklı vagona geçecektiniz…    .

Yıldırım: Trene bindikten sonra sert koltuklu vagona yerleştik. Ben yine ‘birilerini’ bulmaya çalışıyordum. Yataklı vagona geçmeliydik. Tren idaresinde bürokratların nasıl tanrılaştığını ve sorduğum herkesin ‘kolunda çizgi olana git’ dediğini hayretle müşahede ettim. Trene nasıl girdiklerini anlamadığım onlarca biletsiz yolcudan paralar toplanıyordu. Bunlar yerlerde, kapı ağızlarında ve hatta tuvaletlerde uyuyorlardı. Bileti değişmem için yardım etmesini istediğim görevliler korku ve umursamazlık arası bir tavırla hep nerde olduğu bilinmeyen aynı kişiye işaret ediyorlardı. Çince konuşmam sebebiyle de hep nereli olduğum ve nereye gideceğim gibi meraklı sorulara muhatap oluyordum. Nihayet nasıl olduysa ‘De¬mir Yumruk’un trendeki gölgesine ulaşabildim. Bana Dunhuang'da ne yapacağımızı ve Dunhuang'tan sonra nereye gideceğimizi sordu. Ben ise güzergâhımızdan hiç bahsetmeden muhtemelen Şian'a geri döneceğimizi, Çin kültürünü çok sevdiğimizi ve Çin'in tarihî şehirlerini gezdiğimizi söyledim. ‘Kolu çizgili’ amir derhal yanındaki kıza biletimizi kestirdi ve biz de çantalarımızı alıp yataklı vagona geçtik.

Çetinoğlu: Yolculuğunuz ne kadar devam etti?

Yıldırım: Kansu koridoru boyunca batıya ilerleyen yolculuğumuz yaklaşık 22 saat sürdü. Dunhuang'a vardıktan sonra bir taksi tutup şehir merkezine indik ve bir otele yerleştik.

Çetinoğlu: Ve sonra yine İpek Yolu yolculuğu…
Yıldırım: Ertesi gün sabah erkenden kalktığımızda ilk iş olarak Kumul'a tren biletlerini aldık. Akşam 21:57'deki trene binmek için Dunhuang'ın 120 kilometre kuzeyindeki Liu-yuan'a gitmemiz gerekiyordu.
Bankaya uğrayıp uzun süren para bozdurma işinden sonra rahat hareketlerle köşedeki polislere Dunhuang'da gideceğim yerleri söyledim ve taksi ücretinin ortalama kaç para tutacağını sordum. Onlar da hepsi beraber başka işleri yokmuş gibi birbirleriyle muhakeme yürütüp bir de telefon açarak 350-400 yuan civarı tutacağını söylediler. Teşekkür ederek ayrıldım ve hemen geçmekte olan bir taksiyi çevirdim. Geçen her dakika aleyhimize işliyordu. Taksici yirmili yaşlarda bir kızdı ve o da babasına telefon açarak ve hatta telefonu bana vererek sıkı bir pazarlık sürecini başlattı. Telefondaki adam 500'den aşağı düşmese de kızı 400 yuana ikna ettim. Akşama kadar toplam 220-250 kilometre yol yapacak ve ayrıca hususî şoförümüz olacaktı. Kız yorgun olduğunu söyleyip yakındaki evlerine gitti ve biraz sonra babası direksiyona geçti. Artık ilk gideceğimiz yer olan ve Dunhuang'ın 80 kilometre kuzeybatısında bulunan Yeşimtaşı Kapısı'na doğru yola koyulduk.

Çetinoğlu: İsmi ilgi çekici… Yeşimtaşı Kapısı Geçidi nasıl bir yer?
Yıldırım: Yeşimtaşı Kapısı Geçidi adlı yer, M.Ö. 206-M.S. 220 yılları arasında hüküm süren Çinlilerin Han Hanedanlığı devrinde Çin'den batıya açılan iki önemli geçitten birisidir. Burası Heşi Koridoru'nun batı ucunda, Gansu Eyaleti'ne bağlı Dunhuang Şehri'nin kuzeybatısında yer almaktadır.
Bu yer çok kadim devirlerden beri Çin'in batıya açılan en mühim bir kapısıydı. Hunlar Çin içlerine kadar seferler yapıp Çin'i baskı altında tutunca Çin İmparatoru Wu, bugünkü Gansu Eyaleti'nin batı ucundaki stratejik kuşakta Yeşimtaşı Kapısı Geçidi ve onun güneyinde Güney (Yang) Geçidi adlı yerlerin kurulmasını emretti. Böylelikle birer askerî garnizon ve gümrük kapısı gibi işleyen bu iki geçit Çin'in elini güçlendirdi.
Yeşim Taşı Kapısı askerler, memurlar ve büyükelçiler için bir posta istasyonu vazifesi görmekteydi. Yine bu geçit Çin'den Türkistan sahasına ve Türkistan'dan Çin'e türlü türlü malların değiş tokuş edildiği bir pazar vazifesi görüyordu. Ancak Türkistan'dan çıkan yeşimtaşının Çin'e bu kapıdan sokulması sebebiyle ‘Yeşimtaşı Kapısı Geçidi’ adı verildiği söylenmektedir.
Bugün artık deve kervanları ve pazar kalabalığı kayboldu, geçidin bir önemi kalmadı. Sadece Gobi Çölü'nde dikdörtgen bir kale ayakta kalmıştır. 27 metre uzunluğunda, 29 metre genişliğinde ve 32 metre yükbekliğindeki bu kale 232 m2 yer kaplamaktadır. Sarı topraktan inşa edilen bu kalenin iki kapısı vardır: Batı kapısı ve kuzey kapısı.
Kalenin üstünde 140 santim genişliğinde nöbet yeri yapılmıştır. Yine mazgallarla berkitilmiştir. Kalenin güneydoğu köşesinde atların kale üstüne çıkmasını sağlayan rampa vardır.
Yeşimtaşı Kapısı Geçidi'nden sonra çöl içerisinden Güney Geçidi'ne doğru yola koyulduk. Her fırsat bulduğunda uyuyan uyuşuk şoförümüz sıcağın ve sapsarı çölün verdiği bir atalet ve boşluk duygusuyla olsa gerek direksiyon başında uyukluyordu.
Omzuna ara ara vuruyordum ve aynı zamanda kendisiyle konuşarak uyanık tutmaya çalışıyordum. Kazasız belasız gelebilmiştik.
Yeşimtaşı Kapısı Geçidi'nin güneyinde bulunan Güney Geçidi, Heşi Koridoru'nun batı ucunda, Gansu İli'nin batısındaki Dunhuang Şehri'nin 70 kilometre güneybatısındaki Nanhu Köyü'ndedir. Bu yer milâttan önceki devirlerden beri Yeşimtaşı Geçidi ile beraber Çin'in batıya açılan iki geçidinden biriydi. Güney Geçidi, Yeşimtaşı Kapısı Geçidi'nin güneyinde olduğu için bu adı almıştır. Bu geçit, Yeşimtaşı Kapısı Geçidi ile birlikte İpek Yolu'nun en şahikalı devirlerine şahitlik etmiştir. Seyahatnamesinde Türkistan sahası ile ilgili mühim bilgiler veren Şuanzang adlı meşhur Budist rahip, Budizm'i araştırmak üzere batıya giderken bu geçitten geçmişti.
Bu geçit 618-907 yılları arasında hüküm süren Tang Hanedanı'nın ünlü bir şairi Vang Vei tarafından yazılmış şiirde geçer:
‘Ah, dostum, samimiyetle bir kadeh şarap daha almanızı üsteliyorum. Zira Güney Geçidi 'nin batısında artık dost görmeyeceksiniz.’
Güney Geçidi daima bir yalnızlık ve hüzün yeri oldu. Song ve Ming hanedanları devrinde İpek Yolu'nun yok olmasıyla beraber Güney Geçidi de unutuldu.
Yüzyıllar geçtikçe kum tepecikleri bu geçidi sildi süpürdü. Uçsuz bucaksız çölün ortasında sadece bir işaret kulesi bakiye kaldı. Kule 15 metre yüksekliğinde ve 8,7 metre genişliğindedir. Hiçbir sur ve duvar görülmemektedir, çünkü hepsi rüzgâr ve kum tarafından yok edilmiştir.
Güney Geçidi'nde at kiralayarak geçitten birkaç defa giriş çıkış yaptım. Böylece atalarımın kaybolan nal izleri üzerindeki kumları temizledim. Bir görevlinin yularından çekerek yürüttüğü ata, atalarıma yakışır bir şekilde tek başıma binip hızla ilerlediğimde oradaki birkaç Çinli'nin küçük gözlerinde büyüyen hayretleri anlamak zor değildi. İpek Yolu kapandığından beri bu topraklarda kaybolan en önemli şey, galiba atı üzerinde dimdik Çin topraklarına giren bir Türk idi. İşte bu yüzden ‘Kaybolanların Izinde’yiz.

Çetinoğlu: Sonrasında Türk izleri var mı?
Yıldırım: Güney Geçidi'nden ayrıldıktan sonra Dunhuang Mağaraları'na doğru yola koyulduk. Birçok bakımdan Türk tesirleri altında olan Dunhuang'daki Bin Buda (Mogao) Mağaraları, Budist sanatın hazineleri olarak görülmektedir. Bu yer, Mingsha (Islık) Dağı'nın doğu yamacında, Dunhuang şehir merkezinin 25 km uzağındadır. Burası tahta yollarla mağara girişlerine ulaşılan ve kuzeyden güneye 1.600 metre uzunluğunda bir yerdir.
Tang Hanedanı devrindeki kayıtlarına göre, 366 yılında Lezun adındaki bir Budist keşiş Dunhuang'a gelmiş ve altın ışık huzmesi altında bin Buda görmüş ve bunu bir işaret sayarak Dunhuang'daki bu yerde mağaraları inşa etmeye başlamıştı. Bu yüzden buraya Bin Buda denilmektedir.
Buradaki Budist sanat Türkistan ve Hindistan menşelidir. Bin Buda'yı yapanlar mağara duvarları önüne kilden heykeller yerleştirdiler, duvarlara ve tavanlara oyma veya kabartmalar yaptılar, resimler çizdiler. Buradaki en büyük heykel 34,5 metre ve en küçüğü ise sadece 2 santimetre yüksekliğindedir.
Mağaralar Hint, Türk ve Çin Budist sanatının izlerini taşımaktadır. Mağaralarda elbette ki zamanın ve mekânın getirdiği ilâvelere rastlanmaktadır. Toplam 750 mağaradaki resimler ve heykeller günlük hayatı ve bunun yanında belli hadiseleri anlatmaktadır. Burada Budist sanatın yüzyıllar boyunca geçirdiği aşamalara şahit olmak mümkündür. Bölgeye hâkim olan hanedana göre fırçaların batırıldığı boyalar ve fırçaların tarzı değişmiştir.

Çetinoğlu: ‘750 mağara’ dediniz. Hangi tarihte yapılmış?
Yıldırım: 4. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar Budist rahiplerin batıdan toplayıp getirdikleri heykeller mağaralara konulmuş ve yine buradan geçen rahipler mağaralara resimler yapmışlardır. Mağaralar 11. yüzyıldan itibaren kapatılmış ve yazma eserlerin ve mukaddes emanetlerin saklandığı bir yer hâline getirilmiştir.
Tam olarak boyanmış mağaralar canlı geometrik şekillerle ve bitki tezyinatlarıyla doludur ki sembolik mahiyette değildir. Heykeller de parlak boyanmıştır. 5. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar tarihlenen duvar resimlerinin tekrar tekrar yapıldığı bilinmektedir. Duvar resimleri toplam 45.000 m2 bir alanı kapsamaktadır.

Çetinoğlu: Sanat yönü var mı?
Yıldırım: Resimler hem mahiyet hem de şekil bakımından yüksek bir değere sahiptir. Budizm en yaygın tema olsa da ananevi mistik temalarda görülmektedir. Bu duvar resimleri yaklaşık bin yıllık bir devrede Budist sanatın evrelerini müşahedeye imkân vermektedir.
Mağaralarda 2.400 civarında kil heykel vardır. Bunlar önce ağaç bir iskelet üzerine yapılmış, saz ile doldurulmuş, kil ile sıvanmış ve nihayetinde boyanmıştır.
Büyük heykeller ise bir taş üzerine yapılmışlardır. Buda umumiyetle ortada durmakta ve etrafında ‘canlıların Buda'ya erişmesine yardım eden’ boddhisattvalar, Budizm'deki semavî hükümdarlar, ‘ruh’ devalar, ‘peri’ apsaralar ve diğer mitolojik kimseler bulunmaktadır. İlk heykeller Hint ve Türkistan menşelidir ve Gandhara tarzından da izler taşımaktadır.

Çetinoğlu: Fotoğraflarını çekebildiniz mi?
Yıldırım: Mağaralar içinde fotoğraf veya video çekmek yasaktır. Mağaraların kapıları ise kilitlidir. Elinde kapıların anahtarını taşıyan Çinli rehberler gruplar hâlinde hareket eden ziyaretçileri gezdirmekte ve mağaralardaki resim ve heykelleri elbette tek bir defa ‘Türk’ adı geçmeden anlatmaktadır. Çince ve İngilizce yapılan bu açıklamalara göre mağaralar Çin kültür ve medeniyetinin mahsulüdür. Zorbalık güzellikleri böyle kapatır işte!
Resimlerde Budaların ve Gök Tanrısı'nın resimleri, Budizm kitaplarında anlatılan hikâyeler, Budizm'in Hindistan, Türkistan ve Çin'de yayılması ile tarihte tanınmış din adamlarıyla ilgili hikâyeler anlatılmaktadır. Mağaralardan ayrıldıktan sonra emanet kısmına bıraktığımız çantalarımızı almak üzere otelimize gittik.

Çetinoğlu: Sonra da Kumul’a hareket mi?
Yıldırım: Evet! Taksiciye yolda Kumul trenine bineceğimiz Liu-yuan'a kaç dakikada gidildiğini sordum. Taksici yaklaşık bir saat deyince yol herhalde dümdüz bir otoban diye düşünüp Dunhuang'da iki saatimiz daha olduğunu hesapladık.
Otelden eşyalarımızı aldıktan sonra taksiciye bizi bir Müslüman lokantasına götürmesini söyledik. Bugün hiçbir şey yememiş sadece su içmiştik. Arka tarafı cami olan bir Dungan lokantasında bir şeyler yedikten sonra taksiye binerek Liu-yuan'a gitmek üzere taksi dolmuşların kalktığı yere gittik. Saat akşam 8'i geçiyordu, tre¬ne binmemize iki saatten az kalmıştı. Otogarın önünden kalkan taksi dolmuşlar dört yolcu tamamlanınca kalkıyordu ve kişi başı 40 yuan alıyordu, fakat ortalarda kimsecikler yoktu. Taksiciye Liu-yuan'a ne kadar vakitte gittiğini sorup ‘iki saat’ cevabını alınca başımızdan aşağı kaynar sular döküldü. Eğer treni kaçırırsak Dunhuang'da birkaç gün kalmamız gerekebilirdi. Çünkü bilet bulmak tamamen şanstı ve rüşvetin dolgunluğuna bağlıydı. Taksiciye 150 yuan vereceğimizi ve bizi trene yetiştirmesini söyledim.
Çinli gibi davranmayan bu dürüst ve saygılı adam insanüstü bir gayretle, çukurlarda zıplaya zıplaya bizi trene yetiştirdi.
Ben kendisine 200 yuan verdim ve teşekkür ettim. Şoförün yüzünde fazla para aldığı için değil ama bizi trene yetiştirdiği için beliren gururlu gülümsemeyi unutmamız mümkün değildi. 21.57'de Liu-yuan'dan kalkacak olan Urumçi trenine 21.56'da yetiştik. Çinli görevliler birbirlerine ‘yabancı, yabancı’ diye bağırıp yol gösteriyorlardı. Üzerlerimizden akan teri umursamamızın imkânı yoktu. Başarmıştık. Doğu Türkistan trenindeydik artık. Bir sonraki durağımız Kumul idi.