İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı basit bir olay değildir; Avrupa tarihinin, dolayısıyla dünya tarihinin akışını etkileyecek bir gelişmedir. Bu nedenle, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararıyla sonuçlanan referanduma uzanan sürecin arka planını doğru okumak gerekir. “Hayır”a uzanan sürecin perde arkası irdelendiğinde görülüyor ki, Birleşik Krallık’ta yapılan referandumdan “AB’YE HAYIR” sonucunun çıkması, dünya tarihinin akışını değiştirmeyi hedefleyen bir büyük operasyonun sonucudur. 

İngiltere’nin AB’den ayrılma kararıyla Pandora’nın kutusu açılmıştır ve Arap Baharı rüzgarları Avrupa kıtasında da esmeye, estirilmeye başlanmıştır. Görmemiz, bilmemiz gereken, bu sonucu kimlerin, neden istedikleridir. 

İngiltere’nin AB’den ayrılma kararında İngiliz medyasının önemli rol oynadığı anlaşılıyor, ama asıl merak edilen, The Sun ve Sunday Times gibi ülkenin ençok okunan gazetelerinde çıkan yazıların yayınlamasını sağlayan gücün kimliği ve hedefidir.

İngiltere’nin, Başbakan Cameron önderliğinde, sürpriz gibi görünen bir referandum kararıyla sandığa gitmesi ve sonuçta Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılması (Brexit) beklenmedik bir sonuç değildi. Bu ayrılma kararını, yalnızca, seçmenin çoğunluğunu oluşturan 50 yaş üstü gelenekselci İngilizlerin yabancı düşmanlığına, giderek yükselen İslamofobiye ve mülteci akınına bağlamak da doğru değildir. Referandum öncesinde medya üzerinden başarıyla yürütülen algı operasyonunda bu argümanlar kullanılmıştır, ama gerçekleri görebilmemiz için yanıtını bulmamız gereken soru şudur: İngiltere’nin AB’den ayrılmasını kimler neden istiyorlardı?

Birleşik Krallık’ta Perşembe günü yapılan referandum’da sandıktan çıkan AB’den ayrılma kararını değerlendiren yorumlar özetle şöyle diyorlar:"AB'den ayrılma taraftarı blok oldukça başarılı bir kampanya yürüttü. O kadar ki, AB yanlısı Başbakan Cameron'un Muhafazakar Parti seçmenin çoğunluğu bile ayrılma yönünde oy kullandılar. ABD ile olan stratejik müttefikliğini her şeyin önüne yerleştiren, euro kullanmayan, Schengen Bölgesi'ne dahil olmayan İngiltere’de çoğunluğu oluşturan orta yaş üstü seçmen, AB bütçesine aktarılan payın yüksekliğinden, Ada nüfusuna her yıl gelen 300 bin göçmenin yarattığı sorunlardan, Türkiye gibi 78 milyonluk Müslüman bir ülkenin AB’ye üye yapılacağı söylentilerinden rahatsız oldu ve AB’den ayrılma yönünde oy kullandı.”  

Bütün bunlar doğru, ama referandumda sandıktan İngiltere’nin AB üyeliğini noktalayan bir sonuç çıkmasının gerçek nedenlerini anlatmada eksik kalıyor. 

İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı basit bir olay değildir; Avrupa tarihinin, dolayısıyla dünya tarihinin akışını etkileyecek bir gelişmedir. Bu nedenle, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararıyla sonuçlanan referanduma uzanan sürecin arka planını doğru okumak gerekir. “Hayır”a uzanan sürecin perde arkası irdelendiğinde görülüyor ki, Birleşik Krallık’ta yapılan referandumdan “AB’YE HAYIR” sonucunun çıkması, dünya tarihinin akışını değiştirmeyi hedefleyen bir büyük operasyonun sonucudur. 

İngiltere’nin AB’den ayrılma kararıyla Pandora’nın kutusu açılmıştır ve Arap Baharı rüzgarları Avrupa kıtasında da esmeye, estirilmeye başlanmıştır. Görmemiz, bilmemiz gereken, bu sonucu kimlerin, neden istedikleridir. 

Geçtiğimiz Perşembe günü Birleşik Krallık’ta yapılan referandumda, sandıktan çıkan AB’den ayrılma kararı, toplulukta kalmayı destekleyen genç kesimde büyük bir şaşkınlık ve tepki yarattı. Sokaklara dökülerek sonucu protesto eden genç İngilizler, seçmenin çoğunluğunu oluşturan orta yaş üstü seçmenlerin, yani anne ve babalarının AB’den çıkma kararına neden onay verdiklerini anlamaya çalışıyorlar. 

Genç İngilizlerle yaşlı kuşak arasında, AB üyeliği konusunda büyük bir görüş ayrılığı var. “Çoğunluğu oluşturan yaşlı seçmenin çok duyarlı olduğu argümanlar kullanılarak, medya tarafından yönlendirildiği” iddiası ciddi olarak irdeleniyor, değerlendiriliyor. 

İNGİLTERE’NİN AB’DEN AYRILMA KARARINDA ABD’NİN, MURDOCK MEDYASININ  ETKİSİ VAR MI?

Perşembe günü İngiltere’de oy kullanan seçmen çoğunluğunun yaş ortalaması orta yaşın üstündedir. Bu seçmenlerin oyları sandıktan, “AB’YE HAYIR” sonucunun çıkmasında etkili olmuştur. Fakat, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararını, “yaşlı, gelenekselci  seçmenin tepkisiyle oluşmuş bir sürpriz sonuç” olarak açıklamak da gerçekçi değildir. Günümüz İngiltere’sinde yapılan böylesine önemli bir oylamada, seçmen çoğunluğu, iddia edildiği gibi, medya üzerinden etkilenebilmişse, bu, bilim adamları tarafından incelenmesi gereken çok önemli bir konudur.  

İngiltere’nin AB’den ayrılma kararında İngiliz medyasının önemli rol oynadığı anlaşılıyor, ama asıl merak edilen, The Sun ve Sunday Times gibi ülkenin ençok okunan gazetelerinde çıkan yazıların yayınlamasını sağlayan gücün kimliği ve hedefidir.  

Avustralya kökenli işadamı Rupert Murdock’un sahibi olduğu International News (IN) medya grubuna bağlı olan The Sun ve Sunday Times, dünyada İngilizce yayın yapan gazeteler arasında ençok okunan gazeteler olarak anılıyorlar. Fakat, Murdock’un gazetelerinin sicili pek temiz değil. O nedenle, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararının çıktığı referandumda medyanın ne yönde, nasıl etkili olduğu ayrıntılı olarak inceleniyor. Bu araştırmalardan, “AB’ye hayır” diyen yaşlı İngiliz seçmenlerini şok edecek sonuçlar da çıkabilir. Çünkü Murdock medyası, geçmişte, basın ahlakıyla hiç de bağdaşmayacak pek çok skandala imza atmış.

2011’de İngiltre’de yaşanan telekulak skandalında, The Sun ve Sunday Times gazetelerinin, İngiltere’nin İşçi Partili Başbakanı Gordon Brown’ın banka hesaplarını ve hasta oğlunun sağlık raporlarını ele geçirdiği ve bunları santaj aracı olarak kullandığı ortaya çıkmıştı. Sunday Times da, patronlarının bu skandaldan büyük zarar göreceğini, New York borsasında işlem gören hisse senetlerinin değer kaybına uğrayacağını” manşetten duyurarak “tarafsız basın” (!) örneği sergilemişti. 

Murdock ve gazetelerine yönelik suçlamalar saymakla bitmiyor. Kraliyet ailesine mensup kişilerin telefonlarının da bu gazete çalışanları tarafından dinlendiği ortaya çıkmış ve Prens Charles ile eşi Camilla dikkatli olmaları konusunda uyarılmıştı. 

MERKEL NE YAPMAK İSTİYOR?

İngiltere’nin AB’nin iki çekirdek devleti olan Almanya ile Fransa’nın, Kuzey Afrika’daki, Libya’daki  ve Ortadoğu’daki gelişmelere gereğinden fazla müdahil olmaları, ABD’nin olduğu kadar, İngiltere’nin de işine gelmiyordu. II. Dünya Savaşı’nda kayıtsız şartsız teslim olan Almanya Başbakanı Merkel’in savunma bütçesinde artışa gideceklerini, Avrupa’nın savunma ihtiyaçları konusunda ABD’ye bel bağlamayacaklarını dile getirmesi de Batı cephesinde rahatsızlık yaratıyordu. 

AB’nin lokomotif ülkelerinden biri olan Almanya’nın yalnızca bir ekonomik güç değil, aynı zamanda bir askeri güç oluşturma hevesi de ABD’yi rahatsız eden bir konuydu. İngiltere’de yapılan referandum öncesinde (Salı günü) bir toplantıda konuşan Şansölye Merkel, Gayri Safi Yurtiçi Hasılası’nın (GSYH) yüzde 1.2’sini savunmaya harcayan Almanya’nın, ABD gibi, GSYH’sının yüzde 3.4’ünü savunmaya harcaması gerektiğini söylemişti. 

Dahası da var; Almanya Savunma Bakanı Ursula von der Leyen, geçen ay yaptığı bir konuşmada, “Çeyrek yüzyıllık küçülme artık bitti. Bundeswehr! (Almanya’nın Silahlı Kuvvetleri) yeniden büyütme zamanı geldi” demişti. Alman Savunma Bakanı yaptığı bu heyecanlı konuşmasında, Alman Ordusu’nun, Soğuk Savaş’tan sonra ilk kez genişleyeceğini ve 7000’i yeni asker, 4000’i sivil olmak üzere Bundeswehr bünyesine 1100 personel ekleneceğini duyurmuştu. Bu arada, geçtiğimiz günlerde Bil dam Sontag gazetesine konuşan Almanya Dışişleri Bakanı Frank Walter Steinmer, Doğu Avrupa’da yapılması planlanan tatbikatları, “NATO ile Rusya arasındaki gerilimi tırmandıracak savaş çığırtkanlığı” olarak nitelemişti. 

Temmuz’da Varşova’da yapılacak NATO zirvesi öncesinde Berlin’den gelen bu yöndeki açıklamalar, Washington’da, “ABD’nin şekillendirdiği NATO politikasına bir tepki” olarak değerlendiriliyordu. 

O nedenle, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararının, “ABD-İngiliz ortak yapımı bir kurgu” olduğu kuşkusu giderek ağırlık kazanıyor.

ABD AB’Yİ NEDEN DESTEKLEMİYORDU?  

Avrupa Birliği, tarihteki Otuzyıl Savaşları, Yüzyıl Savaşları gibi uzun soluklu çatışmaların tekrarını önlemeyi amaçlayan barışçı bir projeydi. Küresel adaletin işlerlik kazanması için çok kutuplu bir dünya düzeni savunuyordu. 

Açıkça dillendirilmiyordu, ama doların karşısında tüm dünyaca kabul gören bir başka para biriminin olması gerektiğini de savunuyordu. Bu düşünce Saddam, Kaddafi, Chavez, Ahmedi Nejat gibi petrol üreticisi ülkelerin liderleri tarafından da destek görüyor, uygulanması yönünde çeşitli girişimler yapılıyordu. Libya Lideri Kaddafi petrolden kazandığı trilyonlarca dolarlarını Amerikan bankalarında değil, Fransa bankalarında saklıyordu. Sarkozy’yi Fransa Cumhurbaşkanlığı’na taşıyan propaganda sürecinin giderlerini finanse ediyor, Euroya dolaylı yoldan destek veriyordu. 

İngiltere AB üyesi oldu, ama para birimi olarak kendi parasını kullanmaya devam etti.  Bu kararıyla, euronun dolar karşısında yeni bir para birimi olarak sivrilmesine destek vermek niyetinde olmadığını ortaya koymuş oluyordu. Fakat, AB’nin kaptan köşkündeki Almanya ve Fransa liderleri, euroyu küresel çapta kabul gören bir değişim birimi ve dolardan daha değerli bir para birimi yapabilmek için büyük çaba harcadılar. 

İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmasındaki/koparılmasındaki en büyük etken, euronun dolar karşısında saygınlığını korumuş olması ve küresel çapta kabul gören bir para birimi olma özelliğini uzun yıllar sürdürebilmiş olmasıdır. 

Küresel liderliğini Ortadoğu’nun petrol ve doğalgaz zenginliği üzerinden sürdürme kararlılığında olan ABD’nin ekonomisini ayakta tutabilmesi için doların saygınlığını koruması gerekiyor. Bunun için de petrol ve doğalgazın dolar dışında bir para birimi ile satılmasına asla tahammülü yok. ABD Saddam, Kaddafi, Chavez ve Ahmedi Nejat dönemlerinde yaşanan petrolün euro ile satılması girişimlerini bir daha asla yaşamak istemiyor. AB’nin çekirdek devletleri olan Almanya ile Fransa, zaman zaman gündeme gelen petrolün euro ile satılması girişimlerine açıktan destek vermediler, ama hiçbir zaman da karşı çıkmadılar.. 

ABD İNGİLTERE’Yİ AB’DEN NASIL KOPARDI?

ABD bütün bu girişimleri not etmiş olmalı. Saddam, Kaddafi, Chavez ve Ahmedi Nejat’ın safdışı edilmesinden sonra, hesaplaşma sırası Avrupa Birliği’ne gelmiş gibi görünüyor. İngiltere’nin AB’den koparılma operasyonunda ABD’nin rolü ciddi ciddi sorgulanmasının nedeni, perde arkasındaki euro-dolar savaşına uzanıyor. 

ABD’nin,  9.11.2001 İkiz Kuleler şoku eşliğinde Afganistan ve Irak’ı işgal ederek uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında petrol zengini Müslüman ülkeleri “Arap Baharı” rüzgarlarıyla iç savaşa sürükleyip parçalarken, petrol varil fiyatını 120 dolarlardan 30 dolar seviyesine düşürerek Rusya’yı ekonomik kriz üzerinden etkisiz eleman durumuna getirmeye çalışırken, Avrupa coğrafyasında kendisine rakip olacak bir gücün oluşmasına sıcak bakması mümkün değildi. Hele bu birliğin para birimi olan euronun, petrol satışlarında doların yerini almasına asla razı olamazdı. 

Perşembe günkü İngiltere’de yapılan referandumda, çoğunluğu orta yaşın üzerinde olan seçmenin kararını İngiltere’nin en çok okunan gazeteleri olan The Sun ve Sunday Times gibi gazetelerin etkiledikleri konuşuluyor. Tiryakisi oldukları gazetelerde okudukları “Polonya göçmenleriyle başa çıkamazken, şimdi de, AB üyesi yapılacak 78 milyonluk Müslüman bir Türkiye ile nasıl başa çıkacağız” ya da “Kraliçe bile ‘Hayır’ oyu kullanacak” şeklindeki yayınların, orta yaş üzerindeki İngiliz seçmenin “Hayır” yönünde oy kullanmalarına neden oldukları kabul ediliyor.

ABD’nin, Murdock’un gazetelerini kullanarak düzenlediği  başarılı bir algı operasyonuyla İngiltere’yi AB’den koparıp aldığını söylemek için vakit erken, ama  önemli sonuçlar doğurabilecek  böylesine önemli bir operasyona ilgisiz kaldığı da düşünülemez.