Bu zaman ve zeminde hayat okulu bizleri kendimize getirecek şu dersi veriyor:

Avrupalılar fen ve bilimde o derece ileri gittiler ki, âdeta istikbal denen geleceğe uçarcasına yol aldılar. Ve almaktalar. Her gün ilerlemenin yeni bir basamağını geride bırakmaktalar.

Şaşkın bakışlarla onları seyretmek de bizlere düşüyor.

Bizlerin neden ve niçin böyle geri kaldığımızı da acı acı düşündürüyor. Başta biz olmak üzere İslâm ülkelerinin maddî bakımdan Ortaçağ seviyesinde kalışının sebeplerini, bir bir önümüze seriyor. Görüyor ve anlıyoruz ki, maddeten geri kalışımızda rol oynayan birinci sebep; yeisin / ümitsizliğin maalesef içimizde hayat bulup dirilmesidir.

Bunu yenmenin başta gelen çaresi “emel” sahibi olmaktır. Çünkü “Yeis; mâni-i her kemâldir.” / “Her türlü gelişmenin önündeki en büyük engel yeis yani ümitsizliktir.” Oysa “emel” sahibi olmak demek, Allah’ın rahmetinden ümidi kesmemek; aksine ona karşı kuvvetli bir ümit beslemektir.

Kaldı ki, hem bizim hem İslâm âleminin dünyada baş gösterecek saadet ve mutluluğunun şafağı sökmüştür. Doğmak üzeredir. Ve hattâ doğmaktadır. Yirminci asrın ortalarında, artık İslâm âlemi büyük bir hızla kendine gelerek; aradaki mesafeyi kapatmak için büyük bir gayret sarfetmektedir.

Bu gayret ve çabalar -inşaallah- boşa gitmeyecek; artık istikbal güneşi, yüzünü başta Türkiye olmak üzere İslâm âlemi üzerine çevirmiş bulunmaktadır.

Kesin olarak denmiştir ve biz de deriz ki: İstikbâl / gelecek yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim; Kur’an ve iman hakikatleri olacak. Demek ki parlak bir istikbâl ve gelecek Türk ve diğer İslâm ülkelerinin olacak.

Batı ve aynı kategoriye giren diğer ülkeleri ise, karışık bir mazi beklemektedir.

Çünkü İslâm hakikatleri; hem mânen hem maddeten terakkî edip yükselmeye kabiliyetli olup, üstelik mükemmel bir istidatları vardır.

Mânen ilerleme ve gelişme hususunda; gerçek olayları kaydeden tarih, hakikate en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor ki:

1904 Japon - Rus Savaşı’nda Rus’u mağlup eden Japon Başkumandanı Mareşal Nogi bir heyetle birlikte İstanbul’a gelmişti. (Haziran 1911 Resimli Mecmua Sayı:31)

İşte bu zâtın söyledikleri; İslâmiyet’in hakkaniyet üzere ve adâletli oluşuna, yerinde ve çok güzel bir şekilde şahitlik ve tanıklık etmektedir:

İslâm hakikatinin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde Müslümanların medenileşerek ilerleyip yükseldiğini tarih yazıyor.

Müslümanların İslâm hakikatlerindeki zâfiyetleri derecesinde, medeniyetten uzaklaştıklarını, gerilediklerini ve karmakarışık bir şekilde belâ, musibet ve mağlubiyetlere uğradıklarını tarih bize gösteriyor.

Diğer din mensupları ise, bunun tam tersi bir durum arzediyor.

Yâni, salâbet / sağlamlık ve taassuplarının zâfiyeti / dinde gevşeklikleri nisbetinde medenileşerek ilerleyip yükseldikleri meydanda.

Fakat dinlerine salâbet ve taassuplarının kuvveti / dinlerine sıkı bir şekilde bağlılıkları derecesinde ise, geriledikleri ve ihtilâllere mâruz kaldıklarını tarih bize gösteriyor.

Nitekim şimdiye kadar, zaman böyle geçmiş.

Kaldı ki, Asr-ı Saadet’ten / Hz. Muhammed’in zamanından şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki:

Bir Müslümanın aklî muhakemesi ile ve kesin deliller ile İslâmiyete tercih etmekle, eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor.

Halkın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin ise, bu mes’elede hiç önemi yok.

Dinsiz olmak da başka mes’eledir.

Oysa, bütün dinlerin tâbi ve mensupları ise, hattâ en ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin ve eski Rusların; akıl muhakemeleri ile İslâmiyete girdiklerini ve günden güne, bazı zamanlar takım takım, kesin bürhan ve kanıt ile İslâmiyete geçtiklerini tarih bize bildiriyor.