İnsanımız, bilhassa 18, 19 ve 20. yüzyıllarda sosyal, fikrî ve düşünce okyanusunun devasa çalkantıları ve dalgalanmaları arasında çırpınıp durdu. Bu uğurda nice boğulanlar yolunu kaybedenler; şaşkınlık deryasında apışıp kalanlar oldu. Bu arada iki canavardan birinin kursağında manen can verdiler. Ruhsuz birer insanlar olarak; maneviyattan uzak bir ortamın dehşetli korkutan,  ümitsizlik girdaplarında çırpınıp durdular. Nisyan ve unutkanlık dalgaları arasında yollarını kaybettiler. Kendilerini, benliklerini; meçhuliyetin hiçliğinde; toplum için ferdi topluma feda eden Komünizm ile, fert için toplumu ferde feda eden Kapitalizm gibi, iki büyük doymaz canavarın itip kakmaları arasında kaldılar. Halen de, bu iki zıt kutup arasında, kararsız bir şekilde oradan oraya savrulup duruyorlar. Hem kendilerini, hem kendilerinden çok şey bekleyen; vatanın, milletin ve devletin tüm umutlarını sönecek noktaya taşıdılar.
     Yirminci Asrın başlarına, Hilâfeti de bünyesinde bulunduran Osmanlı Devleti’nde -maalesef- dinin özü gitmiş, kabuğu kalmıştı. Özellikle genç kitle; İslâmiyet’e ne lâyıkıyla sarılabiliyor ne de İslâmiyet’ten büsbütün kopabiliyordu! Ama bir arayış içinde olmaktan da kendini alamıyordu. Osmanlı Devleti’nin her bakımından geri hâli, genç aydın kitleyi bir kurtuluş çaresi aramak zorunda bırakıyordu. Bu durum onların başını -ister istemez- Batı’ya ve hattâ Kuzey’e çevirmek sonucunu doğurdu. Böylece Komünizm ve Kapitalizm denen iki büyük canavarla karşılaştılar. Biri Tefrit, öteki İfrat olan rejimlerdi. Vasat ve Orta Yol olan İslâmiyet’in mahiyeti ise, zamanın zorlamasıyla -yazık ki-, meçhuliyet örtüsü altında kalmıştı. 
     “Sezai Karakoç, İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü’nde bütün bu karşılaştırmaları kullanarak İslâm İktisadî Prensipleri’nin inşasına çalışmıştı. Buna göre İslâm toplumunda, ne Komünizmdeki gibi, tek kişiyi mülkiyet hakkına ehil görmemek, yani insana güvensizlik vardır, ne de Kapitalizmdeki gibi insana Allah’ı unutturan mutlak mülkiyet hakkı tanınmıştır. Komünizm’in, ferde hiç bir hak tanımamasına karşılık; topluma tanıdığı  mutlak hak; İslâm toplum anlayışına aykırı bir haktır. 
     “Komünizmde fert toplum için feda edilmiş, kapitalizmde de toplum fert için. Bediüzzaman bu sebeple menfaat yerine ‘fazilet’ ölçüsünü medeniyet tasavvuruna yerleştiriyor. Yani toplumdaki mutlak eşitliği bozan tek ölçü birimi olarak ‘üstünlük ancak takvadadır’ın bir parçası olarak. Yeni bir sınıf anlayışı da getiriyordu. Eflatun’un ‘Medine-i Fuzala’sına (Faziletliler Şehri’ne) lâyık şeriat-ı garra (parlak şeriat / din) olması böylece yerini bulabiliyor.
     “Neticede Karakoç şu noktaya geliyor ‘...haram ve helâl ölçüleri, kazancın temelde emeğe dayanması kuralı, paranın sırf para olduğu için para getirmesinin yasak oluşu (faiz yasağı), kazancın belli bir nisbetinin bir sosyal adalet vergisi gibi devlet eliyle alınarak fakir sınıflara transferi (zekât), bir Müslümanın öbür Müslümanların durumundan tam sorumlu oluşu, israf yasağı, parayı bir işte kullanmayacak şekilde biriktirme, yani parayı iş dışına çıkarma yasağı, diğer bir deyişle yatırım yapmak mecburiyeti ve bütün bunlara hâkim, insanın, kendisini de, çocuklarını da, bütün mallarını da İslâm yolunun bir mülkü ve hakkı sayma şuuru...İşte bütün bu sınırlar, mülkiyet hakkına İslâm’ın koyduğu sınırlardır ki, insan bu hakkı kötüye kullanıp toplumu, öbür insanları ve eşyayı ezmesin.’
     “Karakoç, Bediüzzaman’ın öngördüğü ‘serbestiyet ve malikiyet’ döneminin bir parçasını şöyle ifade ediyor: ‘Her insan, İslâm düzenini, İslâm toplumunun yaşama şartlarını sarsmamak şartıyla, kendi geçimini sağlamak, dünyadaki tasarruf gücünü ve hakkını kullanmak için bir takım çalışmalara hür olarak girişecektir. Mülkiyet hakkının dinamiğidir bu teşebbüs hakkı. Öldürücü bir rekabet yerine, hayırlı bir yarışma halinde, öbür insanlara en faydalı, en iyi, en sağlam, en güzel, en elverişli, en kullanışlı eşyayı yapmak, o eşyayı en ucuz şekilde elde etmek ve piyasaya sürmek, onu en seri bir araçla ulaştırmak için alınteri dökmek, çalışmalar yapmak, serbestçe kararlar almak, bilgiler edinip yeni buluşlar yapmak, bir Müslüman için sulh zamanlarının gereklerindendir. (‘Sulh-u umumî’ şartı!). 
     ‘Çalışma kutsaldır. Emek kutsaldır. Bu çalışmayladır ki insan, Allah’ın halifeliğini yerine getirecektir. Bu çalışmayla, zekâtını verecek, yani malî ibadeti yapabilecektir.’ “ (Caner Kutlu, Yeni Asya, 30 Kasım 2017, s.2)