Hep kendi kendimize söyleriz ya: “Atatürk’ü bize hep sarı saçları, mavi gözleri olarak öğrettiler” diye.

İnanmıyorum bu söze.

Ancak gelin; bugün onu içimizden biri gibi ele alalım:

Atatürk’ün çok yumuşak, insanı kendine çeken bir ses tonu vardı. Ayakkabı numarası 42, boyu 1.74’tü. Kilosu, genellikle 76’ydı...

Siroza yakalandıktan sonra; hızla kilo yitirmiş ve ölümünden önce ağırlığı 45 kiloya kadar inmişti...

Sık aralıklarla hastalanırdı. Böbrek iltihabı çekerdi. Bu tür iltihaplar o tarihte tedavi edilemediği için hastalığı kronikleşmişti; çünkü antibiyotikler daha o tarihlerde bulunmamıştı. Derne’de böbreklerinden rahatsız olmuş; 1915 Çanakkale savaşlarının kötü koşullarında bu hastalığı artmıştı... 

Bu hastalık ölene kadar da yakasını bırakmadı. 

1916’da tedavi olmak için Karlsbad’a gitti; kısmen iyileşti, ancak hastalığı sürdü.

19 Mayıs 1919 tarihinde, Samsun’da Anadolu topraklarına ayak bastığında da böbrek rahatsızlığı çekiyordu. 

Çok sık sıtmaya yakalanıyordu. Örneğin, Amerikalı General Harboord’u Erzurum’da kabul ettiğinde, sıtma nöbeti geçiriyordu... 

Bütün erkek çocukları gibi o da annesi Zübey’de Hanım’a çok düşkündü ve annesini kıskanırdı. Kendi babasını yedi yaşında yitirdiği için, yetim kalmış bir çocuktu ve o nedenle annesine bağlılığı daha da artmıştı. 

Sonradan annesi başka biriyle evlendi. Gururunun kırıldığını hissetti, ancak karşı da çıkmadı. Bu evlilikten sonra annesini ziyaretine gittiğinde, evlerinde değil, otelde kalırdı. 

Bu evlilik çok sürmedi, üvey babası aniden öldü. 

En büyük isteklerinden biri yoksul annesine ev almaktı. Bunu da yaptı. Subay olduğunda biriktirdiği parayla önce Selanik’te doğduğu evi aldı. 

Balkan Savaşı’ndan sonra annesi İstanbul’a geldi. Yeniden burada ev almak istedi. 1918’de mütareke nedeniyle İstanbul’a döndü. Düşman donanmasına bakıp, “Geldikleri gibi giderler” dediği günlerde annesine ev almak için biriktirdiği parayı, arkadaşı ile çıkardığı Minber gazetesine sermaye yaptı.

Yine öğrencilik günlerine devam edelim:

İstanbul’da öğrenci iken, annesinin yanına, Selanik’e gideceği günü sabırsızlıkla beklerdi. Öğrencilik yıllarında beş parasızdı. Annesi oğluna pek para gönderemiyordu. Birileri okuyan bir genç olarak ona harçlık vermek istediğinde bunu gurur yapar, almazdı. Kendi deyimiyle çoğu gün parasızdı.

Eline geçen üç beş kuruş parayla kitap alırdı. Bu günleri anımsadığında; “Beş kuruş elime geçse kitap almak isterdim” derdi...

Kitap okumaya çok seviyordu. Cephede savaşta bulunduğu zamanlarda, İstanbul’daki arkadaşlarından sürekli olarak kitap isterdi.

O’nu en çok etkileyen şair Tevfik Fikret ile siyaset düşünürü ve filozof Jean Jaques Rousseau’ydu. Fikret’in bütün şiirlerini ezbere bilirdi.

Pek çok konuda yetenekliydi.

Cumhurbaşkanlığı döneminde bile giydiği elbiselerin modellerini kendisi çizer ve diktirirdi. Mavi renk takım elbise giymezdi... 

Üstelik bütün gömlekleri de beyazdı...

Doğaya tutkundu. 

Ankara Çankaya’da bir iğde ağacının yol yapımına engel olduğu için, kendinden habersiz kesildiğine çok üzülmüş; “Niçin kestiniz? Ben ne yapar yapar, yolu engellemeyecek bir çare bulurdum... O çelimsiz haliyle bozkıra ne güzel koku salıyordu” demiş ve ağlamıştı...

Kimi yürüyüşlerinde O, bu iğde ağacının altında oturup, dinlenirdi...

Sanki bir çocuğunu yitirmiş gibiydi...

Yalova’daki konağın yanındaki ağacın kesilmemesi için, koskoca konağı raylar üzerinde çektirerek, ağaçtan uzaklaştırmıştı. 

Ankara'da bir Orman Çiftliği kurmaya karar verdiğinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı, uzunca bir süre, bir bekçi kulübesinde kaldı. 

Çiftlik kurulurken, zaman zaman onlarla elde kazma kürek çalışştı.

Hayvanları  çok severdi.

En sevdiği hayvan atlar ve köpeklerdi.

Sakarya adında bir atı, Foks adında bir köpeği vardı.

Foks bir sokak köpeğiydi. 

Foks öldükten sonra, ona yaranmak isteyenler köpeğin derisini çıkarıp içini doldurmuş ve onu çiftliğin bir köşesine koymuşlardı. Onu görünce çok üzüldü ve kaldırılmasını istedi. 

Çok zekiydi...

Atacağı her adımın iki üç adım sonrasını hesap ederek atar; ancak bu adımı atana dek kafasında konuyu inceden inceye düşünürdü...

En sevdiği yemek, kuru fasulye ve pilavdı...

Yine enginarı çok severdi.

Ölüm hastalığına yakalandığında, en son istediği yemek enginar olmuştu. O günlerde enginar İstanbul’da bulunamadığı için, Hatay’dan istenmişti. Enginar geldiğinde, Atatürk ölmüş; sevdiği yemeğini yemek kısmet olmamıştı.  

Rakıyı, rakıyla birlikte de leblebiyi severdi...

Akşam yemeklerinde Çankaya'da kurulan sofrayı döneminin düşünür ve bilim insanlarıyla bir akademiye çevirmişti...

Dil ve tarih bilimine çok düşkündü. 

Bir gün uçakla bir dünya turu yapmak istiyordu.

Bu nedenle manevi kızlarından Sabiha Gökçen’in uçağıyla Avrupa turuna çıkmasını desteklemiş ve Gökçen bunu başardığında pek mutlu olmuştu...

Türk askerine ve gençlere büyük bir ilgi duyar ve onları çok severdi...

Kahveyi az şekerli içer; sabah kahvaltısı yapmayı pek sevmezdi.

Her sabah uyandığında kalkmadan önce yatağına bağdaş kurarak oturur ve kahvesini içtikten sonra günün diğer işleriyle ilgilenirdi.

Yazar ve gazeteciydi.

14 Kitap yazdı. Demiştik, Minber adında bir gazete çıkardı. Sonradan Hakimiyet’i Milliye gazetesinde “Hatip” takma adıyla yazılar yazdı. 

...

Şiirden ve müzik dinlemekten hoşlanıyor; tiyatro izlemeyi pek seviyordu. 

Halka, bezik oynamayı sever; tavla zarı atmaktan hoşlanırdı.

Çankaya’da bazen sıkılır, herkesten habersiz Ankara’ya iner, tek başına gezinirdi.

Cumhurbaşkanı olduktan sonra hiç yurt dışına çıkmadı...

Yurt dışına çıksa, sanki ülkesinin başına bir hal gelecekmiş gibi bir duyguya kapılırdı. Ancak pek çok devlet adamı, onu görmek için Ankara’ya geldi...

Gönül adamıydı...

Paylaşmayı ve dostlarının mutlu olmasından hoşlanır; İsmet Paşa’nın çocuklarına özel bir sevgi besler; kendisi de yoksul ya da kimsesiz çocuklara sahip çıkarak, onların yetişmesine ön ayak olurdu...

Konuşurken dilinde Selanik aksanı hissedilir; yanındakilere “Çocuk, Bre Çocuk” diye hitap ederdi.

Selanik ve Selanik günlerini konuşmaktan çok hoşlanırdı...

Neşeli olduğunda zeybek oynardı.

Ona döneminde pek çoğu “Sarı Paşa” derdi. Annesi de... 

Oğlunu severken Zübeyde Hanım;  “Benim Sarı Paşam” diye severdi.

O, Türkler’in Ata’sıydı.