Hz. Muhammed’in nübüvvet ve peygamberliğini mütalâa, tetkik ve araştırmadan önce şu hususları göz önüne almak lâzım: 

     Fıtrî / yaratılıştan gelen kara gözlülük, sun’î / yapma / yapay kara gözlülük gibi değildir. Yani yapma ve sun’î olan bir şey, ne kadar güzel ve ne kadar kâmil / olgun olursa olsun, fıtrî ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun yerine kaim olamaz / onun yerine geçemez. Her hâlde sun’îliğin yanlışlıkları, onun ahvâlinden / hâl ve durumlarından, etvârından / tavırlarından belli olacaktır.

     Ahlâk -ı âliyeyi / yüksek huyları hakîkate yapıştıran  ve o ahlâkı daima yaşatan, ciddiyet ile sıdk(doğruluk)tur. Eğer sıdk kalkıp, araya kizp / yalan girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur. Mütenasip / uygun olan eşya / şeyler arasında meyil / eğilim ve cezbe / çekim vardır. Yani, birbirine temayül / meyl ederler ve yekdiğerini / bir diğerini celp ederler / kendine çekerler, aralarında ittihat / birlik olur. Fakat, birbirine zıt olan eşyanın / şeylerin aralarında nefret / soğukluk vardır, çekememezlik olur.

     Cemaatte / toplulukta olan kuvvet fertte / bireyde yoktur. Meselâ, çok iplerin vasıflarına bakılmaksızın teşkil ettiği / meydana getirdiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.

     Evet, o zâtın bütün âsârı / eserleri, sîretleri / ahlâk ve karakterleri, hayat tarihçesi ve diğer hâlleri, onun pek büyük ve azîm bir ahlâk sâhibi olduğuna şâhitlik ve tanıklık ediyorlar. Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksek oluşundan dolayı kendisini “Muhammedü’l-Emîn” / “Her bakımdan güvenilen kişilik sâhibi.” ile lâkaplandırmışlardır.

     Mâlûmdur ki, bir zatta içtima eden yüksek ahlâkın imtizacından / kaynaşmasından; izzet-i nefis / değer ve şahsiyetini koruma hâli, haysiyet / onur, şeref, vakar / ağırbaşlılık gibi, hasîs / adi, alçak ve bayağı şeylere tenezzül etmeye / inmeye müsaade etmeyen / izin vermeyen yüksek hâller husûle gelir / hâsıl olur.

     Evet melâike / melekler şanları yüce ve şerefleri büyük olduğundan şeytanları reddederler, kabul etmezler. Böylece, bir kişide içtima eden / toplanan yüksek ahlâk; kizb / yalan, hile gibi alçak hâlleri reddeder. Evet, şecaatle / yiğitlikle iştihar eden / ünlenen bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez / yönelmez. Bütün yüksek ahlâkı cem eden / kendisinde toplayan bir zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder / yönelir, imkânı var mıdır?

     Özet olarak: Hz. Muhammed, kendi kendine güneş gibi bir bürhan ve kanıttır. Bunun gibi, o kişinin dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde, bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. 

     Eğer o zâtın yaratılışında, tabiatında bir fenalık bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, mutlaka gençlik saikasıyla dışarıya vuracaktı. Hâlbuki, bütün yaşını, ömrünü tam bir istikametle, metanetle, iffetle, düzgün bir tarzda ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir hâlini görmemişlerdir. 

     Bunun gibi, yaş kırka bâliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, sağlamlık meydana gelir. Yerleşmiş olur. Meleke hâlini alır. Artık terki mümkün olmaz. Bu zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o büyük inkılâbı / köklü değişikliği bütün dünyaya kabul ve tasdik ettiren / onaylatan; âlemi celp ve cezbettiren / dünyayı kendine çeken, cihanın ilgi odağı olan Hz. Muhammed’in evvel ve âhir herkesçe bilinen sıdk ve emaneti / emin ve güvenilir oluşu idi. İşte bu özellik; yani O’nun sıdk ve emaneti / emînliği; nübüvvet / peygamberlik dâvâsına en büyük bir bürhan, delil ve kanıt olmuştur.

     Çünkü, Hz. Muhammed’in ahvâl / hâlleri ve hareketleri birer birer yâni tek tek onun sıdk ve hakkaniyetini gösterirse, bütün hâl ve tavırları; sözleri, işleri, duruşları ve hattâ susuşları / bazı durumlarda sükût etmeleri, ne tasdik eder ne reddeder bir vaziyet almaları; onun nübüvvet ve peygamberliğine öyle bir delil olur ki, şeytanları bile tasdike mecbur eder / zorlar.