Günlerden bir gün, birkaç gönüllü arkadaşla,  birtakım hazırlıklar yaparak huzur evinin yolunu tuttuk! Daha avludan içeri girer girmez, tarifsiz bir hüzün sardı etrafımı! Başımı birkaç odadan içeri uzattığımda, içler acısı manzaralar karşısında, beynimin taaa aşağılarına kadar acımasızlığın sisleri çöktü. Orası huzur evi değildi; orası, evlatlarınca, işe yaramayan bir eşya, yırtılmış bir kâğıt parçası gibi çöpe attıkları anaların, babaların, huzursuzluğun evleriydi. Atılan ne eski bir eşya, ne de bir kâğıt parçasıydı; atılan sadece son nefeslerini Azrail’e ayırıp, bütün nefeslerini evlatları için harcayan analar ve babalardı. Huzur evi nedense beni çok huzursuz etmişti! Nedense huzur evinin huzursuzluğuyla, tatlı uykumdan, acımasızlığın ürpertileriyle irkilerek uyanır olmuştum! Acımasızlığın rüzgârıyla esiyordu dört bir yan! Üşümüştüm! Yüreğim titremiş, ayazlar çökmüştü içime! Çenemse zangır zangır birbirini vuruyordu. Ellerim, kendilerine uzanmasını bekleyen, yalnızlığın kaderini hüküm giyen anaların ve babaların ellerinde dolaşıp duruyordu. Ellerini öptüklerim, “Dede” diyeceğim kadar yaşlı değillerdi! Gencecik insanların orada ne işi vardı? Hayır, hayır insanlık bu kadar mı onurunu ayaklar altına almıştı? Bu inilti sesleri yüreğimden mi geliyordu, yoksa ayaklar altına alınan gururun iniltileri miydi kulaklarımda çınlanan? Ağlayan, yaşlı gözlerde yorgun argın akan emeğin teri miydi ki, çorak topraklara nem olan? Yıllarca yapılan fedakârlığın karşılığı bu olmamalıydı. Vefayı bilen insan koskoca bir hayat filminin sonuna böyle nokta koymamalıydı? Dedeler, amcalar gurup oluşturarak oturmuşlardı. Koğuşun en dip tarafında yalnız oturan bir amca, yalnızlığıyla dikkatimi çekti. Bir başkalık vardı onda. Bulunduğu yere ve oturduğu sandalyeye çok yabancı ve de diken üstünde oturur gibi oturuyordu. Gururunun ağladığını ve yorulmuş çığlıklarını gördüm gözlerinde. Gayesiz, boş bakan gözlerini kaçırmaya çalışıyordu benden ve herkesten. Titrek, yaralı ses tonuyla, üstündeki bakışlar arasında ezilerek kaybolup gidiyordu, kendinden çok ama çok uzaklara! Ona, düşkün olmamasına rağmen neden orada olduğunu sordum. “Eşim öldü getirip beni buraya…” dedi ve gerisini getiremedi. Buraya derken, başını sağ omzundan, aşağıya doğru çevirerek bir kayboluşu vardı ki… O gözlerinde yakaladığım birkaç saniye bana, neler neler anlattı. Anladıklarımın mührünü vurmuştum yüreğime. Başka bir şey sormaya vicdanım el vermedi! Amca’ya “Nereli” olduğunu sordum? “Karslı” olduğunu söyledi! Benim de “Sarıkamışlı” olduğumu öğrendiğin de başını heyecanla kaldırıp, dolan nemli gözleriyle bana öyle bir bakışı vardı ki, belki de o Sarıkamışlıydı. Ondaki o başkalığı anlamıştım; o bulunduğu yeri kendine yediremiyordu! Çünkü O Doğuluydu, her babanın bir emek filmi var ancak Doğulu babanın bir başka emek filmi vardı... O filmi izleyenler yutkunup ağlayamazlar! Öylesi irade dağının yanında ağlamak olur mu? Of amcam! Kim bilir evlatlarına nasıl ekmek derdindeydin? Belki bir ömür boyu kendine sadece bir ayakkabı almaktı hayalin! Belki sıra sana gelmedi, öyle değil mi amcam? Karslı amcanın gözlerinde yaşamın isyanını gördüm; yırtılmış bir kâğıt parçası gibi atılmıştı sözüm ona huzurların evine!  Yoksulluğun acısıyla pişirdiniz evlatlarınızın aşını! Emeğin teriyle ayırdınız çakılını taşını! Hayat kumar, siz attınız ömrünüzün zarını! Ben o gün evlat kumarında kaybedilen anaların ve babaların hayatını gördüm, düşmüşlerdi sıcak canlarıyla ölümlü beton üstüne! Bu, evlatlarına ekmek derdine kucakladıkları gurbetin inşaat betonları değildi; bu, evlatların ana ve babalarının altlarındaki yün döşeklerini çöpe, ana babalarını da attıkları vicdanlarının eviydi. Sözüm ona huzur evi! Doğuda insanların yaşlandıkça değerlerinin daha da artığını, sülalenin başköşesine oturtulduğunu biliyordum. Ancak garibim amcanın artık evinin sülalenin beyi, ağası, falangillerin büyüğü olması gerektiği bir dönemde, falangillerin eskimişi, atılmışı konumuna düşmesi belki de asla ve asla kabul edemeyeceği bir durumdu. Geldiği hayatı avucumun içi gibi biliyordum. Onda anlayamadığım çok daha farklı şeyler vardı. Dargındı gözleri. Ağlamaklı olduğunda, dişlerini birbirine vuruyordu. Çektiği Oltu taşı tespihinin arasında kaybolup gidiyordu. Belki de kendisine, memleketten ve koca bir emek tarlasından kalan, bir Oltu taşı tespihiydi. Neler olmuştu amcanın hayatında da o bey gibi, ağa gibi heybetli o koca adam, o bakışlar arasında ezilerek küçülüyor, küçüldükçe daha da küçülmek ve fark edilmemek istiyordu! Arkadaşlarım çok ağlamışlardı. Çok sulu gözlü olduğum halde ben neden ağlayamıyordum? Neden kaya kesilmiştim, bilemiyorum. Hem ağlayıp da onların kendilerini zavallı gibi hissetmelerini istemiyordum. Tek sebep bu muydu? Bilemiyorum! Artık yorgun haykırışlarla yüreğimde inliyordum. Haykırışlarım bir çocuğun sesi, çırpınışı gibiydi. Yıllarca vefasızlığa seyirci kalan, zoraki ayakta duran yıkık dökük duvarlar nedense, ben haykırırken Bizans kaleleri gibi oluyor, sesimi dışarıya vermiyordu. Surlar yüreğimi bastırıyor, “Hadi ordan sen de!” dercesine sesimi bana geri veriyordu. Haykırışlarım yüreğimin sessiz caddelerinde yankılanıyor, kulaklarım sağır oluyordu. Dışarıda akan suları donduran bir ayaz, bir ayaz ki yüreklerde, bir ayaz ki ortası tel örgülü bir bahçe; yarısı yaz, yarısı kış; onlar, yazlardan kışlara atılmış, zemherinin birer soğuk kardelenleriydi. Onlar, saçlarındaki yıldız taneleriyle sessiz gecelere terk edilen hüznün demlediği mehtaplardı! Onlar, yüzündeki çizgilerle evlatlarına yol gösteren ipek yollarıydı! Ve onlar, evlatları tarafından şemsiyeleri ellerinden alınarak, yağan doluya, çakan şimşeğe ve yol göstermeyen sislere terkedilmiş,  telaşe içinde şaşırıp oraya buraya koşan, yaralı ihtiyar ceylanlardı! 
Konu üzerine, konuyu tamamlayan bir sözümüz olacak elbet. 
Hayatta en büyük savaş ve en acımasızca hesaplaşma, insanın kendisiyle savaşması ve vicdanıyla hesaplaşmasıdır. En kötü sonuç da yapılan vicdan muhasebesinde insanın kendini suçlu bulması ve vicdanıyla baş başa kalmasıdır. Tabi eğer varsa vicdan… 
Ey doğum günlerinde yanan mumlar! Ey hak edilmeyen yerlerde sönen hayatlar! Nasılsa son söz vicdanların… Unutmayalım ki bizler onların geçtikleri yollardan geliyoruz ve onların geçtikleri yollardan geçmekteyiz. Bu yolculukta, gidişte yola attığımız çakıl taşlarını, dönerken tek tek toplayacağımızı da unutmamalıyız. O halde bu gidişler de taşları doğru ve çokça atalım ki, dönüşlerimizde yolumuz doğru ve düzgün olsun, ki, yollarımızı kaybetmeyelim. Huzur evinden dönerken aklımı fikrimi orada bırakıp dönmüştüm. Gidişim ziyaret, dönüşüm gaye olmuştu. Eleştirdiğim huzur evleri değil, bazı huzur evleri, tüm evlatlar değil, bazı hayırsız evlatlar ve Doğu kültüründe altın kafeste olsa huzur evlerinin yadsınmasıydı. Tüm gayelere sevgilerimle… Yıl 2000.