Bir şey, bütün bütün elde edilmezse, bütün bütün de reddedilmemeli.

Ya hep ya hiç gibi, toptan kabul veya toptan red gibi, ifrat ve tefrite düşmemeli. Yani müsbet-menfî, olumlu-olumsuz gibi, kesin hükme varmamalı.

Umumiyetle her şeyde alınacak bir taraf da vardır, alınmayacak bir yön de.

Bir şeye tamamen doğru veya tamamen yanlış gözüyle bakmamalı. Meselâ bir söz; kime, ne zaman, nerede, niçin ve ne makamda söylenmiş gibi faktörleri hesaba katarak tahlil masasına konmalı.

Kaldı ki, bir şeyin zatında, aslında doğru olması başka bir şey; içinde bulunduğu zaman ve zemine göre doğru olup olmadığı, başka bir husus. Üstelik, bir şeyin zatında doğru veya yanlış olduğunu bilmek kolay ve herkesçe mümkün. Fakat o şeyin her zaman ve her zeminde doğru olacağını sanmak ise yanlış.

Burada basiret ve hikmet söz sahibidir. Çünkü, bir şeyin sadece dış görünüşünden hareketle karar vermek yanıltır insanı. Zira, herkes bilir herkes anlamaz, herkes bakar herkes görmez, herkes işitir herkes duymaz. Meselâ: “Bir yazıyı yüz kişi okur, on kişi anlar, bir kişi yapar.” Yani yazıdan isteneni yerine getirir diyen, çok düşündürücü bir tesbitte bulunmuştur.

Toptancı bir bakış, yani herkesi ve her şeyi terazinin bir kefesine koymak yanlıştır. Nitekim her şeyin iki yönü vardır. Müsbet-menfi, olumlu-olumsuz. Müsbet milliyet-menfi milliyet, müspet felsefe-menfi felsefe, müspet Avrupa-menfi Avrupa gibi.

Meselâ, Avrupa’ya ve Ehl-i Kitab’a toptancı bir anlayışla bakmamak lâzım. Çünkü hem müspet, hem de menfi Avrupa var: Birisi, hakiki İsevilik dininden aldığı feyiz ile insanın sosyal hayatına faydalı sanatları, adalet ve hakkaniyete hizmet eden ilim ve fenleri takip eden Birinci Avrupa. İkincisi, her şeyi tabiata dayandıran felsefe yani felsefe-i tabiiyyenin karanlığı ile medeniyetin kötülüklerini güzellik ve iyilik sanarak; insanı ahlaksızca yaşamaya sevketen ve sapıklığa yönelten bozulmuş İkinci Avrupa.

Bu durumda Birinci Avrupa’nın müspet tarafına sahip çıkar; onlarla dost olabiliriz. İkinci Avrupa’ya ise tabii ki, hiç itibar etmez. Yüzüne bile bakmayız. Çünkü, sahih hadisle sabittir ki, ahir zamanda İsevîlerin hakiki dindarları; Kur’an ehli olan Müslümanlarla ittifak edip / anlaşıp, müşterek düşmanları olan zındıkaya / dinsizliğe karşı dayanacakları gibi, şu zamanda bile diyanet ehli ve hakikat ehli, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi, ihtilâfa / anlaşmazlığa sebep noktaları geçici olarak münakaşa ve kavga sebebi yapmayarak; ortak düşmanları olan saldırgan dinsizlere karşı, ittifaka / anlaşmaya muhtaçtırlar.

Gerçi Yahudî ve Nasara’yı sevmeyi Kur’an yasaklıyor: “Yahudî ve Hıristiyanları dost edinmeyin.” (Maide: 51) Diyor.

Bu nehiy; Yahudî ve Nasara’nın, Yahudiyet ve Nasraniyetle ilgili olan dinsel örf, âdet ve usûllerini almak ve benimsemek hakkındadır. Hem de bir adam zatı için sevilmez. Belki onu sevmek, onun sıfat veya sanatı içindir.

Öyle ise, her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olması icab etmez. Bundan dolayı Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı; beğenip almak neden caiz olmasın? Ehl-i Kitab’dan bir eşin olsa, elbette seveceksin.

Hz. Muhammed zamanında, dinsel büyük bir inkılâp / değişim oldu. Zihinleri dine çevirdi. Sevgi ve düşmanlığı o noktada topladı. Muhabbet ve düşmanlıklar; hep dine göre şekil aldı. Onun için, o zamanlar; gayrimüslimlere olan muhabbetten nifak / bozgunculuk kokusu geliyordu.

Fakat şimdi dünyada olan; medenî ve dünyevî büyük bir inkılâp / değişimdir. Bütün zihinleri zapt ve bütün akılları meşgul eden medeniyetten kasıt ise, dünya için ilerlemektir. Zaten onların çoğu, dinlerine o kadar da bağlı değildirler.

Bundan dolayı, onlarla dost olmamız; medeniyet ve ilerlemelerini beğendiğimiz ve almak istediğimiz; aynı zamanda dünya saadetinin esası olan asayişi korumak içindir.

İşte bu dostluk, kesin olarak Kur’an’ın yasaklamasına girmez.