- ÖNCE ZARÛRÎ BİR TAVZÎH- 

(Azîz Kardeş’lerim, da’va arkadaşlarım, İmam-ı Rabbânî Evlâdı’nın, Pek Muhterem ferd’leri. Resûl-ü Ekrem, salla’llâhu aleyhi ve sellem Efendimizin, Asr-ı Saâdet’inde, herhangi bir fitne zuhur etmemişti. Haz.Ebû Bekr, radiya’llâhu anh, Efendimizin hilâfeti zamanında, imanın, kalp’lerine tam olarak yerleşmemiş olan kimi kabile’ler’de vuku bulan, ba’zı irtidatlar dışında, önemli bir fitne zuhur etmemişti. Hazreti Ömer radiya’llâhu anh, Efendimizin uzun sayılabilecek hilâfet dönemi, zaferler ve fetihler dönemidir. 

İslâm Tarihinde, ilk büyük fitne, Üçüncü Halife, Haz.Osman radiya’llâhu anh, Efendimizin, haricîler-bâtınî’ler tarafından şehid edilmesi üzerine, zuhur etmiştir. Bu fitne’nin büyüklüğüne, sadece bir veri, yeterlidir. Peygamber’imizin bizzat katıldığı veya Serdâr ta’yin ederek katılmadığı, 60’a yakın gazevâtta, 283 şehid verilmişken, bu büyük fitne zuhur ettiğinde, Cemel ve Sıffîn, gazalarında şehid düşen Sahâbî sayısı, 70’dir. Bu tarihten i’tibâren, fitne kapısı hiç kapanmamıştır. Zaman zaman, alevlenmiş, zaman zaman alevler söndürülmüştür, fakat maalesef, tamâmiyle söndürülememiştir. 

Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’lerinin, Tasarruf-u Zâhirî ve Sûrî’de bulunduğu yıllar’da, hiçbir fitne zuhur etmedi. Tasarruf-u Bâtînî - Tasarruf-u Hakîkî’ye geçişinden, Dâr-ı Bekâ’ya intikalinden i’tibâren, hizmetler, Türkiye çapında ve dünya’nın bütün kıt’alarına yayıldıktan sonra, yer yer, ihtilâfların çıkması olağandır. Çekirdek bir aile’de bile zaman zaman, ihtilâflar zuhur edebilir. Milyonlarca insanın, hayırda müsâbaka ettiği bir zeminde, ba’zı ihtilâfların, netice olarak, ba’zı savrulmaların, dilim varmıyor, ama, ba’zı kopuşların olması ihtimal dahilindedir. Merhûm, Hüseyin Kaplan Ağabey de, bu ihtilâflardan birisinde taraftı. 

Bu satırların yazarı, son yıllara kadar, bulunduğu bütün meclis’lerin yaşça en küçüğüydü. Rabbi’min Fazl-u Keremi, Pîran’ın, hususiyle, son devrin, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil’i, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’lerinin himmeti ve Devrin Büyüğü olan, Merhûm, Muhterem, Cennetmekân, Kemâl Kacar Beyağabeyimizin, derîn i’timadıyla devrin Büyüğünün, 36 yıldan fazla bir zaman zarfında en yakınında bulunanlardan birisiydim. (son beş yıl ciddî rahatsızlıklar ve ba’zıları tarafından enterne edildiği için, yakîn mesâî’den mahrum edilmiştik.) 

Bu müddet zarfından, 1963 yılında, henüz, 16 yaşımdayken, İstanbul’da Tekâmül okutmaya başladım. Aynı yıl, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın son olarak açtığı müftülük-vâizlik imtihanını kazanarak İstanbul’da va’zetmeye başladım. Her kademe’de ihtilâf zuhur ettiğinde, Devrin Büyüğünün bilgisi ve haberi dahilinde, tarafsız kaldım, Te’lif-i Beyn, için uğraştım. Bu hususta görüşmelerimi anında kelime kelime, devrin Büyüğüne arz ettim. En azından ihtilâfların daha da derinleşerek artmasını önlemek için çok gayret sarf ettim. Bu cümleden olmak üzere, Hüseyin Kaplan Ağabey de ihtilâfta taraf olunca, yine Devrin Büyüğü’nün izni, bilgisi, haberi dahilinde, Hüseyin Ağabey ile temas’larım, irtibatım devam etmiştir. Temas ve irtibatım, vefatına kadar da devam etmiştir. Hüseyin Kaplan Ağabey Merhûm ile alakalı yazımı-makâlemi okurken bu hususları dikkate almanızı ehemmiyetle rica ederim. (M.A.))

Merhûm, Hüseyin Kaplan Ağabey, 1934 yılında, Rize’nin, Kalkandere/Çayırlı Köyünde doğdu. Henüz yedi yaşında iken, okula bile gitmeden, hıfzını tamamlamış, hâfız olmuştu. Rize’de, henüz çay tarımı keşfedilmemişti. Bütün diğer Rize’li’ler gibi, Hüseyin Ağabey’in, Merhûm, Muhterem Pederleri, Hacı Ahmed Kaplan da ailesinin rızkını te’min için gurbete, İstanbul’a gelmişti. O tarihler’de İstanbul “Güllük, Gülistan’lık,” değildi, kolay iş yoktu. Filhakîka, Denizcilik Bankası, Denizyollarında ve Şehir Hatlarında, gemilerde, lojistik bölümlerinde, çalışan’ların ekserisi, Rizeli’ydi. Aralarında yakından tanıdıkları vardı, onlar vasıtasıyla başka Rizeli’lerle de tanışmıştı. Fakat kafasına uygun bir iş, buralarda yoktu. İstanbul-Üsküdar, Ümraniye Köyü’nde, -Ümraniye  o yıllar’da, şimdiler’de Şehr’in Merkezi kabûl edilen, Park’ın, ve tarihî Cami’in bulunduğu, civar’da kurulu, 150 Hâne’lik bin mühâcir’ler Köyü idi.- Taşocaklarında çalışmaya başladı. Çalışmadığı günler’de, Denizyollarında ve Şehit Hatlarında çalışan, Rize’li’leri, hemşehirli’lerini ziyaret ediyordu. 

Bunlar arasında, Hacı Ahmed Kaplan-Ahmed Kulokur, Merhûm, Ali Dayı-Ali Yılmaz Merhûm vardı. Bunların yanında, yine, uzak yol gemi adamı, Abdurrahman Öztürk, Gemi adamı, Sendikacı, Ahmed Karahan, gemiler’de Lostromu (Çarkcıbaşı) olarak çalışan Ahmed Erdoğan (Cumhurbaşkanımız, Recep Tayyip Erdoğan’ın Merhûm, Muhterem, Pederleri, Ahmed Erdoğan) da vardı. Ahmed Kaplan, hava’ların çok soğuk olduğu veya herhangi bir sebeple çalışmadığı günler’de, yukarıda isimlerini zikrettiğim zevât ile buluşuyor, bilhassa, Ali Dayı (Ali Yılmaz’ı) bulunduğu yerde ziyâret ediyor, İstanbul’da, Selâtîn Cami’leri, türbeleri ziyâret ediyordular. Ahmed Kaplan, izin günlerini özellikle, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) Efendi Hazret’lerinin va’az ettiği günlere rastlatıyor, Ali Dayı (Ali Yılmaz), durumları müsâid olan diğer zevât ile birlikte, Efendi Hazret’lerinin va’az ettiği, Selâtîn Cami’lerine, bilhassa, Beyoğlu-Kasımpaşa, Ulu Cami, Eminönü-Fatih, Arpacılar Cami’in’deki va’az’larını hiç kaçırmazdı. Çünkü, bu cami’lerde, daha ziyâde, cemaat arasında tanıdık simâ’lar vardı, va’az’dan sonra Efendi Hazret’lerinin elini öpebiliyorlar, kısa kısa da olsa, sohbetlerine mazhar oluyorlardı. 

Bu kısa sohbet’ler’den birisinde, Mürşid-i Kâmil ve Mükemmil, Medâr Mürşid ve Müceddid, bir tasarruf’ta bulunur, Merhûm Hacı Ahmed Kaplan’a, “Ahmed Efendi! Hafız Hüseyin’i bize getir,” Hacı Ahmed Kaplan çok şaşırır, şimdiye kadar, kısa sohbetler’de, sadece elini öpmeye çalışmış, du’a buyurmalarını istemişti. Müceddid’e, aile’sinden, Hafız Hüseyin’den hiç bahsetmemişti. Derîn bir hayret ve sevinç içinde, “Başımın üstüne Efendim, İnşâ Allah! En kısa zaman’da getiririm-getirttiririm.” 

Nitekim, 1950 yılının son aylarında, Hafız Hüseyin, henüz, 16 yaşındayken, İstanbul’a getirilir, Mürşid ve Müceddid’in emîn ellerine teslim edilir. Hafız Hüseyin, İstanbul’a ilk geldiğinde, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid ile ilk müşerref olduğunda, Mürşid kendisine, “Gel bakalım, Hafız Hüseyin Evlâdım,” buyurur. Hafız Hüseyin’e, bu lakabı ilk veren, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’dir. Hafız Hüseyin, hemen diğer arkadaşlarıyla birlikte, Haz.Üstazımızın Rahle-i Tedrisi’ne oturur, gece-gündüz denilmeden ders’ler devam eder. Diğer talebe arasında, zekası, takrir gücü ve liderlik vasıfları ile temâyüz eder. Efendi Hazret’lerinden okuduğu ders’leri, günün ağır şartları altında uzak yerlerde bulunması gereken, Haz.Üstazımıza ulaşamayan, talebe’ye aktarır, onlara ders okutmaya başlar. Haz.Üstaz’ın, İstanbul dışında olduğu veya rahatsızlığı sebebiyle gidemediği günler’de, va’az ettiği cami’lerde, va’az etmeye başladı. Kürsüye çıkınca önce, cemaate Haz.Üstazımızın selâmını tebliğ ediyor, niçin o gün va’az’e gelemediğini, ma’zeretini söylüyor, Üstaz’ımızın du’a ve himmetleriyle, âcizâne, bugün bendeniz sizlere hitap edeceğim,” diyerek va’az’ına başlıyordu. 

Hafız Hüseyin, Mürşid-i Kâmil ve Müçtehid’in aynı anda, en fazla talebeye ders okuttuğu, 1954 yılının yaz aylarında, İstanbul-Üsküdar, Çamlıca’da, 25 kişinin iştirâk ettiği Tekâmül Kursu’na da katılanlar arasındaydı. Tekâmül Kursu bittikten sonra, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid, Tekâmül Kursu’na iştirâk eden bütün talebe’sini, Ankara’ya, başlarında bizzat kendileri olduğu halde, müftülük-vâiz’lik imtihanına götürdü. 

Diyânet İşleri Reis’liği, -şimdilerde, Diyânet İşleri Başkanlığı’na, 1961 Anayasa’sının kabulüne kadar, Diyânet İşleri Riyâseti veya Diyânet İşleri Reisliği, deniliyordu.- zaman zaman, açık bulunan kadro’lara ta’yin edilmek üzere, ihtiyaç duyulan zevât’ın tespiti için, müftülük-vâiz’lik imtihanları açıyordu. En sonuncusu, 1963 yılının, Mayıs ayı’nın, 3. haftasında, bir hafta boyunca devam etmiş olup, pek çok arkadaşımız gibi, bendeniz de, bu imtihanlara, İzmir’de katılmıştım. Allah’ın lütfu, Pîran’ın himmeti, Mürşid-i Kâmil ve Müceddid’in tasarrufuyla kazanmıştım. 

Bu imtihanlar’da, Kur’ânî ilimler’den, tecvîd, Mahâric-i Huruf, tashih-i Hurûf, (imtihanlara Kur’ân-ı Kerim’den bir Aşr-ı Şerif okutularak başlanıyor). Âlet İlimlerinden, Sarf, Nahiv, Metin’ler’den, fıkıh, Usûl-ü Fıkıh, (fıkıh Usûlü), İlm-i Kelâm, Mantık ve fesahat ve belâgat’dan, Osmanlı Medrese’leri, Âlî Kısmında, rüûs’luk (öğretim üyeliği), dersiâm’lık imtihanlarında tevcih edilen suallere müsâvî, sualler tevcih ediliyor, bu sualleri cevaplandıranlar kazanıyorlardı. Bu arada cevap kağıtlarında, Türkçe cevâbî izahlarda, Türk Dili’nin gramer ve imlâ kâidelerine bile not verilir, imlâ hataları sebebiyle de notlar düşürülürdü. Merâk sâikasıyla, gazetecilik yaptığım yıllar’da, bu imtihanlardaki cevap kağıtlarıma Diyânet İşleri Başkanlığı arşiv’lerinde ulaştığımda, hayretler içerisinde kalmıştım. İmtihan evrakımı inceleyen, devrin, Diyânet İşleri Başkanlığı Müşâvere hey’etinden, Merhûm bir hocaefendi, hafızam beni yanıltmıyorsa, Merhûm Şehid Oral, benim cevap evrakımdan birisine, inci gibi, Osmanlıca yazısıyla, “Ah hocaefendi! Bütün sualleri isabetli cevaplandırmışsın! İmlâ hatalarınız dolayısiyle notlarınızı kırmak mecburiyyetinde kaldık.” notunu düşmüştü. Her şeye rağmen, bu imtihanı, ilk on arasında kazanmıştım. 

Merhûm, Hafız Hüseyin’i, Hüseyin Kaplan Ağabeyi anlatmaya devam edeceğim...