Bir köpek yavrusunun ayakları kesilerek ölüme terkedilmesi büyük tepkiye sebep oldu. Yapılan vahşetin mahiyetini anlatmaya kelimeler yetmez. Ancak haberlerin veriliş tarzına ve yorumlara bakıldığında birilerinin Türk-İslam kültürüne saldırmak için bahane aradığı görüldü. Bir arkadaşımız camilerin görevini yapmadığını yazdı. Herşeyin başının öncelikle eğitim olduğunu belirtelim. Sorun zihni gelişmede, hangi gıdaların, ürünlerin öncelikle yer alması, hangi zehirlerden kaçınılması gerektiğidir. Doğumdan ölüme eğitim ve terbiyenin, oyun, eğlence, neşe görünümünde disiplin, gayret, idman, hatta zevkli bir yorgunluk olduğu ancak yaşayarak, tadına varılarak anlaşılabilir.

Tatile girerken bir bakanın yaz tatilinde öğrencilere ödev verilmeyeceğini duyurması o ülkede eğitim-terbiye sisteminin bittiği anlamına gelir. Bu “müjdenin” mefhum-u muhalifi, kitap okumak, yeni şeyler öğrenmek, zihnin ve zekanın sınırlarını zorlama heyecanını yaşamak, işkence, eziyet, ceza demektir. “Ödev=ceza” anlamına gelen bu müjdeye muhatap ülke eğitiminden elbette buluş yapıcı, patent üretici, araştırıcı bir nesil çıkamaz.

Asıl sorun, eğitimin beslenmesi gereken kökler, gıdalardır. Bu süreç kendi kültüründen, inancından ne kadar beslenebilirse o kadar verimli olur. Kendi inancına, tarihi şahsiyetlerine ve büyüklerine ne kadar yabancı, hatta düşmansa o derece köksüz, verimsiz, başarısız olur. Seçim sürecinde hemen her partinin hayvan hakları ile ilgili vaatleri görüldü. Bu yazıda ise inanç ve tarih köklerimizden kısa bir demet sunuyorum:

Sahabe-i Kiramdan Ebû Hureyre’nin (R.A.) asıl ismi Abdurrahman hemen hiç kullanılmaz. Birgün ilimle meşgul olurken kedisi cübbesinin üzerinde uyur. Namaz vakti geldiğinden bu sevimli hayvanı uyandırmaya kıyamaz. Elbisenin o kısmını keserek Mescide gelir. Durumdan haberdar olan Fahr-i Kâinat (A.S.) bundan memnun olarak ona Ebû Hureyre (Kedi’nin babası, -koruyucusu-) der ve bu isimle anılır.

Meşayihin büyüklerinden Bâyezid-i Bestâmî hazretleri, bir kış gecesi kar, tipi içinde camiden evine dönerken köşebaşında donmak üzere olan bir köpek görür. Cüppesini hayvana sararak evine getirir, ısıtır, yedirir, hayvanı kurtarır. Bu merhametinden dolayı mânen çok büyük derece aldığı söylenir.

Kısa bir araştırmada sahih hadis kitaplarında görülen iki hikayeye internetten ulaşılabilir: Bir kadın kızdığı kediyi odaya hapsedip ölümüne sebebiyet verdiğinden cehennemlik; başka bir kadın susuzluktan kıvranan bir kediye ayakkabısı ile suladığından cennetlik olmuştur. Ayrıntıda farklı rivayetler vardır; kuyudan su çıkarıp köpeği suladığından bir erkeğin cennetlik olduğu gibi..

Yine Bayezid-i Bestâmî hazretleri, Hicaz’dan dönerken Hemedân’dan elbise boyamak için usfur adlı bitki tohumu alır. Evine geldiğinde tohumların içinde karıncaların olduğunu görür. Karıncalar olan şefkatinden onları yuvalarından ayrımamak için Bistam’dan Hemedân’a döner ve tohumları aldığı yere iade eder.

Kanûnî Sultan Süleyman, çok sevdiği gül dalına karıncalar musallat olunca bunların imhası için Şeyhülislamdan Ebussuud Efendi’den fetva ister: “Meyve ağacın sarınca karınca; Günah var mı karıncayı kırınca?” Ebussud Efendi’nin cevabı: “Yarın Hakk’ın divanına varınca; Süleyman’dan hakkın alır karınca!”

Medrese mensubu büyük dedelerimizden naklen aile büyüklerimizden duyduğumuza göre oltayla tutulan balık yenmez. Başkasının oltayla tuttuğu balığı dahi satın almak doğru değil. Çünkü oltanın kancası ağzına saplanan balığın duyduğu acının çığlığını denizdeki diğer canlılar duysa hiçbir hayatta kalmazmış.

Oltayla balık tutmanın dindeki yeri ayrı bir konu. Ancak basit bir müşahade ile ağzına saplanan kancayla hayvancağızın ne kadar şiddetle acı çektiğini anlamak zor değil. Zalim oltacı, balığın ağzını yırtarak çengeli çıkarır ve hayvan o acı içinde uzun süre daha yaşasın diye tekrar su dolu kovaya bırakır. Kendi inanç ve kültür dünyamızdaki bu gerçeklere karşın oltayla balık tutmayı hobi haline getiren sömürge kültürünün bu vahşi yönünü çoğumuz farkında değiliz. İsterseniz bu işi yapanların yüzlerine dikkatle bakın: Merhametten eser göremezsiniz. Fakat böyle bir acımasızlık karşısında hayvan hakları savunucuları, toplumsal iletişim uzmanları, hayat-sevgi koçları niçin seslerini çıkarmaz, anlamıyorum: Halbuki bu hassasiyet bizim kültürümüzde, inancımızda var.

Avcılık usulüne ve mevsimine göre gıda ihtiyacını karşılamak için helal kılınmıştır. Ancak buna ihtiyacı olmadığı halde sırf spor –ki bizde ve birçok batı ülkesinde yasa ile düzenlenmiştir- için büyük günahtır. Yine büyüklerimizden duyduğumuza göre kuluçka veya yavrulama döneminde bir kuşu veya hayvanı avlayanın başından musibet eksik olmaz.

Bir kısmı dinî inancımızla ilgili olan bu bilgilerin mesnetlerinin ne olduğu, ne kadar sahih delillere dayandığı konumuz değil. Fakat laik toplum düzeni ve eğitim kurumlarının mensupları olarak kültürümüzün her alanına yayılmış bu gibi rivayetleri veya hikâyeleri yok saymamız, çocuklarımızı bu konuda cahil bırakmamızın sebebi ne olabilir? Çünkü laiklik, kendi kültürümüze veya inancımıza düşman olmayı zorunlu kılmaz. Yoksa bu yanlışlıktan mı sürekli toplumumuzu hayvanlara karşı acımasız, batı toplumunu ise hayvansever olarak öğretmek, haber yapmak durumundayız? Bu stratejinin hedefi ise kadına saygı, bilime ve bilim adamına hürmet gibi konularda olduğu gibi hayvan haklarının da ancak batılı toplumlara ait bir değer olduğunu bilinç altına kazımaktır. Netice itibariyle bu toplumun fertlerinin haklara saygı sorunu olmadığı işlenir, eşine sinirlenen erkek her akşam televizyondan izlediği gibi derhal ekmek bıçağına koşar, bir şekilde dışlanmış, morali bozulmuş ruh hastası ise ilk fırsatta hırsın önünce çıkan günahsız hayvandan alır.

Tarihi şahsiyetlerimizden, inanç dünyamızdan, dini kaynaklarımızdan, kendi kültürümüzden, Osmanlı vakfiyelerinden, insan hakları, kadına saygı yanında hayvan hakları konusunda da daha fazla örnekleri, uygulamaları eğitim sürecinin konusu haline getirmek üzere..