Her insanın üzerinde belli belirsiz ince bir zar oluşur zamanla. Oysaki doğduğumuzda tamamen korunaksız, masum, ham bir bedenle dünyaya geliriz. Hiç farkına varmadan kendiliğinden oluşan bu zar, zamanla kalınlaşır, kabuklaşır, kalkan halini alır.

Artık hayata karşı dirençli; kaygılarımızın, öfkelerimizin, sorunlarımızın üstesinden gelecek koca bir kalkanımız vardır.

Kalkanın ruhu çekilmiştir.

Sevgilerimizin geçirgenliği de azalır bu salt kalkanla.

Minicik bir boşluktan girmeye çalışsa da bedenimiz dışarı atar, kusar sevgiyi. Bünyeye yabancıdır.

Kalkan zamanla bedenin her yerini kaplar, taşlaşır. Gökten uzattığı el karşılıksız kalınca Tanrı ikilemde kalır. 

Zar taş olur, taş zarı deler; içimize akar doğruca yüreğimize gider. Onu usulca işlemeye, kemirmeye başlar. İçi tamamen boşaltılan taştan beden artık hayata hazırdır.

Engin ve derin sularda boğulan yosunum şimdi. Kollarım savrulmuş; bir bakıyorum tuzlu midyenin gövdesinde, bir bakıyorum denizkestanesinin iğneleri arasında…

Susuz bir yosunum iri kıyıya sıkışan. Havadan dalgalar çarptıkça köpürüyor kaygan bedenim. Bir iki sert dalga daha çarparsa kurtulurum belki beni ezen eriten kayadan.

Geceler olur, gündüzler homurdanır yerine geçmek için. Bal kokulu sabahlar çöker kollarımın arasına. Ellerim kaygan, yorgun, tırtıklı. Bekliyorum yalnız yaklaşan geceyi.

Sessiz çığlığımla birlikte el eleler…

Sevda kaçsın çayınıza.

Elma kokusu yüreğinize işlesin.