Ben çocukken hep korktum Çıta’dan, Döne’den diğer kardeşlerimizden. Çok sonralarda anladım ki aslında korkulacak onlar değilmiş. 
Asıl korkulacak olan akıllı delilermiş…
Çıkarcı menfaatperestlermiş…
Para düşkünü bed ruhlarmış..
Kadın düşkünü zerzevatlarmış…
Hodbin, hodkam  ruhlularmış…
Makam düşkünü karakter zafiyetine sahip sözde entellermiş…
Kim ki bunlara deli diyor.
Emin olun onların aklından ben şüphe ederim.
Kırşehir’in her şeyi kendine hastır. Delileri de... 
Ne kadar yıpranmış, örselenmiş olursa olsun, bir gönül medeniyetinin hâlâ devam eden derin tesirleri, delilerimizi de sıcacık kavramıştır.
Bu bakımdan da onların mantıksızlıklarında bile başka bir mantık aranır, anlaşılmaz davranışları dahi düşündürücü, uyarıcı, ibret verici bulunurdu.
Çoğu zaman, onların deli mi, veli mi olduğu bu sebepten tartışılırdı. Evet, Anadolu Anadolu iken orada yaşayan deliler de toplumun sevimli birer parçası idiler. 
Toplum dışına itilmezlerdi. Tam tersine, hayatın bir neşesi ve İlâhî rahmetin bir vesilesi sayılırlardı. Bu sevgi atmosferi mi sakinleştirirdi onları, bilemiyorum... Fakat bildiğim bir şey varsa o da delilerimizin, asla kötü olmadıkları, saldırganlık yapmadıkları ve zarar vermedikleri idi...
ÜSTAD NECİP FAZIL’IN BİR MECZUPLA ALAKALI BAŞINDAN GEÇEN BİR HADİSEYİ YAZMAK İSTERİM.
Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek,  Burdur'da bir vazife icabı bulunuyormuş. Küçük bir Anadolu şehri olan Burdur'un mütevazı bir otelinde, tam kendini uykunun kollarına bırakacağı sırada, odasını bir ses dolduruvermiş:
 “Burdurlu Ömer, adam olamadııı!”
Birden irkilmiş, uykusu kaçmış... Bu irkilten ses de zaten devam ediyormuş: 
“Burdurlu Ömer adam olamadıııı!” 
Belli aralıklarla yankılanan bu nakarattan öylesine etkilenmiş ki, giyinip aşağıya inmiş ve bu sesin kime ait olduğunu sormuş. Otel kâtibi:
- Önemli değil beyim, demiş... Özür dilerim, rahatsız ettiğimiz için. Ancak, bunun belli bir süresi vardır. Tamamladı mı çeker gider, meczubun biridir, ama zararsızdır.
- Peki, başka bir narası yok mudur?
- Hayır, beyim. Sadece sizin de duyduğunuz gibi, kendisinin adam olamadığını haykırır durur.
- Fazla rahatsız olduysanız, gidip uzaklaştırayım, ama aslında süresi dolmak üzere... 
Necip Fazıl:
- Hayır, der odasına çıkar ve iki elinin arasına aldığı başını yastığa koyamaz. Dudaklarında ise sürekli, “Maraşlı Necip adam olamadıııı!” nakaratı vardır.
Adam olamadığını söyleyen Burdurlu Ömer, adam olduğunu haykıranlardan çok fazla adam olduğunu göstermiş olmalı ki, şairimiz yıllar sonra bu sesin etkisinden kurtulamamış, kendisine göre gerçek adam olmanın yolunu araştırmış ve sonunda bulmuştu. 
Sağolasın Burdurlu Ömer. Şimdi senin sesine toplumumuzun daha çok ihtiyacı var... 
Bu hatırayı ilk duyduğum günden beri hep düşünmüşümdür, adam olamayan, adam olamadığını haykıran mıdır, yoksa adam olamadığının henüz farkında bulunmayan mı?
YİNE BİR DARB-I MESEL İLE YAZIMI NOKTALAYIM
Delilerin-velilerin çok olduğu o eski zamanlardan birinde, deli’nin biri camiye girer,belli ki namaz kılacak. Ama oturmaz, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı süzer, dolanır… Bir oraya, bir buraya her köşeye dikkatlice bakar ve hızla çıkar gider..
Az sonra sırtında bağlanmış odunlarla tekrar gelir camiye ve tam namaza başlamak üzere olan cemaatle birlikte saf tutar…Ama sırtındaki odunlarla güç bela bitirir namazını. 
Eğilip kalktıkça yere düşen odunlar, çıkardığı ses vs. derken, tabii cemaat de rahatsız olmuştur bu durumdan..
Nihayet biter namaz, bitmesine ama her kafadan bir ses çıkar…Herkes kıpırdanmaya, adama söylenmeye başlamıştır bile…İmama kadar ulaşır sesler, hafiften tartışmalar..
İmam aynı mahalleden, bilir az çok garibin halini, şefkatle yaklaşır meczubun yanına ve der ki:
“- Oğlum böyle namaz mı olur, sırtında odunlarla, sen ne yaptın? Hem kendini hem de çevreni rahatsız ettin bak, bir daha namaz kılmaya yüksüz gel olur mu?”
Bunu duyan meczub melül-mahzun, ama manalı bir bakışla sorar : 
“- Âdetiniz böyle değil mi?”
“- Ne âdeti?!” der Hoca..
Cemaat da toplanmış, merak ve şaşkınlıkla olayı izlemektedir o sıra..
Der ki meczub bu kez:
“Hocam ben namaz kılmak için girdim camiye, şöyle kendime uygun bir yer ararken içeridekilere baktım, gördüm ki herkesin sırtında bir şeyler var. Zannettim ki adet böyledir, ben de şu odunları yüklendim geldim işte, neden kızıyorsun? Kızacaksan herkese kız, tek bana değil!
Hoca şaşırır: “Benim sırtımda da mı var?” der..
“Evet” der meczub, “Hepinizin sırtı yüklü!”..
Cemaatte ise hafiften “deli işte!” manasına, bıyık altından gülüşmeler başlamıştır..
Meczub bu kez öne atılır ve tek tek cemaati işaret ederek, saf bir çocukça, heyecanla bağırır:
“Bak bunun sırtında mavi gözlü bir çocuk, bunda kocaman bir elma ağacı vardı…Bunda kırık bir kapı, bunda bir tencere yemek, bunda kızarmış tavuk, şunun sırtında yeşil gözlü esmer bir hatun, bununkinde de yaşlı annesi vardı!..” Sonra iki elini yanlarına salar başını sallar ve umutsuzca; “ Boş yok, boş yok hiç!.. diye tekrarlar.
O böyle söyleyince, herkes dehşet içinde şaşkınlıkla birbirinin yüzüne bakar!
Aynen doğrudur dedikleri çünkü; Kimi doğacak çocuğunu düşünüyordur namazda, kimi bahçesindeki meyve ağaçlarını, biri onaracağı kapıyı, diğeri lokantasında pişireceği yemeği…Biri açtır aklında yiyeceği tavuk, birinin sırtında sevdiği kadın, diğerinde de bakıma muhtaç annesi vardır.
“Peki söyle bakalım bende ne vardı?” der, bu kez endişeyle Hoca..
O da der ki:
“Zaten en çok da sana şaştım hoca! Sırtında kocaman bir inek vardı!
Meğerse efendim, hocanın ineği hastaymış, “öldü mü ölecek mi?” diye düşünürmüş namazda..
“Harâbât ehlini hor görme sakın, defineye mâlik viraneler var.”