“Mevlâna 13. yüzyılda yaşıyordu,...Kurulu düzene uygun düşünceler taşıyan insanlar tarafından beğenilmediği oluyordu. Çünkü fahişeleri teselli etmeye gidiyordu. Kendisinin tek görevinin uyuyan ruhları uyandırmak olduğunu söylüyordu. Muazzam şairane eserlerinin bundan başka bir gayesi yoktu. Şüphesiz en önemli eseri de...başlı başına bir dünya olan MESNEVÎ’dir.

     “Mevlâna, aynı zamanda büyük bir düşünürdür...Tâ 13. yüzyılda, bir atomun kesildiğinde, içinde bir çekirdek ve çevresinde de dönen gezegenler olduğunu öğretiyordu. Bu atomların içinde bulunan olağanüstü enerjiden de kesinlikle haberdardı ve dünyayı kül edebilecek bir çarpmaya sebebiyet vermemek için çok dikkatli olunması gerektiğini ilân ediyordu. Tekâmülden de uzun uzadıya bahsetmişti.

     “Çok daha olağanüstü olanı...şunları söylüyordu: ‘Kâinatın küçük bir köşesinden ibaret olan (ve Ortaçağ’da zannedildiği gibi hiç de evrenin merkezi  olmayan) bu minnacık Dünya gezegeninde, bütün insanlar yıldızların etkilerine maruzdurlar. Ay, kadınların döllenmesini ve gelgitleri etkiler, Güneş ise bitkilere tesir eder...Daha az bilinen husus, bu yeryüzündeki bir insanın en ufak hareketinin, henüz keşfedilmemiş galaksilere ait güneş sistemleri içinde kaydedilmesidir!’

     “...Bir gün, Fas’ın Fes şehrinde, Olivier Costa de Beauregard ile kahve içiyordum. Kendisi bana şöyle demişti: ‘Aziz dostum, biliyor musun, biz öncü fizikçiler, eğer bulup keşfettiklerimizi halka söylesek, bizi çıldırmış sanırlar. (Prof. Dr. Eva de Vitray-Meyerovitch, İslâm’ın Güleryüzü, Çeviren: Cemal Aydın, İstanbul-2017, s.67-68) Meselâ siz bir kahve fincanına dokunduğunuzda, Einstein (Aynştayn) bu hareketin diğer güneş sistemleri tarafından algılandığını ifade eder.’

     “Aynı şeyi Mevlâna’nın 13. yüzyılda söylemiş olduğunu hatırlayarak küçük bir şok geçirdim. (a.g.e., s.69)

     “(Mevlâna:) ‘Hayatım üç kelimeden ibaret: Hamdım, piştim, yandım.’...Hakikî mistikler...şimşekvarî sezgiyi tanır. İlâhî aşkın potasından geçmiş ruhun aynı değişim ve dönüşümünü tadarlar. (a.g.e., s.72)

     “Mevlâna şöyle diyordu:

İnsanı Allah’a götüren pek çok yol vardır.

Ben Semâ ve Mûsikî yolunu seçtim...

Mûsikînin âhenginde bir sır gizlidir.

Ben bu sırrı açıklayacak olsam, dünya altüst olur. 

     “Şu şiiri dinleyin:

Ey güneş! Doğ artık! Raks ediyor atomlar,

Raks ediyor vecde gelmiş ruhlar,

Söyleyeceğim kulağına bu raks nereye götürür.

Bütün atomlar hem havadaki hem de çöldeki,

Kendisini kaybetmiş, bilesin, öylesine ki,

Her bir atom, sefil ya da bahtiyar,

Vurgun Güneş’e hiçbir şey diyemeyecek kadar. 

Bu gelip geçici dünyadan kendisini kurtarsın diye,

Nasıl olur da sûfî, atom misali kendi etrafında dönerek,

Sonsuzluk Güneş’ine doğru raksa koyulmaz?

Uç kuş, uç, doğruca anayurduna,

Bak kurtuldun kafesten ve açıldı kanatların.

Uzaklaş acı ve tuzlu sudan,

Koş çabuk hayatın kaynağına!

-Divan-ı Kebir-

     “Uç kuş, uç, doğruca anayurduna! Demek ki sûfînin ruhunda, Cennet’ten bir çeşit hatıra var.” (a.g.e., s.77-78)