Tarih, yaşayan bir süreçtir. Tarihte yaşanan olayları, kendi şartları içinde, özenle, dikkatle değerlendirmek gerekir. Değerlendirmede, şeffaflık, objektiflik esastır. Son aylarda, iki olay gündeme  getirilmiş, değişik yorumlar yapılmıştır.
PADİŞAH SULTAN ABDÜLHAMİT NASIL BİR İNSANDIR?
Bizlere liselerde, Sultan Abdülhamit, ülkeyi baskı altında yöneten, hürriyetleri ortadan kaldıran, sıkı bir istibdat rejimini getiren padişah olarak anlatılmıştı. Hatta, adı Kızıl Sultan’dı. Ancak, zaman içinde durumun pek te böyle olmadığını idrak ettik. Sultan Abdülhamit, batı yanlısı, ileri düşünceli bir padişahtı. Zamanında, birçok yeni tesisler, kurumlar, hastaneler kurmuştu. Onun zamanında, gerileme, topraklarını kaybetme sürecine girmiş olan Osmanlı Türk Devleti, Abdülhamit’in görev yaptığı 33 yılda toprak kaybetmemişti. Kendisinden önce görev yapan padişahların, halledilmesi, suikastlar nedeniyle, vesveseli bir yaşama geçmiş, Yıldız Sarayı’na kapanarak, Devleti yönetmişti. Öldürülme korkusu, onu koruma tedbirleri almaya zorlamış, adına istibdat denilen rejime imzasını mecburen atmıştır. İyi veya kötü padişah demek doğru değildir. Günahı ile sevabı ile Sultan Abdülhamit, devleti yönetmiş, tarihteki yerini almıştır…
LOZAN, ZAFER MİDİR, HEZİMET MİDİR?
Türk Milleti, İstiklal Savaşı ile “Ya istiklal, ya ölüm” diyerek, yaşam mücadelesi vermiştir. Bu savaş, büyük zorluklar, fedakârlıklarla kazanılmıştır. Birçok şehitler, gaziler pahasına zaferle sonuçlanmıştır. Bu mücadele, büyük komutan, eşsiz önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak ve arkadaşları tarafından kazanılmıştır. Türk yurdumuz, yoktan var edilmiştir. Toprakları düşman tarafından parçalanmış, işgal edilmiş bir Millet kükremiş, bağımsızlığını, malını, canını, mukadderatini, kendisi geri kazanmıştır. İşte bu ahval ve şerait içinde, Mondros Müterakesi, Sevr Anlaşması yırtılıp atılmış, Mudanya Mütekarası ve Lozan Anlaşması ile, modern Türkiye Cumhuriyeti, dünyadaki yerini  almıştır. Bir güneş gibi doğmuştur. Türkiye, Lozan’a, savaştan, bitap durumda çıkmış, orduları dağılmış, terhis edilmiş, yokluklar içinde gitmiştir. Lozan’a, İsmet İnönü başkanlığında katılan Türk Heyeti, sanki bu olumsuz durumlar yokmuş gibi, kıran kırana, zorlu müzakere mücadelesi vermiştir. Lozan’dan sonra, yabancı devlet adamlarının  değerlendirmeleri, ilginçtir. “Biz Türkleri Avrupa’dan dışlayamadık, lakin Türkler bizi, Avrupa’nın dışına ittiler” demekle, Lozan’da Türk Heyetinin başarılı olduğunu kabul etmişlerdir. Lozan, İstiklal Savaşı sonrası, yeni Türkiye’nin  kuruluşunun simgesidir. Büyük Atatürk, Lozan’dan dönen İsmet Paşa’yı kabul eder ve “İsmet, büyük iş yaptın, tebrik ederim, bu vatan sana minnettardır. Lakin, acaba neden Hatay’ı, Musul’u, Kerkük’ü, 12 adaları, dışarıda bıraktın, kaldı ki bu yerler Misak-i Milli hudutları dahilindedir.’’ demiştir. Bilhassa, Irak Türklerinin yaşadığı Musul, Kerkük, Süleymaniye, Telefer, Atatürk’ün içinde ukde olarak kalmıştır. İsmet İnönü cevaben, “Gazi Hazretleri, ısrar edip, konferansı terk etseydim, yeni bir harbi göze alabilirmiydik” demiştir. Bunun üzerine Gazi, tarihe geçen o önemli sözünü söyler…” Allah bana ömür verirse, Misak-i Milli Hudutları içinde yer alan, vatan topraklarını, ben kendi metotlarımla alacağım” demiştir. Nitekim, Büyük önder Atatürk, Hatay’ı, vatan topraklarına katmış, diğer yerlere sıra geldiğinde, o amansız hastalık, sağlığını bozmuş, neticede kendisini, 10 Kasım 1938’de yitirmiştik. Ancak şunu ifade edeyim ki, eğer bugün, bu topraklar üstünde, hür ve hürriyetler  içinde, bazı noksanlarına rağmen Demokratik Rejim içinde yaşıyorsak, bu ülkede herkes dinin icaplarını kimseden çekinmeden yerine getirebiliyorsa, bunu büyük ölçüde, Lozan’a borçludur. Atatürk’e, Atatürk ilke ve inkılaplarına, her vesileyle karşı çıkanlar, yukarıdaki gerçekleri idrak etmelidirler. Tekrar ediyorum, yaşanan, tarihte yerini almış olayları, kendi şartları  çerçevesinde değerlendirmek elzemdir. Biz Türkler, Büyük Selçuk İmparatorluğu’nun, Anadolu Selçuk İmparatorluğu’nun, Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun ahvadıyız. Bunlari takiben, Atatürk’ün kurduğu, bize emanet ettiği modern, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyoruz. Atalarımızı, ecdadımızı, tarihimizi, mazimizi inkar edemeyiz. Biz oralardan geliyoruz. Hadiseler, tarihin gerçekleri, içinde yerlerini almışlardır. Bunları konuşabiliriz, değerlendirebiliriz, ancak değiştiremeyiz. Bu itibarla, herhangi bir art niyet aramaksızın, TBMM  Başkanının tertip ettiği sempozyumları olumlu buluyor, bu tarihe bakış perspektiflerinin, sürmesini temenni ediyorum…