Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. ABDULLAH YILDIZ ile Büyük Türk-İslam Âlimi İMAM SERAHSÎ Hakkındaki mülakatımızda;
Çok konuşulan ve fakat az bilinen kavramları konuştuk.  
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Oğuz Çetinoğlu:
İslâmî ilimlerde; bid’at, hevâ, haber-i âhad, mütevâtir âyet,  gibi kavramlar hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Doç. Dr. Abdullah Yıldız: Serahsî, bazı bid'at ve hevâların asıl sebebinin haber-i âhadların kitap ve meşhur sünnete arz edilmemesinden kaynaklandığını ileri sürerek bu konuda şunları söyler: ‘İnsanlar, Rasûlüllah'a ulaştığı şüpheli ve kesin bilgiyi vermemesine rağmen, âhad haberleri asıl yapıp kitap ve sünneti bunlara göre te'vil ediyorlar. Böylece onlar tâbi olanı matbû’ duruma getiriyorlar. Esas olanı güvenilmez hale sokarak hevâ ve bid'ata düşmüş oluyorlar.  Doğru olan yolun, rey ehlinin metodunu takip etmek olduğunu; Kitap (Kur’ân), mütevâtir ve meşhur sünneti ahâd haberlerin sıhhatini tespitte kriter olarak kullanmak gerektiğini belirtmektedir. 
Kısaca Hanefî fıkahâsına göre âhad haber, kesin bilgi ifâde etmemekle birlikte amel etmeyi icab ettirmekte, ancak bu vucûbiyyet ise Kur'ân ve mütevâtir haberin vucûbiyyeti gibi kesin olmadığından, haber-i âhadla sabit olan bir hükme vacip denilmekte fakat farzdan daha aşağı mütâlâa edilmektedir.

Çetinoğlu:
Bir de ‘zayıf hadisler’ var. Serahsî’nin zayıf hadislerle alakalı görüşlerini nakleder misiniz?
Doç. Yıldız: Serahsî'nin zayıf hadislerle ameline geçmeden önce, kabul ve red yönünden hadislerin üçe ayrıldığını ve bunların kısaca tariflerini vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz. Bilindiği üzere muhaddisler, kabul ve red yönünden hadisleri sahih, hasen ve zayıf diye üçe ayırmışlardır.

Çetinoğlu:
Evet! Bu tasnif de çok mühim…
Doç. Yıldız: Sahih Hadis: Adalet ve zabt sahibi kişilerin (râvilerin), Hz. Peygambere kadar uzanan rnuttasıl bir senetle rivâyet ettikleri, şâz ve illetli olmayan hadislerdir. 
Haseın Hadis: Adâlet şartını haiz olmakla beraber, zabt yönünden sahih hadis râvilerinin derecesine ulaşamayan (zabtı tam olmayan) kimselerin muttasıl bir senetle rivâyet ettikleri, şâz ve illetli olmayan hadislerdir. 
Zayıf Hadis: Sahih ve Hasen hadisin şartlarından birini vaya birkaçını taşımamakla beraber  mevzû’ (uydurma) olduğu da söylenemeyen hadisdir.  Makbul hadis vasıllarını taşımayan hadislerdir.
Görüldüğü gibi sahih hadislerde bulunan râvînin adaleti, zabtı, senedin ittisali, şaz ve illetten âri olmak gibi şartlardan birinin veya birkaçının olmaması halinde hadis zayıftır. Bu şartlardan birinin veya birkaçının yok olmasıyla zayıf hadisler içerisinde muhtelif dereceler ortaya çıkmaktadır. Bu şartlardan birinin veya bir kaçının yokluğu sebebiyle ortaya çıkan zayıf hadis çeşitlerinin sayıları 42 ile 129 arasında değişmektedir. Genelde bunlardan 12-13 kadarı Hadis Usûlü kitaplarında husûsî bir isim almış ve şöhret kazanmıştır. Gerek isnatta ittisalin bozulması ve gerekse adâlet ve zabt şartlarının yok olması sebebiyle meydana gelen bu hadis çeşitleri, hadis ilmi bakımından önem arzetmektedir. İşte bu tür zayıf hadis çeşitlerinden biri ve en meşhuru mürsel hadislerdir. 

Çetinoğlu:
Mürsel hadis hakkında kısa bir açıklama mümkün mü?
Doç. Yıldız: Tâbiinin söz, fiil ve takrir olarak sahâbeyi zikretmeden Resûlullah’dan (s) naklettiği yani tâbiînden birinin doğrudan  Hz.. Peygamber’den naklettiği hadistir.  Hadis ıstılahında mürsel, senedinden sahâbî düşen, tabiinin ‘Kâle Rasûlüllah’ diyerek rivâyet ettiği hadistir.  Bu durumda mürsel hadiste bütün senet muttasıl (kopuksuz ve kesintisiz) olup sadece sahâbînin ismi atlanmaktadır.
Şeklî kopukluğun kendisinde bulunduğu mürsel haberlerden sahâbînin mürseli üzerindeki ihtilaf, sahâbenin toptan adaletli sayılıp sayılmaması meselesinden kaynaklanmaktadır. Mürselin bu nevinin (sahâbe mürselinin) hüccet olduğunda ulemâ arasında bir ihtilâf yoktur. Çünkü onlara göre sahâbenin hepsi Resûlullah ile arkadaş olup din noktasında âdildirler.  Onlar Resûlullah'la beraber olmuşlar, rivâyet ettikleri haberleri Resûlullah'dan ve arkadaşlarından işitmişlerdir. Dolayısıyla onlar vekildirler, bu sebeple sahâbenin mürseli üzerinde bir ihtilaf olmamaktadır. Buna Berâ b. Azib şu sözüyle işaret etmiştir: ‘Size anlattığımız her şeyi Resûlullah'dan işitmiş değiliz. İşittiğimizi kendi aramızda birbirimize naklederdik; fakat asla yalan söylemezdik.’
Hanefî âlimlerinden Serahsî, mürsel haberle ilgili görüşünü şöyle açıklar: ‘Haber-i vâhidin hüccet olduğuna kitap ve sünnetten delâlet eden her şey, mürsel haberlerin hüccet olduğuna da delâlet eder. Çünkü sahâbe ve daha sonrakilerden birçok mürsel ortaya çıkmıştır ki bunu ancak muannitler inkâr edebilir.’ Daha sonra Serahsi, mürsel haberin hüccet olması konusunda sahâbe ve tâbiinden  ve onları uygulamalarından birçok örnekler verir.

Çetinoğlu:
Hadis mevzûu İslâm’ın en çok konuşulan, tartışılan, ittifaklar kadar olmasa bile üzerinde çok ihtilâflar bulunan bir ilim dalı. Sebepleri hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Doç. Yıldız: Risâlet misyonu gereği Kur'an'da belirtilen görevlerinin yanında Hz. Peygamber, insanlara ulaştırdığı mesajları yaşanan bir din haline getiren rehber ve model bir insandır.
Hz. Peygamber'in fiil ve davranışlarının ümmeti için örnek teşkil ettiği hususunda mü'minler arasında bir ihtilâf olmamıştır. Ancak hangi fiil ve davranışının kimlere? Ne zaman ve nasıl örneklik teşkil ettiği, fiillerinin bağlayıcı olup olmadığı; İslâm bilginleri ve özellikle de usûlcüler arasında tarih boyu tartışılagelmiş ve tartışılmaktadır.
Genelde dinin, özelde sünnetin bağlayıcılık esas ve kıstaslarını belirlemek güçtür.  Aynı güçlük, Hz: Peygamber'in fiillerini değerlendirirken de kendini göstermiştir. Çünkü O, bir beşer olarak normal insanlar gibi yiyip - içen, konup - göçen, susup - konuşan, gülüp - ağlayan, doğup – büyüyen yaşayan ve ölen bir beşer; bunların yanında özel görevi gereği tebliğ, beyan, da’vet, talim ve tezkiye gibi görevleri olan bir peygamberdir. O, hem ilâhi vahye mazhar olmuş bir Nebi, hem de kendi rey ve içtihâdıyla amel eden bir müçtehitdir. O hem yaşadığı toplumda bağımsız hareket eden ve  sorumluluk taşıyan bir insan, hem de içinde bulunduğu toplumun şartlarına, örf ve âdetlerine riayet eden mümtâz bir şahsiyettir. Ayrıca O, gündemi kendisi belirleyen ve Medine Devleti’ni yöneten bir idareci, insanlar arasında çıkan dâvâlara bakan bir hâkim, cephede komutan, camide imam, evinde aile reisidir. Bütün bu vasıfları kendinde bulunduran mürsel, önder  ve örneklik bir zâtın fiillerini tasnif etmek, söz ve davranışlarını hangi vasfıyla icrâ ettiğini belirlemek elbette kolay olmayacaktır. 
Hadisten daha genel olarak Hz. Peygamber'in peygamberlikten önceki ve sonraki söz, fiil, takrir, siret ve şemailinin tamamını içeren “sünnet”  kavramında söz konusu edilen Resûlullah'ın fiilinden, sadece bedenî hareketleri ve formsal (şekilsel) sünneti anlaşılmamalı; sözlü ifâdeleri, bedenî hareketleri ve evsâfının yanında O'nun normsal (ilkesel ve ölçüsel) tutum, tavır ve davranışlarının tamamı anlaşılmalıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in bilerek terk edip yapmadığı bir şey, susup ikrar ettiği bir husus, aile, arkadaş, dost ve düşmanlarına karşı tavrı, Müslümanlara ve tüm insanlığa yönelik izlediği tutum ve davranışları da O’nun fiilleri kapsamında değerlendirilmelidir. Bu bağlamda şu üç soru karşımıza çıkmaktadır:
1-Bir fiilin veya bedenî bir hareketin Hz. Peygambere ait olması, o fiilin şer'i bir delil veya hüküm olması için yeterli mi?
2-Şer'i bir delil veya hüküm sayılan Hz. Peygamber'e ait bir fiil ve davranışın bağlayıcılık dereceleri nelerdir?
3-Bağlayıcılığı belirleyen esaslar nelerdir? İslâm bilginleri neye göre farz, vacip, mendup ve mubah demişlerdir?
Yukarıdaki sorulardan birinci soruya gerek fakihler, gerekse usulcüler farklı cevaplar vermişler. Hanefi, fakihlerinden Serahsî’ye göre Nebi (s.a.v.)'in sehven ve fıtrî (cibillî) olmayan fiillerinin ümmet için hükmü konusunda insanlar ihtilafa düşmüşlerdir. Onlardan birinci gurup yani ‘vâkıfûn’, ‘Fiilin sıfatı konusunda delil ikâme edinceye kadar beklemek vaciptir.’ derken diğer bir gurup, ‘Hayır, bilakis aleyhte delil bulunmadıkça Hz.  Peygamber'in bütün fiillerine uymak ve itâat etmek vaciptir.’ demişlerdir. 

Çetinoğlu:
Serahsî’nin görüşü nedir?
Doç. Yıldız: Nebi (s.)'in kasıtlı fiilleriyle ilgili olarak Serahsî, ‘Fiilin sıfatı üzerinde delil ikâme edinceye kadar “tavakkuf” (beklemek) vaciptir.’ görüşünde olan birinci gurubun kanâatini, ilk Hanefi usûlcülerinden Ebu'l-Hasan el-Kerhi'nin ve aynı çizgide olan öğrencisi Cessâs’ın şu sözleriyle açıklar: ‘Eğer Nebi (s)'in fiillerinin sıfatı bilinirse yani fiilinin farz, vacip, mendup ve mubah olarak işlediği bilinirse bu sıfatlarla O’na uyulur. Aksi halde o fiilde ibâhe (mubahlık) sıfatı sabit olur. Sonra o fiile ittibâ’ (uyma) ancak delil ikâme etmek suretiyle olur. Cessâs da şu sözleriyle aynı görüşü paylaşır: ‘Resûlullah'ın fiilinin sıfatı bilinmediği takdirde, konuya mahsus delil ikâme edinceye kadar o fiile ittibâ’(mübah olarak uymak) sabittir(devam eder). Sahih olan görüş de budur.’ 
Resûlullah (s.), bir veya iki gece Terâvih namazı için mescide çıkmıştı. O'na bu konuda ‘Niye sadece bir veya iki gece çıktınız?’ şeklinde sorulunca, O: ‘Sizin üzerinize Terâvih'in farz olmasından korktum; onu size farz kılsaydım yerine getirmezdiniz.’  buyurmuştu. Eğer Resûlullah'ın(s) mutlak fiiline ittibâ’ gerekseydi O, ‘Üzerinize farz olunmasından korktum.’ buyurmazdı.
Serahsi'nin, asıl itibariyle fiili ikiye ayırdığı görülmektedir:
Bu iki kısımdan biri emir (alma ve sarılma), diğeri terk (nehiy ve kaçınma) olup haklarında kesin delil kaim olmadıkça emre ittibâ’ veya nehiyden sakınma üzerimize vâcip değildir. Şöyle de açıklayabiliriz: Resûlullah’ın mutlak fiiline (istisnâsız bütün fiillerine) uymak bize vâcip olsaydı, bu ittiba vucûbiyeti genelleşir, bütün fiillerini kapsardı. Bu konuda herhangi bir söze de mahal kalmazdı. Çünkü böyle bir umumîlik, istisnâsız herkes için Hz. Peygamberin bütün fiillerini anlamayı ve onlara mutlak ittibâyı gerektirirdi. Halbuki böyle bir durum ne olmuş ne de bu mânâda bir söz söylenmiştir.  Ayrıca Serahsî’ye göre biz, aşağıdaki açıklamalarla da  Hz. Peygamber'in mutlak fiilinin ittibayı gerektirmediğini öğrenmekteyiz: Yüce Allah'ın, ‘And olsun Allah'ın Elçisinde sizin için Allah'a ve âhirete kavuşmaya inanan ve Allah 'ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır...’ buyruğu, fiillerinde Resûlullah'ı örnek edinmenin, O'na uymanın vâcip olmadığına delildir. Eğer uyum vâcip olsaydı, ayette ‘sizin, için’ anlamındaki (leküm) yerine ‘Sizin üzerinize’ anlamındaki (aleyküm) ifâdesi bulunurdu. Ayetteki (leküm) ifâdesi, Resûlullah'ın fiillerine uymanın bize vâcipliğine değil, mübahlığına delildir. Şüphesiz, Resûlullah'a (s)  ittibâ’ ile emirden maksat, O'nu tasdik etmek ve O'nun getirdiklerini ikrar etmektir. 
Serahsî bir hususa daha dikkat çekiyor: Fiil, cibillî (fıtrî ve yaratılışsal) hareketlerden değilse, o takdirde Resûlullah’ın şahsına özgü fiillerden olup olmadığı tespit edilmelidir. Çünkü bu durumda kendisine helâl olup, bize helâl olmayan veya kendisine farz olup, bize farz olmayan fiiller söz konusudur. Bu durumda  performans sahibi kimselerce (hadis alimlerince) Hz. Peygamberin o fiili, hangi sıfatıyla yaptığı araştırılmalıdır. Çünkü devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları sadece Müslüman devlet başkanlarını, kadı sıfatıyla yaptıkları Müslüman kadıları, câmi imamı sıfatıyla yaptıkları da câmi imamlarını ilgilendirir. 
Çetinoğlu: Serahsî Hazretleri’nin nesh mevzûunda da derin görüşleri var. Nesh meselesini başka bir röportajımızda ele alırız inşallah. Efendim, çok teşekkür ederim. 

Doç. Dr. ABDULLAH YILDIZ: 
1955 yılında Kayseri’nin Kirazlı Köyü’nde doğdu. İlköğretimini köyünde, ortaöğretimini Kayseri’de bitirdi. Lisans öğrenimini, 1979'da Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü’nde tamamladı. 1980 yılında öğretmenliğe tâyin edildi. 1987’de Millî Eğitim Bakanlığı tarafından Arap Dili ve Edebiyatı üzerinde staj yapmak, bilgi ve beceri artırmak üzere bir yıl süreyle Mısıra gönderildi. 1989’da Erciyes Üniversitesi’nde başladığı Yüksek Lisans öğrenimini, 1992de "Ebû BekirMuhammed es-Serahsî'nin Hayatı ve Mebsut'unl Veli. Ciltlerindeki Hadislerin Tahrici" konulu teziyle tamamladı. Aynı yıl Erciyes Üniversitesinde Hadis Bilim Dalı’nda Doktoraya başladı. 15 yıl Milllî Eğitim Bakanlığına bağlı değişik öğretim kurumlarında öğretmenlik yaptı.
1995 yılında, Harran Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri Bölümüne Arapça öğretim görevlisi olarak tâyin edildi. 1996’da, istek üzere aynı üniversitenin İlahiyat Fakültesi’ne Hadis Anabilim Dalı öğretim görevlisi olarak vazifeye başladı. 1998 yılında "Hadislerde Nifak Kavramı ve  Hz. Peygamberin Münafıklara Karşı Tutumu” konulu çalışmasıyla Erciyes Üniversitesi’nde doktora öğrenimini tamamladı. 2000 yılında Yardımcı Doçent oldu. 2001 - 2008 yılları arasında dekan yardımcılığı yaptı. 2014 yılında Hadis Anabilim Dalı’nda Doçent oldu. Halen Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde, Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır. Arapça ve İngilizce bilen yazar, evli ve dört çocuk babasıdır.
Çoğu Müslüman bireyin sosyal ahlâk ve davranışı, sünnet-medeniyet ilişkisi ve sünnet bilincine erişmenin medenî olmayı ve örnekliği gerektirdiği konulu bildirileri olmak üzere Tulakâ, diğer bazı sahâbenin biyografileri ve rivâyetleri içerikli değişik makaleleri bulunan yazarın yayımlanmış kitapları şunlardır:
1-Hz. Peygamber ve Gizli Düşmanları Münafıklar, İz Yayıncılık, İstanbul-2000.
2-İmam Serahsî'nin Hayatı ve Sünnet Anlayışı, Şanhurfa-2001.
3-Büyük Fetih Müslümanları ve Rivâyetleri. Siyer Yayınları. İstanbul 2015
(BİTTİ)