Akdeniz rotamızın Antalya sınırlarından çıkmadan son durağı Gazipaşa. Adı neredeyse başka şehirlermiş gibi anılan, Alanya, finike gibi ilçelerinden sonra belki de bazılarınızın hiç duymadığı bir yer burası.

“Peki Gazipaşa’da ne var ki?” diyenleri duyar gibiyim. Herşey var aslında, doğa derseniz Alanya sınırları içinde olsa da Gazipaşa’ya daha yakın olan Sapa Kanyon, Cüceler Mağarası veya Gazipaşa Yalan Dünya Mağarası var. Ayrıca 50 km sahil şeridiyle denize girilebilecek oldukça alan sunuyor. Caretta carettaların Türkiye sınırlarında yumurtalarını bıraktıkları 17 merkezden biri de Gazipaşa sınırlarında kalıyor. Carettaların en güzel kumlu sahillere yumurtalarını bıraktığı düşünülürse buraların kıymeti de daha iyi anlaşılabilir. Tarih derseniz Klikya uygarlığı, sonrasında Roma ve Bizans tarihi buraya da imzasını atmış. 

Sapadere Kanyonu 2008 yılına kadar sadece yerli halk tarafından bilinen gerçekten de sapa bir yerde. Kenarları korkuluklu ahşap bir yol yapılarak 350 mt lik bir bölümü ziyarete açılmış.
Bu yolun sağ ve sol taraflarında kayaların oluşturduğu, kanyonun içinden akan suyun minik şelalelerle doldurduğu doğal havuzlar var. Suyun sıcaklığı yaz kış 0-12 derece arasında değişiyormuş. Bu nedenle özellikle sıcak yaz günlerinde çok rağbet gören bir gezi alanı. Hava bu kadar serin olmasa ben de girmeyi çok isterdim. Hava serin derken kışın ilk kardelenlerini de burada gördüğümüzü söylersek daha açıklayıcı olur sanırım.Sapadere Kanyonu her mevsimi güzel alanlardan, yazın sıcağında serin, sonbahar da turuncu, kırmızı yapraklarıyla tablo gibi, kışın kardelenler ve sakinliğiyle yalnız size ait, baharda ise bollaşan suları, çiçekler açan ağaçlarıyla bereketin sembolü gibi. Biz tek başımıza gezip, inceleyerek tadını çıkardık.

Dönerken yol üstünde bir de ne görsek beğenirsiniz ? Meğerse neredeyse hepimizin okuma yazmayı öğrenirken, ilk okuduğu kitapların kahramanı çöp adam Cin Ali’ler gerçek değil miymiş?? Üstelik de köyleri de buradaymış !!!!

Oradan çıkıp köyün içine girerken bir restaurant gördük. Irmağın kenarına yayılmış, yemyeşil bahçesiyle bizi çağıran. Buranın işletmesi de sanırım mağara ve kanyonla aynı kişiye ait ama, burada çalışanlar daha sevimli ve insan canlısıydılar. Üst katı da gezin dediler bize. Üst katta bir doğal ipek dokuma tezgahı kurmuşlar ve bu tezgahta dokudukları şalları da satıyorlar. Hepsi de çok güzeldi ama benim gibi bir gezenti için gereksiz bir lüks olacaktı o nedenle almamayı tercih ettim. 
Bahçedeki, dereye uzanan balkonda biraz oturup sonra yolda gelirken gördüğümüz mağaraya yöneldik.

"Cüceler Mağarası" Adının hikayesi maalesef çok hoş değil. 1900’lü yıllarda mağaranın yakınındaki Tırılar köyünde ailesinden şiddet gören bir cüce kaçarak bu mağaraya saklanmış ve burada yaşamaya başlamış. Onu gören bir çoban, merak içindeki ailesine haber vermiş, ama o günden sonra mağara cüce veya cüceler mağarası olarak anılmış.
Burası ve Antalya genelindeki mağaralar Kayalardan sızan yağmur ve kar sularının, kireçtaşlarını eritmesiyle oluşmuş. Bu sızıntılar hala devam ediyor ve yukarıdan damlarken sarkıtları, aşağıda damladıkları yerlerde de dikitleri oluşturarak ziyaretçilere görsel şölen hazırlıyorlar. İçeri girince büyük bir galeri ve ona bağlı daha küçük odacıklardan oluşan 150 mt kadar toplam gezilecek mesafesi olan küçük bir mağara burası. Odacıkların bazılarında sanki devam ediyor görüntüsü veren yarıklar var ama ancak sürünerek geçilebilecek kadar darlardı.
Mağaranın bekçisi de çok sevimli biri, çevredeki kedilerle ilgileniyor. Motorsikletinin arkasındaki dürbünle ilgilenen Halûk'a çevredeki yerleri gösterip baksana dedi. Durur mu bizimki:)?
Mağaradan sonra köyün olduğu yere geri dönüp, gördüğümüz hayvan barınağına yöneldik. Belki aracımızda bizimle birlikte seyahat edebilecek bir minik can bulabiliriz diye. Hepsi çok güzellerdi. Hepsi bizimle gelmeye çok ama çok hevesliydiler. Maalesef bizim küçük arabamızda bizimle sürekli seyahat etmek için fazla büyüklerdi. Onları alıp, sonra hevesleri geçince atan insanlara epeyce saydırdıktan sonra sahil yolundan doğuya doğru devam ettik.
Gazipaşa’ya doğru devam ederken Antalya'da en çok bulunan bir yer yol kenarında bizi bekliyordu. Bir antik kent. Burası adını ilk defa duyduğumuz "Aytap (Iotape) Antik Kenti ". Adını Kommagene Kralı 4. Antiochos’un karısı Iotape’den almış.

Yapıların çoğu tahrip olmuş, bir kısmı karayolunun altında kalmış, ama hala küçük bir kilise ve hamam binası ayırt edilebiliyor. Aşağıda küçük bir limanı olan kent sanırım antik kent bolluğundan kendi haline terk edilmiş. Yurt dışında olsa bir küçük taşı için müzeler yapılacak güzellikte oysa ki. Keşke tarihini bilen biri olsa da bize anlatsa, çevreye bakarken zamanında insanların bastığımız yerlerde neler yaşadığını bilerek incelesek etrafı dedik.
Orada bizi bir de can dostu karşıladı. Biz ona biraz yiyecek verdik o da bize rehberlik yaptı. Arabadan inip heryeri gezip geri dönene kadar hep yanımızdaydı. Ama sonra arabaya çağırınca gelmemeyi tercih etti. Belki O da “yahu arabada size bile neredeyse yer yok. Ben nereye gelecem ki?” dedi içinden. Belki de buraları seviyor. Aslında bu kadar büyük olmasına rağmen yanımıza almayı çok isteyeceğimiz bir candı. Ama bir şekilde burada kendine baktırıyor olmalı ki, gayet sağlıklı ve karnı tok görünüyordu. 
Yol üstünde Gazipaşa sanayisinde aracımızın ufak bir sorununu hallettirirken, sanayilerde güzel ev yemekleri olacağını bildiğimizden büyükçe bir tanesine girip karnımızı da doyurduk.

Sonra bir tabela daha gördük Selinus Antik Kenti. Bu komşumuzun 6 yaşındaki kızı,  bizim küçük arkadaşımız Selin'in şehriydi galiba:)  Hatta kesin diyebilirim tam onun gibi sevimli ama başına buyruk bir yer. 
Yukarı 650 basamak dimdik merdivenlerden çıktık, orada bir kentin tamamı var diye düşünerek. Tepede gördüğümüz kaleye kadar devam eder sanıyorduk yol. Ama hayır ortada bir bina kalıntısına 5 mt kadar kala bitti. Taşların üzerinden zorla tırmandık binaya kadar.

Ama binada çok da görülecek birşey olmadığı gibi, bir açıklama da yoktu. Üstelik de kaleye 30 mt civarı yükseklikte ve dimdik, taşlardan oluşan bir mesafe vardı. Ben çıkalım dedim, Halûk düşeriz dedi. 

Ama benim keçiliğim tuttu ve düşe kalka, kah iki elimi de kullanarak kah biraz kayıp düşerek inat ettim ve çıktım en yukarı. Manzara muhteşem ! Kenarda 2 mt kadar genişlikte yürüyüş alanı ve korkuluklar, aşağısı uçurum. Ama be insanlar buraya küçücük de olsa bir yürüyüş yolu yapıp, korkulukları da koyuyorsanız, niye araya çıkılabilecek bir merdiven yapmıyorsunuz. Ben çıktım. Video ve fotoğrafları çektim güzel de nasıl ineceğim ?

Gerçekten çok zor oldu. Çoğu yerde taşlara oturup kendimi kaydırmak zorunda kaldım, yoksa bir yerimi kırmam an meselesiydi. Halûk'da çok endişelenmiş ama risk yönetimi devreleri izin vermemiş çıkmaya. “Risk ikiye katlanır yukarı çıkarsam yukarıda bir şey olursa sağlam biri olsun yardım edecek” dedi bana. Yersem…  cesaret edemedim demiyor da… Laf aramızda haklı aslıda… 
Selinus Antik Klikya'nın küçük bir liman kentiymiş. MÖ. 6.yy Asur kayıtlarında adı Kıbrıs'la bağlantılı olarak geçmekteymiş. Kent Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerinde de yerleşim görmüş, hatta Selçuklular zamanında da yerleşim gördüğü bazı duvarlarda bulunan islami motiflerden anlaşılmaktaymış. Biz de yol üstündeki bir duvarda gördük o kırmızı zigzaglı motifleri.

En tepedeyken gördüğümüz plaj manzarası çok cazip geldi bize, gidip bakalım hem de yemeğimizi orada yiyelim dedik. Aslında sahilde kafeler de vardı ama hiç biri güzel gelmedi bize. Yalnız Gazipaşa Belediyesi'nin otobüs durağı uygulamasına bittik. Bizim şöför de hemen atladı ben bir otobüs kullanayım diye.

Gece uyumayı düşündüğümüz yeri gözümüze kestirdik, sonra gidip Gazipaşa'yı bir gezelim dedik. Çarşının içinde gayet  güzel bir yer bulduk, çayımızı kahvemizi içtik, internetten bir de film seyredip sahile geri döndük. Kapalı bir kafenin arkasına çekip aracımızı uyuduk.
Özelikle yazmıyoruz artık Ye yenir ne içilir nerede kalınır bölümlerini. Bu yerlerde hep karnı doymuş insanların binlerce yıldır. Bizlere mi bakamayacak?.... Amaç gezmek görmek bizde. Gastronomi turizmi şimdilik gündemimizde değil…