Bazısı işlerinin nasıl olacağını bilmek ister, bir diğeri kaç çocuğunun olacağını. Biri sevdiğine ne zaman kavuşacağını merak eder bir diğeri tarlasından ürün alıp alamayacağını. Bir kral komşu ülkeye savaş açsın mı öğrenmek ister, öbürü ülkeye ne zaman barış geleceğini. 
Apollon Tapınağı antik çağda bütün bu soruların cevaplandığı bilicilik ve kehanet merkeziydi. 
Antik çağda insanlar her şeyin bir tanrısı olduğunu düşünüyorlardı. Ploutos zenginlik tanrısı, Hypnos uyku tanrısı, Penia yoksulluk tanrısı, Hades ölüler ülkesinin tanrısı, Apollon ise ışık, sanat, kehanet ve bilicilik tanrısıydı. 

Efsaneye göre tanrı Apollon Didim yakınlarında gezerken çoban Brankhos'a rastladı. Ondan çok hoşlandı ve kehanetin sırlarını öğretti. Çoban Brankhos'da MÖ.560 da defne ormanı ve su kaynağının olduğu bu yere Apollon'un adına bir tapınak yaptı. O çocuklarına, onlar da kendi çocuklarına kehaneti öğrettiler. Onun soyundan gelenlere Brankhidler dendi.
Kehanet ve bilicilik yapanlar kutsal insanlardı, halk tarafından sevilir ve sayılırlardı. Apollon Tapınağının baş kâhinin Miletos yönetiminde de yeri vardı. Kâhinler yaptıkları kehanetlerin doğruluk derecesine göre de bulundukları tapınakların değerlerini arttırıyorlardı. 
Apollon Tapınağı zamanla antik dünyanın en önemli kehanet merkezlerinden biri haline geldi. Miletos'dan Apollon’a kadar 20 km’lik bir kutsal yol vardı ve gemileriyle ticaret veya başka sebeplerle gelen insanlar, tekrar yola çıkmadan önce son 2 km'si heykellerle süslü bu yolu aşarak tapınağa gelir, hediyelerini sunar gelecek hakkında bilgiler alırlardı. 

Persler tarafından işgal edilene kadar bu şekilde devam etti. Daha sonra MÖ.334 de Büyük İskender Miletos'u alınca kehanet merkezinin yönetimi Miletos'a verildi. MÖ.331 de Miletos kâhini Büyük İskender'i "Zeus'un oğlu" ilan etti. MÖ.330 da da Yunan dünyasının en büyük kehanet ve bilicilik tapınağının inşaatına başladılar. 200 yıl kadar yapımı süren tapınak tam olarak bir türlü bitirilemedi. Ama işlevini sürdürmeye hep devam etti. Bilici ve kâhinlerinin başarıları nedeniyle döneminin en zengin tapınağı haline geldi. 

Apollon tapınağı, tapınak amaçlı olarak yapılmış en büyük yapılardan biridir. 
Tapınak alanına girerken ayakta kalan sütunların büyüklüğünden, tapınağın o günlerdeki ihtişamını gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Kâhinlerden başka kimsenin girmesine izin verilmeyen mekânlarda dolaşırken, olmaması gereken bir yere gizlice girmiş hissine kapılıyorsunuz.
İlk girişte bizi Medusa başlı heykeller karşılıyor. Göz göze geldiği kişiyi taşa çevirdiğine inanılan Medusa figürü, bu tür yerleri kötülüklerden korumak amacıyla kullanılıyormuş.

Yere düşmüş ve olduğu gibi kalmış sütün dilimlerinin büyüklüğü, ayrı bir hayranlık uyandırıyor bizde. O büyüklükteki taşların nasıl birbiri üstüne dimdik bir şekilde çıkartıldıkları, bir de üstüne başlıklar konduğunu algılayamıyoruz.
Yerde tahta bloklarla yaptığınız kuleleri bile ayakta tutmak öylesine zorken hemde.
Apollon tapınağının ayakta kalan üç sütunundan sol tarafta yalnız başına dikilen, üzerindeki yivlerin çalışması yarım kalmış, yüzyıllardır sırasını bekliyor.

Bu yarım kalmış çalışmalar bize farklı kalınlıklardaki bu taşların bir şekilde son parça ile eşit boya getirildiğini, sabitledikten ve başlığı da konulduktan sonra taş ustalarının üstündeki yivleri oyduğunu öğretiyor.
Her yerdeki muhteşem işçilik bizi büyülüyor. O güzelim heykellerin, kaidelerdeki oyma figürlerin üstünde ellerimizi gezdiriyoruz taş işçilerinin emeğine saygıyla, detaylara inanamayarak. Duvarların, sütunların, başlıkların o devasa taşlarla 2300 sene öncenin şartlarında milimetrik hesaplamalarla nasıl böylesine düzgün oturtulabildiği hala bir muamma. ( En azından bizim için. )


Taşların büyüklüğüne ve azametine hayran kalarak, o günlerin çalışanlarının koşuşturması ve kutsal alanların sakinliğini hayal etmeye çalışarak ayrılıyoruz tapınaktan...