Osmanlı döneminde El Cezire olarak andığımız Ortadoğu coğrafyasında Musul Vilayeti (Musul, Kerkük ve çevresi), stratejik konumu, zengin ve verimli topraklarıyla tarihin her döneminde önemini koruyan bir bölge olmuştu. 1055-1056 tarihinde Selçukluların eline geçen Musul, o tarihten sonra hep Türklerin elinde kaldığı için vatan toprağı sayılmış, Misak-ı Milli sınırlarımız içinde gösterilmişti. 20. yüzyılın hemen başlarında petrolün keşfedilmesi sonrasında Musul’un stratejik önemi daha da artmış, başta İngiltere olmak üzere, bütün emperyalist devletlerin hedefi olmuştu. Günümüzde referandum oyunlarıyla Irak’tan koparılmaya çalışılan Musul Vilayeti (Musul, Kerkük ve çevresi), I. Dünya Savaşı sonunda, uluslar arası hukuk çiğnenerek Osmanlı’dan koparılmıştı. Mondros Mütarekesi imzalandı gün ( 30 Ekim 1918) Musul Ali İhsan Paşa’nın elindeydi. Fakat, mütareke koşullarına aykırı olarak askeri harekatı sürdüren İngilizler, 6. Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’dan Musul’un boşaltılmasını istediler.

Mütareke metnini 3 Kasım 1918 günü alan Ali İhsan Paşa, askeri harekatın 31 Ekim 1918 günü öğle üzeri durduğunu ve bu nedenle, İngilizlerin Musul’a girme haklarının olmadığını savunuyordu. İngiliz Irak Ordusu Başkomutanı General Marshall ise, 7 Kasım 1918 günü Musul’u işgal için emir aldıklarını, İhsan Paşa’nın 15 Kasım 1918 günü öğlene kadar kenti boşaltması gerektiğini söylüyordu.

15 Kasım 1918 günü Musul merkezi, 6 Aralık’ta ise vilayetin tamamı İngilizler tarafından işgal edildi ve günümüze kadar uzanan Musul sorunu dönemi başlamış oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu olan Lozan Anlaşması müzakereleri araya giren kesintilerle yıllarca sürmüş, en büyük tartışma konusu olan Musul’un statüsünün belirlenmesi Cemiyet-i Akvam’a bırakılmıştı. Lozan görüşmeleri üç aşamada gerçekleştirilmişti. I. Bölüm 22 Kasım 1922- 5 Şubat 1923 tarihlerinde gerçekleştirildikten sonra 1.5 aylık bir ara yaşanmıştı. II. Bölüm 18 Nisan 1923’te başladı ve taraflar Musul hariç diğer konularda anlaşmaya vardılar. Lozan Anlaşması’nın 3. Maddesi gereğince yapılan Haliç Konferansı (Mayıs 1924) Lozan barış görüşmelerinin III. Aşamasıydı. Haliç Konferansı’nda önümüze çıkan fırsatı yıllar sonra görebildik..

HALİÇ KONFERANSI’NDA KAÇAN FIRSAT

Musul’u Lozan’da kaybettiğimiz yazılır çizilir, oysa Türkiye Musul’u 1924’te Haliç Konferansı’nda kaybetmiştir. Daha da acısı, yeni seçilen Muhafazakar Parti Hükümeti’nin Haliç Konferansı’na gönderdiği temsilciler, Musul’u Türklere vermek üzere gelmişlerdi. Fakat, Lozan Anlaşması’nın 3. Maddesi gereğince yapılan Haliç Konferansı’ndaki (Mayıs 1924) görüşmelerde Türk Heyeti, önüne çıkan altın fırsatı değerlendirememişti. Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları çerçevesinde Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye, Türkiye’nin bölünmez sınırlarını belirleyen Misak-ı Milli’yi hazırlamıştı. 28 Ocak 1920’de son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından da kabul edilen Misak-ı Milli’ye göre, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918 günü Türk Ordusu’nun elinde bulunan, Türk ve İslam çoğunluğun yaşadığı Osmanlı toprakları milli sınırlarımız içinde sayılıyordu. Buna göre Musul da Misak-ı Milli sınırları içindeydi. Türkiye ile İngiltere’nin dokuz ay içinde Musul konusunda bir anlaşmaya varmalarını öngören Lozan Anlaşması’nın 3. Maddesi gereğince, Türk-İngiliz görüşmeleri, 19 Mayıs 1924´te, İstanbul´da, Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti (bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı) binasında yeniden başladı. Haliç Konferansı’ndaki görüşmelerde Türk Heyeti’ne TBMM Başkanı ve İstanbul Milletvekili Fethi Bey, İngiliz Heyeti’ne ise Britanya’nın Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox başkanlık ediyordu. 19 Mayıs 1924 günü çalışmalarına başlayan Haliç Konferansı’nın açılış konuşmasını yapan Ali Fethi Bey, nüfus bakımından üçte ikisi Türk ve Kürtlerden oluşan Musul’un, coğrafi bakımdan da Türkiye’nin bir parçası olduğunu bilimsel kanıtlarla ortaya koymuştu. Fakat, Türk tarafında uluslar arası hukuku bilen yeterli sayıda kadro olmamasından yararlanmak isteyen İngiliz Heyeti Başkanı Sir Percy Cox, 24 Mayıs 1924 günkü toplantıda masaya yeni bir teklif getirdi ve Musul’un yanı sıra Hakkari’nin de bir kısmının kendilerine verilmesini istedi. Hakkari’den Musul’a göç etmiş olan Nasturiler için toprak isteyen İngiltere, konunun çözümünü Milletler Cemiyeti’ne taşımak için görüşmeleri yokuşa sürüyor, Nasturileri isyana yönlendiriyordu.. Buraya kadar sıraladığımız talihsizliklerden sonra, “Musul’u Lozan’da değil, Haliç’te kaybettik” demenin doğru bir değerlendirme olmadığı düşünülebilir. Hayır, biz Musul’u Lozan’da değil, Haliç Konferansı’nda (Mayıs 1924) kaybettik. Çünkü, Musul’u elde tutmaya çalışanlarla ele geçirmek isteyenler arasında tarih boyunca amansız savaşlar yaşanmıştır. Lozan’da da taraflar, Musul’u ele geçirmek için kıyasıya savaşmışlardı. Fakat Haliç Konferansı’nda durum çok farklıydı. İngiltere’de Kasım 1922’de yapılan seçimlerde tek başına iktidara gelen Bonar Law Hükümeti, Musul’un Mondros Mütarekesi’nden sonra ‘fethedilerek’ alınmasını çok yakışıksız buluyordu, yani Bonar Law Hükümeti temsilcileri, Musul konusunda, Lloyd Geoege hükümeti kadar ısrarcı olamayacaktı, Fransa ile yolların ayrılması İngiltere’de moral çöküntüsü yaratmıştı. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslar arası hukuk alanında yetişmiş elemanları ve diplomatları olmamasından dolayı, altın tepside sunulan bu fırsatı değerlendirememiş, Misak-ı Milli sınırları içindeki Musul Vilayeti’ni geri almayı başaramamıştı. Haliç Konferansı’nın Lord Curzon’un bir oyunu olduğu savunulur. Peki, ama Lozan müzakerelerinin her aşamasında gördüğümüz İsmet Paşa’nın Haliç Konferansına katılmaması da Lord Curzon’un oyunuydu? Haliç Konferansı’nın yapıldığı dönemde İngiliz Hükümet temsilcilerinin moralleri bozuktu. Çünkü, Ruhr Havzası’nın işgali konusunda ısrarcı olan Fransa’yı bu tutumundan vazgeçirmek için 9-11 Aralık’ta (1922) Paris’e giden İngiltere Başbakanı Bonar Law ile Lord Curzon bir sonuç alamamış, Lozan’da Türk heyetinin karşısına dikilen cephede büyük bir çöküntü oluşmuştu. Bu durum, Türkiye’nin değerlendirmesi gereken çok önemli bir fırsattı. Fakat savaş yorgunu Türkiye Cumhuriyeti Haliç Konferansı öncesindeki gelişmeleri doğru okuyamadığı için, Haliç’te önüne çıkan bu çok önemli fırsatı değerlendirememişti. Britanya’nın İstanbul’daki temsilcisi Lindsay’in belirttiği gibi, “Türkiye’de, Musul konusunda bilgili ve konuyla ilgili bir tek insan yoktu. Dolayısıyla Türk kamuoyunun baskısından çekinmeye de gerek yoktu!” Neden? Bu kahredici sorunun yanıtı, Türkiye’nin yaşadığı yetişkin adam kıtlığıdır.

2. HALİÇ KONFERANSI’NDA NELER KONUŞULDU?

25 Eylül 2017’de Haliç Konferansı’nda ve öncesinde yaşananları anmak ve Barzani’nin bağımsızlık referandumunu boşa çıkarmak için neler yapılması gerektiği konularını tartışmak üzere 2. HALİÇ KONFERANSI gerçekleştirildi. 6 sivil toplum kuruluşunun işbirliği ile gerçekleştirilen 2. Haliç Konferansı’na çeşitli üniversitelerden bilim adamları katıldı. ANAP dönemi bakanlarından Yüksel Yalova’nın yönetiminde gerçekleştirilen konferansta, Musul gerçekleri dile getirildi.

“KÜRTLERİ ATAEŞE SÜRÜKLECEKLER”

Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Kuzey Irak'taki referandum kararıyla ilgili görüşlerini belirterek şöyle dedi. "Ey Kürtler, bugün sözde 100 yıllık bir halüsinasyon adına, bin yıllık misakı, bin yıllık anlaşmayı, bin yıllık ahtı bozmak üzeresiniz. Beraber yaşadığınız Türkler, Türkmenler, Araplar, Ezidilerden bir maceraperestin siyasi ihtirasları uğruna ayrılmaktasınız. Onlara sırtınızı dönmektesiniz. Bu dönüş sadece ve sadece küçük bir aile kavgası olmayacak. Maalesef Kürtleri ateşe sürükleyecektir. Ey Kürtler, bu maceranın peşinden giderseniz, dünyada cehenneminizi yaratmaktasınız. Biz bunu istemiyoruz. Biz burada Haliç Konferansı'ndan şu mesajı vermek istiyoruz: Kürtler barış ve güven içerisinde hak ettikleri şekilde yaşamaya devam etmeliler. Onları o tehlikeye, ateşe atan zihniyetin karşısında durmak gerekir ki kendileri bu cehennemden kurtulsunlar. Bu bir tehdit değildir. Bu bir milliyetçi refleks de değildir. Bu, doğrudan doğruya bin yıllık genetik kültürümüzün talebidir, arzusudur ve onları uyarmak, bizim kardeşlik borcumuzdur. Vicdani borcumuzdur."

“KERKÜK KÜRTLEŞTİRİLİYOR”

Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) Danışmanı Habib Hürmüzlü, referandum kararının Kürt parlamentosunda alelacele alındığını, hatta karar alınırken meclis üyelerinin neredeyse yarısının salonda bulunmadığını belirtti. Referandum kararının ardından daha önce bir araya gelemeyen pek çok topluluğun artık birlikte hareket etmeye başladığına değinen Hürmüzlü, "Ortada parçalanan sadece Kürtler oldu. Kürtler daha önceki çatışmalar zamanında birleşmişlerdi ve bir hedef üzerine gidiyorlardı. Ancak referandum kararının ardından parçalanmaya başladılar, hatta kendi aralarında kanlı çatışmalar yaşıyorlar" dedi. Kerkük'ün son yıllarda "Kürtleştirilmesine" yönelik bir proje de yürütüldüğünün altını çizen Hürmüzlü, "2003'ten itibaren bölge Kürtleştirilmeye başlandı. Yüz binlerce Kürt, Kerkük ve çevresindeki köylere yerleştirildi. 10 Nisan 2015'te Kerkük nüfusu 850 bin iken, iki yılda nüfus, 1 milyon 650 bine ulaştı. Yani iki yılda bir şehrin nüfusu, yüzde 100 arttı. Kürtleri her taraftan getirip nüfusa kaydettirip, orayı Kürtleştirmeye çalıştılar." ifadesini kullandı.

"TÜRKİYE EVET DEMEZSE…”

Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) Başkan Danışmanı Murat Güztoklusu, bölgede Türkiye'nin onaylamadığı hiçbir kararın gerçeklik kazanmayacağını vurguladı. Güztoklusu, Musul Vilayeti’nin yakın tarihimizde aydınlatılması gereken sayfaları olduğunu, 1922 yılında Süleymaniye'de Türkiye'ye bağlı bölgesel yönetim kurulmasının önünü açan "Süleymaniye Kongresi" toplandığından dile getirerek şöyle dedi: "Türkiye'nin yapması gereken, Süleymaniye Kongresi kararlarının bırakıldığı yerden devam ettirilmesidir. Bu, hem bölge Kürtleri için hem bölgedeki Türkmenler için hem de Türkiye'nin tamamı için en hayırlı gelişmedir." “FİİLİ BAĞIMSIZLIK DENEMELERİ BOŞ ÇIKINCA…” Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Akif Okur, referandumun, fiili bağımsızlık denemesi hüsrana uğrayan Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi'nin, bunun siyasi sonuçlarını bağımsızlık iddiasıyla örtme gayreti olduğunu savundu.

“ANKARA VE LAHEY ADALET DİVANI KARARLARI NE DİYOR?”

Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu, hem Ankara Anlaşması hem de Lahey Adalet Divanı kararlarına göre Musul'un Türkiye'ye verilmesi gerektiğini söyledi. Kuzey Irak'taki referandum konusunda da hala geri adım atılma ihtimali olduğunu değerlendiren Sofuoğlu, "Geri adım atılmazsa bölgeyi kan bürüyecek. Türklerin, Kürtlerin, Arapların savaştığı, Batılıların seyrettiği bir ortamla karşı karşıya geleceğiz. Ama asla ve asla burada bağımsız bir devlet olamayacak" dedi. Sofuoğlu, ABD ve İngiltere'nin referandum konusunda Türkiye, Rusya ve İran'ın kesin tavrının ardından geri adım attığını, Türkiye'nin bölgedeki bu kararlı tutumunu sürdürmesi gerektiğini belirtti.