ATİLLA ÇİLİNGİR

PAROLASI: 

‘’AYŞE TATİLE ÇIKABİLİR..’’

İkinci Cenevre Konferansı’nda Yunan ve Rum tarafı zaman kazanmak, dünya kamuoyunu Türkiye aleyhine çevirmek için uzlaşmaz bir tutum sergilemeye başladılar. Birinci Cenevre Konferansı’nda alınan kararları dahi dikkate almadılar. İkinci Cenevre Konferansı’nın başarısızlığa uğraması üzerine, Türk Silahlı Kuvvetleri İkinci Barış Harekâtına başladı. 

 14 Ağustos günü Saat 06.30’dan itibaren 28 ve 39 ncü Tümenler, Magosa ve Boğaz Deniz üssünü ele geçirmek üzere doğuya doğru taarruza başladılar. 

 Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile Lefkoşa Sancağı ve Komando Tugayı kolordu bölgesinin batı kesimini savunmakla görevlendirilmişlerdi. 

 39 Tümen bölgesindeki İngiliz Tepe ve Kara Tepe, Rum savunmasının bel kemiği durumunda idiler. 39 Tümen’in birlikleri saat 11.30’da İngiliz Tepe ve Kara Tepe’yi ele geçirdiler. 

28 Tümen’in 230’uncu Motorize Alay, 2’nci Taburu; saat 12.00’ye doğru Mia Milya isimli Rum Köyü ve Sanayi Bölgesini (adını sonradan Haspolat Köyü olarak ben koydum…) işgal etti. Saat 15.00 civarında 39.Tümen Değirmenlik’i, 28. Tümen de Timbu hava alanını ele geçirdi. 

 Türk askeri karşısında çareyi kaçmakta bulan Rumlar, mağlubiyetin acısını çıkarmak için; 14 Ağustos’ta Taşkent, Terazi, Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde; savunmasız, çoğu çocuk, kadın ve yaşlı olmak üzere yüzlerce Türk’ü topluca ve vahşice öldürmüştür. 

 Adanın diğer kesimindeki Türklere de insanlık dışı, vahşice saldırılar yapılmıştır. Birliklerimiz 14 Ağustos akşama doğru Paşaköy ve Serdarlı’ya girerek soydaşlarımızla kucaklaştılar… 

 15 ve 16 Ağustos’ta doğu ve batı istikametlerinde ileri harekâtına devam eden birliklerimiz Magosa, Lefkoşa ve Lefke hattının kuzeyindeki bölgeyi tamamen kontrol altına almışlardır…





Sonuç olarak:

Kıbrıs Barış Harekâtı ile Kıbrıslı Türklerin can güvenlikleri sağlanmış, Rumların Enosis hayali Akdeniz’in karanlık sularına gömülmüştür.

Bu savaşta; 415’i Kara, 65’i Deniz, 5’i Hava ve 13’ü Jandarma olmak üzere 498 Türk askeri şehit olmuş, 1200’de yaralanmıştır. 

70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit olmuş, 1000 Kıbrıslı Türk de yaralanmıştır. 

 BM. Barış Gücü askerleri de kayıp vermiş: 3 Avusturyalı asker ölmüş, 24 Avusturyalı, 17 Finlandiyalı, 4 İngiliz ve 3 Kanadalı asker de yaralanmıştır.

Türkiye bu harekât ile kendi güvenliğini ve Kıbrıslı Türklerin güvenliğini tehlikeye atacak girişimlere hiçbir zaman seyirci kalmayacağını dünyaya fiilen kanıtlamış oluyordu.

13 Şubat 1975 de Kıbrıs Türk Federe Devlet’i, 15 Kasım 1983 de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi…

Kıbrıs’ta Türk ve Rumlar arasında yapılan tüm görüşmelerde, Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle günümüze kadar bir sonuç alınamamıştır. Kıbrıs’la ilgili yürütülen görüşmeleri bu uğurda canlarını ortaya koyan gaziler olarak dikkatle izliyoruz. Toprağa düşen şehitlerimizin ve akıtılan kanların dikkate alınacağını umuyor; uğrunda şehit verdiğimiz, kan döktüğümüz toprakları da kutsal bir emanet olarak kabul ediyoruz. Savaşta kazanılan toprağın iadesi kabullenemez.

Türk silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a yaptığı müdahale; sorunun sebebi değil, Rum-Yunan ikilisinin bugüne kadar adada uyguladıkları yanlış ve tahrikkar politikaların bir sonucudur.

Yunanistan’ın Kıbrıs’ı topraklarına katmayı istemesinin asıl amacı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hareket serbestîsini kısıtlamak ve Anadolu Yarımadası’nın güneyindeki milli güvenlik kuşağını daraltıp, Türkiye’nin etrafında bir stratejik kuşatma çemberi oluşturarak, onu Anadolu’ya hapsetmektir.

Türkiye’nin, Yunanistan’ın ahdi hukukuna dayalı haklarını ve milli menfaatlerini koruyamayacak kadar zayıf bir duruma düşürülmesi, O’nun Ortadoğu’da, Balkanlar’da ve Orta Asya ile Kafkaslarda itibarını büyük ölçüde zedeleyecek; bölgesinde bir denge unsuru olma ve caydırma niteliğini ortadan kaldıracaktır.

Kıbrıs’ta “Kendi kaderini tayin etme” (Self-determinasyon) hakkı söz konusu olduğunda, Ada’da yaşayan Türk halkı, BM Anayasa’sının 73’ncü maddesi esasları çerçevesinde en az Rumlar kadar kendi kaderini tayin etmede söz ve hak sahibidir. Asırlardır Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin Ada üzerinde hükümranlık hakları vardır. Bu haklarını Rumlara devretmeleri söz konusu olamaz.

 Batı, dün olduğu gibi bugünde Yunan-Rum yanlısı tutumunu devam ettirmekte, Yunanistan ve Kıbrıs sorunlarının çözümünde Türk tarafından sürekli ödün istemektedir. Aşağıdaki örnekler, geçmişte Batı’nın, Yunan-Rum yanlısı tutumunu açıkça ortaya koymaktadır.

DEVAM EDECEK…





“Sabır ver Allahım, güç ver bizlere”

’Adaya indiğimizden beri geçen saatler her birimizi sanki on yaş birden ihtiyarlatmış, eski bir savaşçı gibi olmuştuk. Tüm heye­canlar, olumsuz düşünceler geride kalmıştı. Artık düşündüğümüz yegâne şey; görevimizi başarıyla yerine getirerek, Kıbrıs Türk Hal­kını Rum’un zulmünden, topluca katletmelerinden kurtarmak ve askerlerimizin bir tanesinin dahi burnu kanamadan yurda geri dö­nebilmekti tek isteğimiz. 

Ama daha yapacak çok işimiz vardı… 

Bir taraftan temmuz sıcağı; diğer yandan alev, alev yanan saman balyaları, yaşarken cehennem ateşini görmek böyle bir şey olmalıydı diye düşündüm bir an! 

Düşmanın bütün kini; topçu, havan ve uçaksavar mermileri halinde üstümüze çökmüştü. 

“Sabır ver Allahım, güç ver bizlere,”diye mırıldanırken; 

100 m kadar ilerimize yine bir grup havan mermisi düştü. Ölümün görüntüsü ve sesi yanı başımızdaydı sanki! Derhal içinde bulunduğumuz tarlanın zeminine tam siper yaptık… 

(Bu bölümde anlatacağım aşağıdaki kahramanlık öyküsü: Milletimizin gözbebeği Mehmetçiğin vatanına, bayrağına, görevine olan sadakatinin ve iman gücünün savaş meydanına yansımasıdır…)

Bu gerçeğe tanıklık yapan aynı zaman dilimi ve mekânında olan ben; böylesine yiğit ve temiz yürekli bir askere komutanlık yaptığım için bahtiyarım. 

Aşağıda bizzat tanıklık ettiğim bu gerçek savaş öyküsü, Kıbrıs Harekâtından sonra ülkemizde mevut Liselerimizde 2012 yılına ka­dar okutulan Milli Güvenlik ders kitaplarında, bir savaş anısı olarak yer almış, gençlerimizin bilgisine sunulmuştur. 

Ancak 2012 yılında AKP iktidarının Milli Eğitim Bakanlığı uygulamaları çerçevesinde, Milli Güvenlik dersinin Liselerimizden kaldırılmasıyla birlikte! Ne yazık ki, yakın siyasi tarihimizde yaşanan Kıbrıs Savaşlarında bu ve buna benzer nice kahramanlık destanı, bilgi hazinemizin dışına itilmiştir… 

Ama zafer meydanlarına kazınan bu gerçekler, tarihimize al­tın harflerle yazılmış olup, hiçbir güç bu gerçekleri değiştiremeye­cektir…

Harekât bölgesine, Piyade Kıdemli Yüzbaşı Süha Bayka­ra ile birlikte aynı helikopterle gelmiştik. Bulunduğumuz tar­laya düşmanın havan ve topçu mermileri düşmeye başladığın­da, yine aynı helikopterden inen, Siirt’in Şırnak ilçesinden (o tarihte Şırnak henüz il olmamıştı.) Er Salih Kabul, mermilerin savurduğu toz yığınları arasından toprağa gömülmüş gibiydi… 

Yüzbaşım, ben ve tabur doktorumuz Üsteğmen Taner Göde, o istikamete doğru fırladık. 

Mehmetçiğin kızgın güneşten kavrulan sakallı yüzü, ye­şilimsi bir renk almış, tebessüm eder gibiydi. 

Gözlerinin canlı­lığı kaybolmamıştı. Sağ bacağı hemen dizinin altından kopmuş, bir karış kemik parçası, kopuk dizinin ucunda duruyordu. 

Sağ eliyle potininin içinde kanlı et yığını gibi duran kopuk bacağını sımsıkı tutuyordu. Kopuk bacaktan fışkıran kutsal temiz kanı, toprakta köpürüp fokurduyordu. 

Doktor ilk müdahaleyi yaptığı sırada ben ve Yüzbaşım, telaşla emirler veriyor, bir araç bulunmasını istiyorduk…

 Bu sırada Salih bir ara kendine geldi, başını kaldırdı ve yaşaran gözlerimize bakarak: 

“Niçin telaş ediyon gomutanım? Gözlerinizdeki yaşlar niye ki? Anamız bizi bugünler için doğurmadı mı? Hele bir cigara verin,” diye mırıldandı, tekrar bayıldı. 

Hiçbir şey söyleyemedim, dudaklarımı öylesine ısırmışım ki, az sonra yanımdaki er:”Komutanım, ağzınızdan kan geliyor, bir şey mi oldu?”dedi. “Hayır” diyebildim. Çünkü o kan, ağzım­dan değil, paramparça olan yüreğimden geliyordu… 

Kahraman Salih’i, mücahitlerimizin civardan temin et­tikleri Land-Rover marka bir ambulansa, bulunduğumuz böl­geye bir kâbus gibi çöken Rum topçu ve havan ateşine rağmen süratle yükledik. Artık onun yaşayabilmesi, zamanın ve kaderin insafına kalmıştı! Araç, boğaz bölgesinde kurulan sahra hasta­nesine giderken, üzerindeki Kızılay bayrağına rağmen, Rumlar tarafından aracın vurulması için açılan uçaksavar ve makineli tüfek ateşini büyük bir üzüntü ile izledik… 

İşte savaş meydanlarının yiğit askeri, Mehmetçik böyle bir in­sanlık abidesiydi. Böylesine bir askeri tanımak için onun gerçekleş­tirdiği böylesi kahramanlıkları okumak değil; demek ki, kaderde bir­likte paylaşmak da varmış diye düşündüm bir an. Yüce Atatürk’ün şu veciz ifadesi onu ne kadar iyi tanımlıyordu: 

“Dünyanın hiçbir ordusunda, yüreği seninkinden daha temiz ve daha mükemmel bir askere rast gelinmemiştir.” 

 Gerçekten de savaş meydanında cesaretiyle temayüz eden, vatanına, bayrağına, milletine ve komutanına içtenlikle bağlı. İman gücünü, çelik gibi iradesiyle bütünleştirebilen insanoğlu; ancak Türk Milletinin sinesinden çıkabilirdi. İşte tüm bu özellikler de, “Mehmetçik” kavramında birleşmişti. Savaş meydanları bu tarihi gerçeği hep böyle yazmıştı, Kıbrıs savaşlarında da böyle yazmaya devam edecekti. 

  Yukarıda anlatmış olduğum ve bizzat tanıklığını yaptığım bu kahramanlık öyküsü; bu gerçeklerin tarih sayfalarına yansıdıkların­dan sadece bir tanesiydi.

Artık savaşın sıcak yüzü, bizim taburumuz personelini de yakmaya başlamıştı…’’