Terminallerin gidenler peronunu sevdim hep. Hep giden, hep uğurlayan oldum. Yalnızlığımı uğurladım kimileyin. Kimileyin de yalnızlığımı kucakladım, giden sevgilinin ardından. Ayakları yerden kesilircesine yalnızlığıma sarıldım ve durmadan döndüm. Dönen dünyaya inat, daha da hızlı döndüğüm zamanlar oldu benim. Hızına yetişemeyeceğimi bile bile. Kimileyin otobüs koltuğundan dışarı seyreden yalnızlığımı seyrettim. Göz göze geldik, gülümsedim. Gözleri doldu, gizledi, görmezden geldim. Ben en çok yalnızlığımı sevdim. Utangaç hallerini. Yalnız olduğunu saklayan, içine hapseden ve kilidini de bilmediği şehre fırlatan uçarı yalnızlığımı. 

Uğurladığım yalnızlıkların dönüşlerini hiç beklemedim. Hiç gelenler peronunu ziyaret etmedim. Çünkü ben gideni sevdim, geleni değil. Yalnızlık, gidenlerin ardında bekleyen puslu bir güdüydü. Gidenler ardında gölgelerini de götürürdü. Bir tek yalnızlığı bırakıp gittiklerini deneyimlemiştim. Bu yüzden gidenler peronu sevilirdi.

Gidenler peronunda hüzün kol gezerdi. Gözyaşları, yalnızlığın ilk sesleri kulakları tırmalardı. Hepsini sırtlanırdım. Ben güçlüydüm! Hayat güçlü olmamı öneriyordu. Ön görü ve farkındalığım, hayatın bana sunduğu çetrefilli yollarla artıyordu. Yalnızlıklarım da o ölçüde artıyordu nedense! Güçlü olma telaşında kendimle savaşan ben, yalnız ve ürkek benlerime sırtımı çevirmiştim. Bunu gidenler peronunda beni tek tek terk eden içimdeki benlerin el sallayışlarına tanık olduğumda fark etmiştim. Farkındalıklarım fark yaratmamıştı. Güçlü olmak kadar güçsüz olmak da meziyetti. İçimizdendi ama kabul etmemiştim.

Yorgun ve kambur gözlerim aydınlığı sırtlansa da, dizlerim müsaade etmiyordu kalan benlerle savaşmama. Bu yüzden şimdi gidenler peronundayım. Sırtlandığım tüm yalnızlıklarım bana buruk bir gülümsemeyle el sallıyor.